Türkiye’nin birkaç aydır bitmeyen gündemi yerel seçimler. Pazar günü İstanbul seçimleri tekrarlanacak. Aynı zarf içindeki üç oyun geçerli sayılıp diğerinin hükümet ve YSK tarafından kabul görmediği bir durumda sadece büyük şehir belediye başkanını seçmek için ülke, hükümet, bakanlar, ekonominin ve siyasetin temel aktörleri seçimlere kitlendiler. Ülkenin tüm gündeminin bir kentin seçilmiş yöneticisinin kim olacağı sorusuna kitlenmesinin en önemli nedeni, cumhurbaşkanının bu seçimde çıkan sonucu kendisine karşı çekilen bir rest olarak görmesi. Elbette şu an tüm AKP kadroları, İstanbul’a Mercedes marka otomobiliyle mehter marşı çalarak giriş yapan MHP lideri, bakanlar, işi gücü bırakmış propaganda yapıyorlar. Böylelikle bizler de AKP’nin merkezde olduğu ittifakın iktidarının mali kaynaklarının ve siyasi güç devşirdiği belediyecilik hizmetlerinin ne kadar vazgeçilmez olduğunu bir kez daha görüyoruz.
“Seni başkan yaptırmayacağız!” cümlesinin yankısı hala sürüyor.
Ancak politikacıların söylemleri, sokak röportajları ve olan bitenler çok daha fazlasını anlatıyor. AKP’nin kendini en güçlü hissettiği süreçte kendini tekrarlayarak başına gelen taban muhalefeti, hem ekonomik olarak hayatını çeviremeyen insanları hem de sıradan vatandaşlık haklarını bile talep eder hale gelen, sürekli bir ayrımcılığın içinde ve dayatmanın karşısında bulan insanları da karşıtlık üzerinden seçime endekslenmiş de olsa birleştirici bir güç oluşturdu. Gezi sürecinde yaşanana benzer şekilde, her küçük bir AKP iktidarının yıkılma ihtimali belirdiğinde oraya çıkan umut, “Seni başkan yaptırmayacağız!” cümlesinin yankısı hala sürüyor. Hapishanelerde rehin alınan vekillerimizin oradan bile sürdürdüğü politika, kısılmayan sesleri, söylemlerde yükselen milliyetçiliğe rağmen hükümetin bir duvara çarptığını ve yön değiştirmek zorunda kalacağını gösteriyor.
Artık kölelik düzeni bir metafor değil.
Ancak bu toz duman arasında, özellikle ekonomik krizi fırsata çevirmeye çalışanlar için olağan üstü olanaklar seriliyor. Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Koordinasyon Kurulu (YOİKK), Türkiye’de çalışma hayatında daha da fazla gelecek güvencesizliği ve esneklik yani işçiler için cehennem , sermaye için cennet yaratacak bir kölelik düzeni önerileri dizisi ortaya attı. Bu öneriler yasalaşırsa işçilerin sermayedarlara sadece çalışma hayatı açısından değil, güvencesizliğin boyutlarının nedeniyle oluşan sorunları göz önüne alırsak, tüm hayatlarıyla bağlı hale gelecekler. Artık kölelik düzeni bir metafor değil. AKP iktidarının işbirliği yaptığı ve siyaseten güç merkezi olmak için de akla gelecek veya gelmeyecek her biçimde beraber çalıştığı bir dönemde, bu düzenlemeler aynı zamanda toplumun geniş kesiminin ekonomik zor ile siyasi iktidara olan tabiiyetinin artırılması da demektir.
Peki bu YOİKK kimdir diye bakacak olursak, karşımızda sadece sermaye örgütlerini görüyoruz. Aziz Çelik’in 3 haziran 2019 tarihli Birgün gazetesinde çıkan yazısından alıntılayacak olursak, “14 Mart 2019 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanan karara göre YOİKK hükümet ve sermaye temsilcilerinden oluşan bir kurul. Kurul Cumhurbaşkanı Yardımcısının başkanlığında toplanıyor. Kurulda TOBB, TÜSİAD, MÜSİAD, TİM ve YASED gibi işveren örgütleri yer alıyor. Kurulda emek örgütleri yer almıyor. İlginç olan, çalışma ilişkilerinde sendikaların muhatap örgütü TİSK de kurulda yer almıyor.” Açıktır ki YOİKK “yatırım ortamının iyileştirmesi” için kamu ve özel sektör kuruluşları arasında koordinasyonu sağlamak ve bu yönde kararlar almak için oluşturulan bir kurul ve çalışma hayatı ile ilgili herhangi bir karar alma yetkisi yok.
İş cinayetlerinin korkunç rakamlara çıktığı günlerde elbette İşçi Sağlığı ve Güvenliği (İSG) mevzuatına (6331) tırpan da eksik kalmamış.
Önerilen kararları kısaca gözden geçirelim: Belirli süreli (geçici) çalışmada iş yasasının 11. maddesinde bulunan zincirleme sözleşme denilen ve birden fazla kez tekrarlanan süreli sözleşmenin süresiz sözleşmeye dönüşmesi hakkı dört defadan fazla olarak değiştirilmiş. Bu konuya başka bir yazıda Almanya’daki durumla beraber değineceğim, zira Almanya’da süreli iş sözleşmeleri ile çalışma pek çok işin niteliğini belirler durumda. Deneme süresinin iki aydan altı aya çıkarılması ise söyle bir anlama geliyor: Deneme süresi içinde taraflar iş sözleşmesini bildirim süresine gerek olmaksızın ve tazminatsız feshedebilir, dolayısıyla bunun altı aya çıkması işçilerin altı aylarını çalmak demek. Telafi çalışması iki aydan altı aya çıkarılması öngörülen bir diğer düzenleme. İşveren zorunlu nedenlerle işin durması, ulusal bayram ve genel tatillerden önce veya sonra işyerinin tatil edilmesi veya benzer nedenlerle işyerinde normal çalışma sürelerinin önemli ölçüde altında çalışılması veya tamamen tatil edilmesi ya da işçinin talebi ile kendisine izin verilmesi hallerinde, iki ay içinde çalışılmayan süreler için telafi çalışması yaptırabilir, diyor İş Yasası’nın 64. maddesi. Aynı durum denkleştirme süresinin değiştirilmesi ile de yapılmak istenmiş. Böylece Türkiye’de zaten uzun olan mesai süreleri insanlık dışı duruma getirilebilir. İşçi alacakları için dava açma süresinin 5 yıldan 1 yıla indirilmesi ise hukuken de işçi için hak arama yolunun tıkanmasını gösteriyor. İş cinayetlerinin korkunç rakamlara çıktığı günlerde elbette İşçi Sağlığı ve Güvenliği (İSG) mevzuatına (6331) tırpan da eksik kalmamış ve gereksiz yükler olarak tanımlanan tedbirlerin, işçilerinin canlarını koruyacak tedbirlerin alınmamasının önüne geçiliyor.
Seçimlerin beka sorunu olduğu çok defa dile getirilmişti. Toz dumanın altındaki sınıf kavgasını görmek bu açıdan çok önemli ve geleceğimizin nasıl bir cehenneme dönüşeceğinin de göstergesi. Bu açıdan bazen yapılan sadece bir seçim değil, bir umut kıvılcımı ateşlemektir.
Yorum Yaz