“Aslında kapitalist formasyondaki egemen sınıf ya da fraksiyonlar, ‘bir toplumsal grubun bir dizi madun grup üzerindeki hegemonyası’ vasıtasıyla, devlet dolayımı aracılığıyla, tikel bir bütünde yapılaşmış olarak ortaya çıkar.” – Poulantzas
Tartışmamızın ilk bölümünde değinmiştik; Bourdieu, Durkheim ile bir ortak soruyu paylaşıyordu; “nasıl oluyor da sayıca az bir nüfus, sayıca çok daha fazla nüfusu sömürebiliyor, üzerlerinde tahakküm kurabiliyor?” Günümüzde sosyal medya dahil internetin, devletin sunduğundan çok daha nitelikli bir temel eğitim imkanı (kısmen uzmanlık seviyelerinde dahi) sunduğu, her türlü eleştirel, radikal tartışmaya ulaşım imkanı sunduğu dönemimizin bir gerçeği. Muhalefet edenler yakın zamanda (ve belli gettolarda halen) binbir tehlikeye girerek, büyük emeklerle, büyük bedel ödemeyi göze alarak insanlara matbularla, duvar yazılarıyla ulaşmaya çalışırdı. Büyük kalabalıklara internet vasıtasıyla ulaşma imkanı oluşmuşken, bu başarısızlığın nedeni nedir? Tarihin çeşitli dönemlerinde gördüğümüz gibi benzeri sorular sorulmuştur. Gramsci uzun yıllar tutsak kaldığı faşizm dönemi İtalyasında işçi ve köylü kitlelerin neden faşizme gönüllü bir tabiyete yöneldiğini sorgulamıştır. Bu sorulara cevap aramak devleti anlamak için önemlidir. Devlet kuramları hakkında bu ikinci yazımız tek başına bu cevabı veremeyecek muhtemelen. Ancak açıklayıcı olabileceğini düşündüğümüz kuramlar ve onların gelişim seyri içinde tartışmaya girdiği bazı yaklaşımları kazıdıkça, devlet kuramları ve onların nasıl işletildiğini inceledikçe bu sorular cevap bulacaktır.
Önceki “Devlet Kuramı Tartışmaları ” yazılarımızda belirtmiştik; Marksizmin sınıflı toplum ile birlikte ortaya çıkan ve sömürünün olduğu koşulların ürünü olarak, sınıf bakış açılı devlet kuramı önemli bir aşamayı temsil eder. Marksizm öncesi, bugün de savunulan, burjuva devlet kuramları bu sömürü ilişkilerini saklar. Kökleri Locke ve Rousseu’ya giden, tüm yurttaşların ‘eşit’ olduğu ‘toplum sözleşmesi’ne göre devlet bir genel iradeye dayanır. Bu hukuk aracılığıyla birey ve eyleme, o birey ve eylem özelinde değil, soyutlama olarak yaklaşılarak sağlanır. Sınıfların ayrımını kabul ederken hukuku bu ayrıma kör kılar. Mülkiyet hakkını da güvenceye alır Rousseau. Locke’dan farklı olarak, mülkiyet hakkının sınırlandırılması gereğinde ısrar eder. Ayrıca, bazı mevkiyi kötüye kullanma gibi sorunların devletin nüfusu eğitmesiyle çözüleceğini, genel iradenin egemenliğine sahip çıkması ile tiranlığın önlenceğini söylüyor. ‘Hakimiyet Milletindir’ ifadesine kaynaklık eden bu fikirler kapitalist devleti onaylayan, idealleştirme önerileri sunan fikirler bütünüdür. Kısmen onunla tartışmalı görünen Adam Smith ile temsil edilebilecek olan liberal fikirler aynı paradigmada kalır. Marksist ve diğer eleştirel literatürde bu burjuva görüşlere karşı üretilmiş yeterince kaynak vardır. Klasik ve liberal siyaset teorilerine yönelik çeşitli itirazlar, ampirik öneriler getirilmiştir. Kapitalist devletin korunduğu temsil modelleri, seçkincilik gibi eğilimler devlet teorisinde bir kopuş oluşturamazdı. Kapitalist devlet sınırlarında kalmak kaydıyla devletin şekline yönelik liberal, baskıcı, korporatist savunular yapılagelmiştir. Bunlar birbirine alternatif mutlak sistemler değil, bir mücadele alanı olarak kapitalist devletin esnekliği içinde tercih edilen veya mecbur kalınan, biçimler olmuştur. Örneğin Avrupa Devletlerindeki göreli özgürlükçü standardın, güçlü işçi sınıfı mücadele geçmişi ile bağlantılı olduğu bilinir.
Yukarıda bahsettiğimiz Hegel öncesinde doğalcılar olarak tanımlanan burjuva düşünürleri (Locke, Rousseau), sivil toplum kavramını kullanırken, bunun bir ‘toplumsal sözleşme’, ‘kollektif irade’ tarafından örgütlenen doğa durumunu ifade ederlerdi. Hegel ile bu kavramın kullanımı adeta tersine dönmüştür; “sefihlik, sefalet, fiziksel ve etik yozlaşmanın hükümranlığı idi” (Hegel, akt. Carnoy). 1. yazımızda, Hegel’in Prusya Devleti şahsında yücelttiği devlet tarafından sivil toplum kontrol edilmek zorundadır. Burada amacımız sivil toplum fikirlerinde görülen semiyolojik evrimi, ideolojik algı farklılıklarını serimlemek olmasa da, devlet teorisinin gelişimi için önemli olduğunu düşündüğümüz kadarıyla kısaca değinelim.
Sivil Toplum ve Devlet
Devlet Teorisi için Sivil Toplum tartışmaları kadimdir. Kavramın kökenleri Aristotales’e kadar uzanmaktadır: “On sekizinci yüzyılın ortalarına kadar, istisnasız tüm Avrupalı siyasal düşünürler, sivil toplum terimini, mensuplarını kendi yasalarının nüfuzu altına sokan, böylelikle de barışçıl düzeni ve iyi yönetimi sağlama bağlayan bir siyasal birliktelik tipi anlamında kullanmışlardır.” (John Keane)
Bu aşamada sorunsalımız sivil toplum kavramından neyin anlaşıldığı gibi onun devlet ile ilişkisidir. Hume, Kant, Rousseau, özgürlüğün güçlü bir sivil toplum ile mümkün olacağını çeşitli şekillerde ifade etmişlerdir. Devlet ve sivil toplum iç içeydi. Rousseau’da sivil toplum, devlet anlamına gelir, devlet öncesi aşama doğa-medeniyet ilişkisi ile şekillenmiştir. Hegel’e dek, siyasal toplumu ifade eden sivil toplum, Hegel’de siyasal öncesi toplumu (doğal toplum) ifade eder.1 Artık üstün niteliklere sahip devlet tarafından düzenlenmesi gerekmektedir. Erken dönem Marx’ta ise bu dönüştürücü somut bireyler ve sivil toplumdur, devlet yabancılaşmadır. Hegel’de devlet sivil toplumu oluştururken, Marx’ta devleti sivil toplum oluşturur. Hegel, devleti olumlama misyonunu üstlenmiştir.
Marx ileri dönemlerinde burada Hegel ile karşılaştırırken değindiğimiz kavram setini değiştirir; devlet bir özün ifadesi değil, bir ilişkiler alanıdır. Sınıf, sınıf mücadelesi, üretim ilişkileri ilk dönem kavramların yerini alır. Bu ayrım, özellikle devletin yabancılaşmış bilinç ile ilintilendirilmesi hatasında devam edilmesi, ki Marksizm içinde yaygındır, ile mücadele için önemlidir: “Zamanında Marksist harekete Hegelci perspektifin baskın olması yüzünden ve Marx ile Engels’in eserlerinin genç Marx’ın yabancılaşma-bilinç şemasına göre yorumlanmasından ötürü devlet, ideal bir fenomen statüsüne ve anti-revizyonist eğilim örneğinde açıkça sosyo-ekonomik düzeye yerleştirilerek, anarko-sendikalist bir strateji anlayışına yol açan yabancılaşmış bilincin içeriğine indirgendi.” (Poulantzas)
Norberto Bobbio, devletin olumsuzdan olumlu algısına doğru üç varyasyondan bahseder: “Doğal devletin radikal bir olumsuzlanışı, dolayısıyla bertaraf edilişi ve yıkılışı olarak devlet, yani devleti önceleyen insani gelişme evresiyle kıyaslandığında bir yenilenme ya da kendi kurallarıyla yeniden inşa edilme olarak devlet (Hobbes-Rousseu modeli). Doğal toplumun alıkonulması-düzenlenmesi olarak devlet; bu modele göre devlet, kendisini önceleyen evreye alternatif olarak değil, onun gerçekleşmesi olarak görülür (Locke-Kant modeli). Devlet öncesi toplumun alıkonulması ve aşılması olarak devlet (Hegel), yani devlet (Locke-Kant modelinden farklı olarak) yalnızca önceki evreyi mükemmelleştirmekle kalmaz, yeni bir uğraktır da, ama (Hobbes ve Rousseau modelinden farklı olarak) mutlak bir olumsuzlama ve bundan dolayı bir alternatif oluşturmaz.” (Norberto Bobbio)
Marx ve Engels’de sivil toplum-devlet ayrımı önemlidir ve bunun altyapı-üstyapı ayrımını yansıttığı genel olarak kabul edilir. Marx’ta sivil toplum ekonomik alanı ifade eder (Özelikle Alman İdeolojisi’ndeki pasajlar). Sivil toplum ekonomik ilişkilerin de alanı alanı iken devlet belirlenen üstyapıya aitti.
John Keane, sivil toplum-devlet ayrımına ilişkin üç yaklaşım olduğunu savunur. Bunlar analitik yaklaşımlar, siyasal hesaplar ve normatif ele alışlardır. Birincisi, toplumsal siyasal gerçekliklere açıklayıcı bir kavrayış geliştirmeyi amaçlar, sivil toplum devlet ayrımı da burada iş gören bir ideal-tip olmaktadır.2 İkincisi, ayrımın çeşitli politik stratejilere hizmet eder şekilde kullanılmasıdır. Devlete karşı bir alan açmak, korumak isteyen muhalif gruplar gibi, iktidarlar da ‘taktik’ olarak bu ayrıma başvurabilir. Devlet kendine hizmet eden ideolojik hegemonya alanları açar, ‘devlet’ olarak girilemeyecek ticari ilişkiler yürütülür. Muhalif bir sivil toplum-devlet ayrımı kuramını da Gramsci geliştirmiştir. Bir burjuva hegemonya alanı olan sivil toplumda buna alternatif bir hegemonya alanı oluşturmayı amaçlar. Gramsci bahsini aşağıda detaylandıracağız. Keane’nin tasnifinde üçüncü eğilim, biçimsel bir demokrasiyi (yani kapitalist devletin rehabilite edilmiş bir formunu) muhafaza etme güdülü (b.n.), sivil toplum-devlet ikiliğini normatif boyutu vurgulayarak savunmaktır. Marx ve Engels, devleti idealize etmeden devlet-sivil toplum ayrımını yapar (ilk bölüm Paul Thomas başlığı).
“Devlet, ayrıcalıklı ‘özel’ bir alanın ‘kamusal’ egemenliğinin kurulduğu bir yer olarak değil, egemen sınıfların politik kuruluşu aracılığı ile evrensel olanın ifadesi ve genel çıkarın garantörü olarak kurulur. Devletin evrenselleştirici politik yapıları tam olarak ortaya çıktığı ölçüde, özel çıkarlar arasındaki çelişkiler alanı olarak devlet, geriye kalan sivil toplumdan ayrılır.” (Poulantzas) Bu anlamda devlet, bir sınıfın çıkarının sözcüsü değildir, onun çıkarlarının temsilcisi değildir. Ancak, buna rağmen egemen sınıfın çıkarlarının geçerli olduğu ilişkilerin alanıdır. Bu nedenle burjuvazinin sınıf olarak çıkarlarıyla örtüşür. Bu burjuva bireylerin çıkarlarıyla her daim örtüşeceği anlamına gelmediği gibi, -Poulantzas’ın işaret ettiği- evrensel genel çıkarın koruyucusu değildir; böyle gösterilmesine rağmen. Oy hakkı ile ifade edilen, ulusun egemenliğinin ifadesi olarak ortaya koyulmasında olduğu gibi. Tam da, sivil toplumdaki bu “bölünme” ile devletten ayrılığı ile “politik bireylerin” egemenlik altına alınması sağlanmaktadır.
Kapitalist toplum, bu anlamda köleci ve feodal toplumlardan ayrılır. Hiyerarşiye dayalı ‘doğal’ ilişkilerin yerini mübadele içindeki, atomize bireylerin dahil olduğu toplumsal ilişkiler almıştır. Poulantzas, özel mülkiyet ve rekabet biçimlerinin, politik düzeyde soyut, biçimsel özgürlük ve eşitlik değerlerine ve sivil toplum ile devlet arasındaki ayrıma denk düştüğünü ifade eder.
Gramsci de teorisini, sivil toplum- devlet ayrımı üzerine temellendirir. “[Devlete ilişkin] kuvvetler ayrımı [bunun] gerçekleşmesi için yapılan bütün tartışmalar ve ortaya çıkmasıyla doğan tüm doktriner hukuk kuralları, belirli bir tarihsel dönemin sivil toplumu ile siyasal toplumu arasındaki mücadelenin sonucudur.” (Gramsci – Modern Prens, s. 173)
İlk bölümde devlet teorisinde radikal kopuşun Marksizm ile mümkün olduğunu ifade ederken klasik Marksizmde özellikle Lenin ile birlikte araçsalcı olarak ifade edilen bir görünümde olduğunu açıklamıştık. Marksizm içinde ise alternatif ve sofistike bir devlet teorisinin oluşumuna yönelik sorgulamanın başlangıcı için Gramsci’ye gitmemiz gerekir.
Fakat Gramsci’de Marx ve Engels’den farklı olarak sivil toplum altyapı değil, üstyapı alanındadır. “Şu anda yapabileceğimiz, iki temel üstyapısal ‘düzeyi’ saptamaktır. Bunlardan birisi, ‘sivil toplum’, yani genellikle ‘özel’ diye anılan organizmalar bütünlüğü, öbürü de, ‘politik toplum’ ya da ‘devlet’ diye adlandırılandır. Bu iki düzey, bir yanda egemen grubun toplum üzerinde uyguladığı ‘hegemonya’ işlevine; diğer yanda da, devlet ve hukuksal hükümet yoluyla uygulanan ‘doğrudan egemenlik’ ya da ‘komuta’ işlevine karşılık gelir” (Gramsci akt. Carnoy). Göründüğü gibi, Gramsci’de sivil toplum ideolojik ve kültürel ilişkiler bütünlüğüdür. Gramsci, Marx-Engels’in Alman İdeolojisi’ndeki ekonomik yapının belirleyiciliğini bu anlamda tersine çevirir. Gramsci, kapitalizm öncesi egemenlerin hegemonya aygıtı olarak kiliseyi görüyordu. Bu haliyle Gramsci sivil toplum kavramını Marx’tan değil, Hegel’den türetir. “Gramsci’nin Hegel’e göndermede bulunduğu esnada düşündüğü sivil toplum, başlangıç uğrağındaki, yani devletin daha sonra baş etmek zorunda kalacağı çelişkilerin patladığı uğraktaki değil, çeşitli çıkarların (korporasyonların) örgütlenme ve düzenlenlemelerinin devlete geçiş için zemin sağladığı nihai uğraktaki sivil toplumdur.” (Norberto Bobbio)
Bir bakıma Gramsci, Marksist terminoloji içinde kalarak, ekonomist bulduğu altyapının belirleyiciliğini tersine çevirmiştir. Bobbio’nun Gramsci’den yaptığı şu alıntılar, O’nun eğilimini çok iyi yansıtmaktadır:
“Siyasal eylemi doğrudan belirleyen ekonomik yapı değil, ona ve gelişmesini yöneten yasalar ilişkin yorumlardır.” (Studi Gramsci)
“Arınma (catharsis) terimi, saf ekonomik (ya da bencilliğin-hırsın alanı) alandan etik-siyasal alana geçişi, yani insanların zihinlerinde yapının üst düzeye işlenerek üstyapıya dönüşmesini göstermek için kullanılabilir. Bu, aynı zamanda ‘nesnel’den ‘öznel’e ve ‘zorunluluk’tan ‘özgürlük’e geçiş demektir.” (Il Materialismo Storico e la filosofia di Benedetto Croce)
Üst yapının bir arınma, zihinsel süreç (Hegelci zorunluluğun bilincine varma ve özgürlüğe geçiş) olarak görünmesi, çıkış noktasının Marx’tan ziyade Hegel olduğunun ifadesi denilebilir. Maddi koşulların alanı, tarihin öznesi tarafından bilince çıkarılır ve gerçekliği dönüştürmeye muktedir hale gelir. Bu noktada Lukacs’çı, tarihselci, özne sınıfçı eğilimi açıkça görüyoruz. “Burada altyapı tarihin bağlayıcı değil, bağımlı uğrağıdır.” (Bobbio) İdeolojiler, Gramsci’de belirleyicidir. Gramsci, Marksizm içinde çokça yapılan bir hatayı yaparak, sınıf ile somut bireyleri karıştırmıştır. Aynı zamanda toplum mekanizmasının nesnel yasalarını önemsizleştirmiş, tamemen bilince ve iradeye havale etmiştir.
Althusser, Marx’ın gençlik dönemi kavramlarının eleştirisi ile Marsizmin ancak mümkün olduğunu savunur. Sivil Toplum kavramı da Althusser için böyledir. Bu kavramı ileride de (Alman İdeolojisi) kullandığını, ancak benimsediği için değil, keşfinin tarihine atıfta bulunmak için olduğunu söyler. (Althusser – Çelişki ve Üstbelirlenim). Poulantzas, bunun Althusser’in aceleci bir yargısı olduğunu ifade eder ve sivil toplum, öznellikler arası ilişki olarak kavranamayacak olan, üretim tarzı anlayışına uygun şekilde, sınıf mücadelesinin özgül bir düzeyi olan iktidar ilişkilerini, ekonomik ilişkileri, politik mücadeleden ayrı ekonomik mücadeleyi kapsadığını ifade eder.
Hegemonya
Bilindiği gibi Marx’ın çalışmasının önemli hacmini kapsamlı bir ekonomi çözümlemesi oluşturur. Bunun yanında politik çözümlemesi detaylı bir politik kuram ifadesine izin vermez, yorumlara açıktır. Gramsci, bunun Marx’ta örtük ve geliştirilmesi gereken bir ‘praksis kuramı’ olduğunu savunur. Kendi devlet tanımını da buna paralel olarak geliştirmiştir. Marx’taki sivil toplum içinde burjuva hegemonyası tespitini kendi siyaset teorisine hakim kılmıştır. İşçi sınıfı bilincinin gelişmesinin ve egemen ve tek gerçeklik olarak burjuva sınıf çıkarlarının oluşumunda devletin belirleyici rolünü vurgulamıştır. Gramsci’nin bunları düşündüğü ve mücadele içinde olduğu sırada, tarihte hiç olmadığı kadar belirgin şekilde işçi sınıfı kitlelerinin faşist devleti desteklediği bir dönemden geçildiği hatırlanmalıdır. Devletin, Lenin’in vurguladığı gibi egemen sınıfın baskı aygıtı olmasından öte üstyapıda da hegemonyayı içerdiğini tespit etmişti.
Genç Marx’ın, öznenin kendi ‘somut özünü’ ideolojinin mistikleştirici etkisi ile ‘yabancılaşma’sı modeli tasarımı, O’nun üstyapıya ilişkin sorunsala da bakış açısını belirlemişti. ‘Devlet Teorileri Üzerine 1’ metnimizde bunun ideoloji kuramı3 üzerine etkilerini konuşmuştuk. Buradan temellenen ideoloji ile özdeşleşmiş ‘yanlış bilinç’ ve zamanla buradan yapılan okumaların sınıf öznenin belirlediği bir ereksel tarih anlayışına vardığını biliyoruz. Burada spesifik bir felsefi kurgu, bilimin nesneleri ile işletilerek bir bilim yanılsaması oluşturulmuştur. Devlet-sivil toplum ikiliği de bu özne temel statüde değerlendirildi (Gramsci’nin öznelci praksis fikri de burada temellenir).
“Hegemonya, bütün bir toplumsal formasyona kendi duruşu temelinde kurulan ideolojinin, dünya görüşünün, ‘yaşam tarzının’, beğeninin vs. dayatılmasında muvaffak bir sınıfın özelliğini ifade eder.” (Gramsci akt. Poulantzas) “Ne var ki bu genel örnek, ideolojilerin çağdaş toplumsal formasyondaki bilhassa politik işlevini kesinlikle belirtmez.” (Poulantzas)
Gramsci’nin özne sınıf modeli ile şekillenen sivil toplum algısı egemen sınıfın hegemonyasında onun ideolojisine (dikkat! sınıf ideolojisi, sınıf kültürü) belirleyici rol verir. Poulantzas, farklı olarak, sınıf hegemonyası ile devlet hegemonyasından bahseder ki, sivil toplum devlet ikiliğinin anlamlı olması bu şekilde mümkün olur. Burada uzun uzadıya tekrar değinmeye gerek yok; ideoloji, insanların somut koşulları ile oluşan, bir sembolik, simgesel, sınıfların özünü ifade eden bir kuruluş olmayan, maddi bir gerçekliktir. Bu anlamda ideolojiler, sivil toplumda ve hegemonik devlet ilişkileri içinde önemli bir işlev üstlenirler. “Gerçek ilişkinin yerine farklı bir ilişki geçirmek –sosyo ekonomik ilişkinin yerini politik ilişkinin alması– ve böylece hayali bir düzlemde gerçekliğin iki düzeyi (devlet ve sivil toplum) arasında gerçek olan bir bölünmenin ideal birliğini yeniden kurmak” (Poulantzas). Ulusun ideolojik kurgusu ile insanların toplumsal formasyondaki pozisyonu arasındaki ilişkiyi, devletin bu ilişkiler içinde nötr hukukun uygulayıcısı olduğu görüntüsü, temsil sistemini de bu şekilde görebiliriz. Bunlar egemen sınıfın ve devletin ideolojik araçları ile yeniden üretilir.
Bobbio’nun dikkat çektiği hegemonya kavramının kullanımına ilişkin husus Gramsci’nin algısını yansıtması açısından önemlidir. Her ne kadar, Gramsci, hegemonya kavramının Leninist olduğunu kabul etse de, Lenin bu kavramı çok az kullanmıştır ve Lenin ve sonrasında kavram siyasal öncülük olarak kullanılırken, Gramsci, yukarıda saydığımız önceliklerinin de etkisi ile kültürel öncülük anlamını ekleyerek genişletir. Bobbio, Lenin ve Gramsci’deki ayrım konusunda şunları ifade eder:
Lenin’e göre diktatörlük ve hegemonya birlikte yol alır ve zor faktörü her durumda birincil ve tayin edicidir; oysa Gramsci’ye göre zor faktörü araçsaldır ve bundan dolayı hegemonya uğrağına bağımlıdır: “Gramsci’ye göre hegemonyanın ele geçirilmesi iktidarın ele geçirilmesini öncelerken, Lenin’e göre hegemonyanın ele geçirilmesi iktidarın ele geçirilmesine eşlik eder ya da hiç değilse iktidarın ele geçirilmesini izler.” (Norberto Bobbio)
Peşinden Bobbio haklı olarak Lenin’in düşüncesinin mücadele dönemi içinde olması, Gramsci’nin ise faşizm ve yenilgi döneminde olmasından etkilendiğini ama buna rağmen kavramların kapsamlarına ilişkin algılarının ortak bir temelde olduğunu ifade ediyor.
Gramsci’nin hegemonya kuramı, sivil toplum algısıyla doğrudan ilgilidir; siyasal ve kültürel öncülük sivil toplum içinde gerçekleşir ve yeni dünyayı yaratacak dönüşüm orada başlar. Sivil toplumdan, düzenlenen topluma geçiş, devletin sönmesi anlamına gelmektedir. Gramsci’de kapitalist devlet, sivil toplum ve siyasal toplumun, hegemonya ve hakimiyetin diyalektik birliğidir (Bobbio).
Gramsci’nin hegemonya kuramı burjuva ideolojisine belirleyici atıfta bulunur. Felsefi olarak Marksizme yerleşmiş olan pozitivist determinizme (ekonomizm) tepki olarak, bir başka uca yönelmiştir; yorumun belirleyiciliği. Yukarıda değindiğimiz gibi, kitlelerin faşizme gönüllü entegre oluşuna anlam vermeye çalışan Gramsci, devletin baskıcı yönü yanında rıza üreten yönünü görüyor, sivil topluma yer yer açıkça bu rızanın üretildiği hegemonya alanı rolü verilirken yer yer bu ayrım belirsizleşiyor: “Devlet, kendisi aracılığıyla yönetici sınıfın, egemenliği yalnızca haklı gösterip koruduğunu değil, ama yönetimi altında tuttuklarının etkin rızasını da kazanabildiği pratik ve teorik etkinliklerin karmaşık bütünlüğüdür.” (Gramsci aktran Corney)
Gramsci’nin hegemonya teorisi, bir yandan Marx’ın “yönetici sınıfın fikirleri her çağda egemen fikirlerdir” ifadesine dayanır. Marx, yönetici sınıf maddi üretim araçlarını elinde bulundurduğu için, zihinsel üretim araçlarını da yönetir der. Egemen sınıf aynı zamanda egemen güçtür. Egemen ilişkilerin kapitalizm olduğu koşullarda nasıl egemen ilişkilerin de buna göre şekillendiği, kişilerin kültürünü, tüketim, yaşam ideolojilerini ve tarzlarını belirlediği açıktır. Ancak burada Poulantzas’ı devreye sokmak durumundayız. Zira bir mücadele alanı olarak ve bu iktisadi ilişkilerden görece özerk bir yapı olarak devletin varlığı konuyu çetrefilleştirmektedir. Tüm bu egemenliğin temelinde şiddet aygıtı boyutu çok önemli olan devletin, bu açık veya potansiyel şiddetinin kitlelerin ideolojisi üzerinde belirleyici etkisi olduğunu görmek gerekir. Üstyapıda ideolojinin egemenliği düşüncesi, ezilen sınıfları bu hegemonyanın alanına gönüllü dahil oluşu fikirleri Gramsci’deki sorunlar olarak ortaya çıkıyor. Bu Bourdieu’nun ‘sembolik şiddet’ kavramı ile öne sürdüğü fikirleri çağrıştırıyor: “Her ne kadar Marx ve Lenin’e göre burjuva devlet, burjuva projesinin ayrılmaz bir parçası olarak, burjuva iktidarının zorlayıcı kolu olsa da, Gramsci için devlet burjuva ideolojisinin, burjuva toplumsal gereksinimlerinin meşrulaştırılmasının da aracıdır.” (Carnoy)
Hegemonya kavramı iki şekilde kullanılır; proletarya diktatörlüğü ve hegemonya arasındaki tasnifi ortaya çıkaran politik işlevi ile ve kapitalist devlet içinde egemen sınıfların politik oluşumu olarak (Poulantzas, Poulantzas Kitabı). Poulantzas, ikinci kullanımın devlet teorisinde kafa açıcı olacağını söyler ve ideolojinin alanıyla sınırlamaz. Bu soyutlama ile belirli bir üretim tarzının özgül mantığı olan devlet ve egemen sınıflar ilişkisinin açıklandığını, bu nedenle bilimsel olduğunu ifade eder. Ayrıca ‘bir sınıfın aracı olarak devlet’ indirgemelerine karşı kullanışlı bir konum sağlamaktadır.
“Kavram, egemen sınıfın entellektüelleri -ideoloji memurları- aracılığı ile kendi dünya görüşünün bütün toplum tarafından kabul edilmesinde başarılı olan ve böylece dar anlamda tahakkümden ziyade daha çok koşullu rıza aracılığıyla yöneten bir egemen sınıfın rolüne işaret eder.” (Poulantzas, Poulantzas Kitabı) -Gramsci’nin söylediğine benzer şekilde- hegemonya bir toplumsal formasyon içinde egemen sınıfın ideolojisi, dünya görüşü, yaşam tarzının, beğenisinin dayatılmasıdır. “Ancak, bu ideolojilerin çağdaş toplumsal formasyondaki politik işlevini belirtmez” (Poulantzas)
Sınıf aracı olarak devlet yaklaşımının sonuçları ile ilgili çok parlak bir sonuç değerlendirmesi sunan Poulantzas (bkz. Poulantzas Kitabı s. 111), bu yaklaşımların altyapı-üstyapı ayrımını da mekanikleştirdiğini, Stalin şahsında bu mekanik formülasyonun üst seviyeye çıktığını hatırlatır; “üstyapı, altyapıya faydalı olanı kurar”. Bu yaklaşım iradecilik ve ekonomizm uçlarında salınan yorumlar üretir. “Altyapının nesnel yapıları ve pratikleri ile üstyapı arasındaki nesnel bir ilişkiye dair Marksist sorunsal, sırasıyla altyapı (ekonomizm) ve üstyapının (iradecilik) statüsündeki radikal bir bölünme lehine ortadan kaldırılır.” (Poulantzas) Bu yaklaşımın özne-sınıfın iradesi ile belirlenen ereksel bir tarih anlayışına yol açtığı ortadadır. Burada üstyapı ve altyapı birbirine indirgenir. Gramsci’nin böyle bir hataya düştüğünü söyleyebiliriz.
Poulantzas, hegemonya kavramının, iktidarın zor yanında rıza üreten özelliğini de açıklayıcı özelliği olduğunu belirtiyor. Bu doğru olmakla birlikte, “[zor aygıtı] tikel bir üstyapısal alanın kökünü, özgüllüğünü ve tikel etkinliğinin nedenini açıklayamaz” ifadesinin izahata gerek duyduğunu belirtmeliyim. Sınıf hegemonyası bir devlet hegemonyası ile, o da açık veya potansiyel tahakküm vasıtasıyla mümkündür. Potansiyel veya açık bir devlet şiddeti olmadan üstyapıda hegeonyaya ilişkin hiç bir gerçeklik açıklanamaz. Devlet basitçe bir zor aygıtı, bir sınıfın sosyo ekonomik ihtiyacının bir zor aracı olmamakla birlikte, temel niteliğini oluşturan zordur. İdeolojiler ve hegemonya, tarihsel olarak toplum hafızasındaki şiddet, güncel şiddet kurumları ve bunun hukuk, eğitim, medya sistemleriyle desteklenmesiyle kurulur. Öznellik üretimi bu koşullarda gerçekleşir.4 Gramsci’nin aydınların rolünü vurgulaması da dahil, ekonomik olandan politik olana doğru evrilen bir sınıf mücadelesi, sistemin çıkarlarına dokunduğu grupların örgütlülüklerin oluşması ile bunların mücadelesi, hegemonyanın sınırlarını zorlar. ‘Rıza’nın üretiminde bu şiddetin etkinliği görülmelidir. Bu konu detaylı incelemeye açık bir alandır. Poulantzas, devletin nesnel kurumlarının güç ilişkilerinden türediğini, örtülü şiddet üzerindeki tekelin anayasal devletin temeli olduğunu söyleyerek, bu zorun önemini teslim eder. Hegemonya baskı ile mümkün olurken, bu baskı politik hegemonya ile sürdürülebilir. Bu ise ‘rıza’nın üretimiyle mümkün olur.
Devlet, egemen sınıfların özel ekonomik çıkarlarını topluma doğrudan telkin ve tahakküm yoluyla dayattığı ölçüde, sivil toplum ve devlet, ekonomik olan ve politik olan iç içe geçer (Poulantzas). Bunun realize olması ile, sivil toplum-devlet ayrımının Keane’nin belirttiği politik kaygılarla savunulmasının ortaya çıkması beklenir. Ancak, devlet egemen sınıfın politik ve ekonomik çıkarıyla örtüşse de, çokça bahsettiğimiz gibi, özerk pozisyonu ile ulusal çıkarın temsilcisi olarak davranır. Poulantzas, hegemonya kavramını politik düzeyce temsil edilen alanın teorik ifadesi olarak belirtir ve bu düzey sivil toplum-devlet ayrımıyla özerkleşmiştir. Bu haliyle hegemonya hem, sivil toplumdan ayrı devlet yapılarına ait olan kurumsallaşmış politik yapılar alanını kapsar hem de egemen sınıf politik pratiklerini (Poulantzas). Gramsci hegemonya kavramını iktidar bloğu içindeki ilişkilere genişletmez. Zaten kavramı ele alış şekli egemen sınıf öznenin ideolojik hakimiyeti kapsamında olduğu için bunu beklemeyiz. Poulantzas özgün bir şekilde, kavramı egemenlerin ilişkileri kapsamında da ele alır. Tam da bu noktada “devlet”in anlaşılması için çok verimli bir alan açılır.
Kavramları yüzeysel ele almak, üretimini destekleyen felsefeyi dikkate almamak, yerli yersiz açıklayıcı anahtar olarak kullanmak, gerçeği ortaya çıkarmak konusunda bu kavramları değersizleştirmeye yaramaktadır. Bu “kanaatsevicilik”ten, yüzeysellikten sakınmak için kavramların arkeolojisi yapılmalı. Bu kavramın yeni ufuklar açabilmesi ve yeni açıklayıcı kavramlar üretilebilmesi için de gereklidir. Bu durum üzerinde durduğumuz sivil toplum ve hegemonya kavramları için de geçerlidir. Hegemonya kavramını kendinden önceki dolayımı nedeniyle reddetmek yerine (sivil toplum kavramında olduğu gibi), bağlamını inceleyip, devletin anlaşılması için kullanışlı bir boyuta getiriyor. Egemen ve ezilen sınıfın ilikisinin devlet dolayımıyla bir ekonomik ezme ezilme görüntüsünden uzaklaştığını biliyoruz. Bu bir yöneten yönetilen ilişkisi görüntüsünü alsa da, basitçe eonomik sömürü ilişkisinin yansıması da değildir. Daha önce değindiğimiz gibi, egemenler için iktidar, bazı sınıf ve fraksiyonların çelişkiler taşısa da bir iktidar bloğunda birliğidir. Poulantzas’ın hegemonya kavramının kullanımı bu anlamda da işler; egemen sınıfın (veya fraksiyonun) hegemonyası altında iktidar birliği.
Sivil Toplum-devlet ve hegemonya ilişkisine Poulantzas’ın yaklaşımının sonuçlarından ve devlet teorisi ile doğrudan bağlantılı olması açısından O’nun Engels’den faydalanarak yaptığı ayrım dan söz edelim. Devlet ile sivil toplum arasındaki ilişkiler yani devletin özgül işlevlerini icra ettiği alanlar ile devlet ve egemen sınıflar konumu arasında şematik bir ayrım yapılır: tekno-ekonomik (emeğin genel yönelimi, emek üretkenliği), sosyo-ekonomik (sınıf sömürüsü, ekonomik sınıf mücadelesini de içerir) ve politik (politik sınıf mücadelesi ve bu ilişkide devletin işlevi). Tekno-ekonomik ve sosyo-ekonomik alana sivil toplum diyebiliriz5 ve bu politik alan tarafından üstbelirlenir. Devletin işlevleri, mevcut hegemonik fraksiyonun çıkarları ile örtüşür. Devlet, bu fraksiyonun ifadesi olan holdingin vergi borcunu silebilir, hegemonya alanını daraltabilecek olası bir iflasa müdahale ederek, şirket kurtarma yapabilir. Onbinlerce insanın (politik etkisi sınırlı) evsiz kalması pahasına mortgage kredisi veren bankayı veya emlak baronlarını destekleyebilir veya -gerektiği taktirde – düzenleme getirebilir. Duruma göre normatif hukuk sistemini askıya alabilir (özellikle sosyo-ekonomik ve politik alanda dengesizlik yaşandığı dönemlerde, hegemonya sınırlarının tehlikeye girmesi karşısında güçler ayrılığı, zor aygıtı öne çıkarılarak esnetilebilir). Tabi tüm bunlar, iktidar Bloğundaki tüm fraksiyonların ve hatta tüm halkın faydasına gibi sunulur.
Devlet, burjuvaziden bağımsız ama kapitalist üretim ilişkilerinden göreli özerk olmasıyla içsel olarak ilişkidedir. Yani ancak kapitalist üretim ilişkileri ile kapitalist devlet mümkün iken, bu sınıfın ifadesi olan örgürlülüklerden özerktir6. Ancak, ekonomik baskı ve ideolojik araçlarla (medya, eğitim, din) devletin yöneldiği ezilen sınıfların üzerindeki hegemonyanın belirleyeni devlet şiddetidir. Açık tahakküm veya tahakküm potansiyeli olmadan hegemonya imkansız olurdu. Bedene yönelmiş şiddet ve bununla kurulmuş tarih belirleyicidir. Bu durumda hegemonya kuruluşunu sınıftan ziyade devlette aramak doğru olacaktır.
Hegemonya kavramı savunduğumuz devlet kuramını destekler. Karşı çıktığımız ampirik olarak kapitalist devletin egemen sınıfların ekonomik çıkarlarının açık şekilde uygulayıcısı olmadığı fikri ile uyuşur. Toplumda örgütleyici rolü olan devlet, hegemonik sınıfın hegemonik ilişkilerinin yeniden üretilmesi koşuluyla, ezilen sınıfların çıkarına belli düzenlemeler yapabilir. Söz konusu sürdürülebilirlik bir mekanik uzlaşma çerçevesinde olur. Sınıf mücadelesi dinamikleri ezilenler adına bu alanı genişletebilir. Bir bakıma ezen sınıfın hegemonya alanını daraltabilir. Ancak, bu ‘zaferler’ “emek gücünün yeniden üretimini garanti altına aldığı ölçüde, aslında tam anlamıyla sermayenin ekonomik-korporatif çıkarlarına riayer eder” (Poulantzas). Devlet için önemli olan, hegemonik sınıfın ekonomik çıkarı değil (iktidar bloğundaki hegemonik sınıfın çıkarı ile örtüşeceğini ifade etmiştik, bu durum bir çelişki oluşturmaz), hegemonyayı sürdürecek politik çıkarıdır.
Dipnotlar:
1 1750-1850 dönemi boyunca sivil toplum devlet içiçeliği yaklaşımı sürmekle birlikte, sivil toplum devlet ayrımının yapılması bu dönemin ortalarında başlıyor…Bu ayrımı net olarak ilk yapan Amerikalı Thomas Paine’dir. (John Keane).
2John Keane (Sivil Toplum ve Devlet). Keane, modern sivil toplumların ekonomi ve haneler, kültürel kurumlar ve mesleki örgütler gibi okulları, hastane ve hapishaneleri de içerdiğini söyler. Oysa, okul, hastane, hapishane devlet kurumlarıdır. Bu yanılgısının sebebi özellikle Batı Avrupa’da bu kurumların devlet karşısında kısmi özerk görüntüsüdür. Bu özerklik ekonomi alanının özerkliğinden farklıdır; doğrudan devletin, devlete ait kurumlarıdır. Özerk konumları devletin tercihidir, bir devlet müdahalesine ‘sivil toplum’ direnci bu kurumları sivil toplum kurumu yapmaz.
3Bir yanlış bilinç boyutu olmak ile birlikte tamamen farklı maddeci bir ideoloji şeması çizilmişti.
4Burada Foucault söylemini çağrıştıran kavramı özellikle kullandım. Bu bahsedilen konu Micahale Foucault’un İktidar tartışmalarıyla çok bağlantılı. İlerleyen yazılarımızda bu konuyu merkeze alacağız.
5Burada toplumun belli boyutlarıyla yeniden üretildiği devlet ve devlet kontrolündeki kurumları ayırmalıyız. Bu iç içelik doğru çözümlenmelidir.
6İnceleme konusu olan tekil devlet özelinde bir bağımlılık ilişkisi kurulabilir. Bu devlet teorisi için anlam taşımaz.