Türkiye’nin 7 Haziran sonrasında oluşan ve darbe girişimi sonrası şiddetlenen olağan üstü hal rejiminde en tuhaf zamanlarını deneyimledik. Rejimin oluşturduğu yerel ölçekten genel ölçeğe kadar pek çok iktidara tabi kılma baskısını veya en azından iktidarların işlediği suçlara dair sessizliği kıran bir dizi tutum gelişti. Sosyal medya üzerinden gerçekleşen isyanlardan örgütlü ve kendisini bir siyasal örgütlü tutum ile tanımlayan pek çok muhalif ses o dönemde oluşturulan korku atmosferine karşı tutum almıştı, hâlâ alıyor. Barış bildirisi de siyaseten çok farklı yerlerde olan ama barış, demokrasi ve özgürlükler konusunda taviz verilmemesi gerektiğine inanan pek çok akademisyenin Türkiye’nin bu karanlık bir dönemine sessiz kalamayacaklarını göstermesi idi. Bu metin iktidarın tüm biçimlerini neredeyse üzerinde somutlaştıran ve karakterize eden Erdoğan tarafından muhatap bulduğunda, imzalayanlar da bir dizi saldırıya maruz kaldı. Sürecin medyaya yansıyan ve sokaklara yansıyan şiddeti imzacı akademisyenleri hedef aldı önce. Sonra bir suç yaratılarak hukuk açısından kriminalize edilmeye ve itibarsızlaştırılmaya çalışıldılar. Bildiriye imza atan akademisyenler gibi, muhalif olan veya yerel iktidar odaklarının kirli çarklarına girmeyenler de bu süreçten paylarını aldılar sessizce.
Pek çok imzacı akademisyen gibi bu süreçte ses çıkarma potansiyeli olan pek çok muhalif de aynı sosyal ölüme terk edildi.
Darbe girişiminin üzerinden oluşturulan Olağan üstü hal rejiminde, iktidar tarafından sosyal ölüm olarak tanımlanan kanun hükmünde kararname (KHK) yoluyla bu insanların bir kısmı işsiz bırakıldı, bir kısmının ise zaten eğreti olan çalışma hakları içinde sözleşmesi yenilenmedi. KHK’lar Türkiye akademisinin neo-liberal güvencesizliğinin dönüşümünde son dönüm noktasını oluşturdu aynı zamanda. Güvenceli işlerin kalmamasının yanı sıra şimdilik işlerine devam edenlere de sopa gösterilmiş oldu. O dönemde pek çok muhalif akademisyen ve memur sendikalarını terk etti, pek çok kişi ise daha fazla işlerine gömülerek dalganın geçmesini beklemeye koyuldu. Ancak, yerellerde hazırlanan listelere pek çok insanı yerleştirmişti. Güç ilişkilerinin içinde görünmez kalmanızdan ziyade potansiyel risk olmanız veya çevrenizdeki birinin kendi geçmişinden endişe etmesi bile yeterli olabilirdi. Pek çok imzacı akademisyen gibi bu süreçte ses çıkarma potansiyeli olan pek çok muhalif de aynı sosyal ölüme terk edildi. Bunun anlamı, bir KHK’lı olarak kamu hizmetinden men edilmişti. Yani başka bir iş yapmak istediğinde siciline işlenmiş bir “suçu” üzerinde taşıyor ve gündelik hayatında da yine benzer tehditleri alıyor olmak anlamına geliyordu. Dahası Türkiye içinde iş bulmak ve gelir elde etmek imkansızlaştırılmaya çalışılırken, kişilerin pasaportları iptal edilip, yurt dışına çıkış yasağı da getirildi. Yani gelirini ve akademik hayatını Türkiye dışında devam ettirmek de imkansızlaştı. Bu sadece akademisyenlerin başına gelmedi elbette. Pek çok kamu görevlisi benzer süreci yaşadı, yaşamaya devam ediyor. Ancak akademisyenlerin süreçleri kamuoyu nezdinde ve uluslararası boyutta daha görünür hale geldi.
Politik Olmak Zorunda Kalmak
Pek çok insan, hala içlerinde bulunabildikleri sendikalarda veya politik örgütlerinde muhalefet edebildi söz konusu baskılara. Zira 2015’ten sonra kimsenin politik olmama gibi bir şansı da kalmamıştı. Örneğin akademik iş, üniversitede kendine hayat alanı bulduğu gibi, üniversiteyi bulduğu her yere taşıma potansiyeline de sahipti. Umut verici pek çok girişim ile üniversite dışında atılan akademisyenler, kendi mekanlarını da yaratmaya başladı. Aynı zamanda pek yeterli olmasa da yaşatmayı başaran dayanışma ağlarını da. Bu ağlar içinde oldukça güçlü bir yaşatma potansiyeli oluştu. Muhalif olup olmamaktan ziyade, kimin yanında olduğunu gösterir hale gelen bir sürece dönüştü. Zira, KHK listelerinde yer alan veya imzacı olanlarla selamı sabahı kesenler ile maddi veya manevi dayanışanların arasındaki uçurum, pek çok ilişkiyi sonlandırdı. Aynı zamanda mağduriyetlerin incelikli gösterileri ile can acılarının insanları ortaklaştırması kimi zaman imkansızlaştı. Bunlara rağmen, sürecin zorluğu ile birarada olmak mümkün olabildi.
Akademisyenlerin bir kısmı, KHK sürecini öngörüp “sıra kendisine gelmeden, dışarı çıkmayı” tercih etti. Bir kısmı ise sıra kendine geldikten sonra risk alarak çıkmayı başardı. Bu anlamda, geri dönmelerinin tutuklanma anlamına gelmesi veya pasaportlarının Türkiye’de geçersiz olması ile yeni çağın sürgünleri haline geldiler. İşlerine devam edebilmenin yollarını uluslararası ölçekte oluşan dayanışma ağları ve sırt çantalarında taşımaya çalıştıkları vasıflarıyla arıyorlar. Yepyeni bir akademik ortamın bilgisini edinip, yeniden başlamak ve öğrenmek zorunda oldukları bir gündelik hayatın mücadelesini veriyorlar, her seçim döneminde yeniden geri dönebilme umudunu yeşerterek ve bir ölçüde işkenceye devam ederek. Ancak her haberde bir kez daha geri dönmenin imkansızlığına kani olarak.
Bu beraat süreci ile beraber, imzacı akademisyenlerin bir kısmı işlerine iade edilip, kamu hizmetinde çalışma hakkını yeniden elde edebilecekler gibi görünüyor.
Suç ve Meşruiyet
Son birkaç yılda geçirilen her seçimde Erdoğan’ın meşruiyeti sorgulanır ve iktidarı sarsılır hale geldi. Zira bu yüzden yeni seçim yöntemleri ve meclis aritmetiği deneniyor. Seçimin sonucu kontrol edilemiyorsa bile seçilen yöneticilerin elindeki imkanlar daraltılarak, cumhurbaşkanının elinde toplanıyor. Hukuktan akademilere, televizyon yayıncılığından yerel yönetimlere pek çok kararname çıkarılarak yetkiler konusu tartışmalı hale getirildi veya doğrudan en üst siyasal karar mercinin konusu haline geldi bile. Şu anda ise yeniden Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 50+1 yerine başka öneriler getiriliyor; yerel yöneticilerin ise Erdoğan tarafından atanma önerisi çoktan geliştirildi bile.
Bu arada AKP içindeki siyasi çatlak yerel seçim sonuçlarının ardından o kadar gelişti ki anayasa mahkemesi 8’e 8 bölünerek ve başkanın oyu iki sayıldığı için, bu suça ortak olmayacağız bildirisine imza atanların ifade özgürlüğü kapsamında bir eylem gerçekleştirdiğine kani oldu. Ardından beraatler gelmeye başladı. Bu beraat süreci ile beraber, imzacı akademisyenlerin bir kısmı işlerine iade edilip, kamu hizmetinde çalışma hakkını yeniden elde edebilecekler gibi görünüyor.
Bildirinin düşünce özgürlüğü kapsamında kabul edilmesinden sonra yayınlanan 1071 imzalı olarak çıkıp imza sayısı sürekli azalan vatanperver devletçi akademik akıl, işlerine geri dönmek üzere olan akademisyenlere “nereye döneceklerini” hatırlatsa da işler umutlu ilerliyor. Ancak imza dışındaki nedenlerle KHK listelerinde yer alan, dava açılanların ise durumu biraz daha karışık kanımca. Öncelikle bireysel veya örgütlü muhalefetin kriminalize edilme ihtimali daha yüksek. Üstelik barış imzacılarının önemli eyleminin popülaritesinin yanında diğerleri çok bilinmiyor ve barış imzacıları adlı bir kimliğin oluşması nedeniyle de “fazla-politik” olarak görülüyor. Dahası, geriye kalan kesim pek çok farklı politik eğilimin torbasına atılmış olması da işleri zorlaştırıyor.
KHK’lılar listesinde yer alanlar gibi, kapanan üniversite ve kurumlarda çalışanların da benzer problemleri var. Sicillerine işlemiş bir “suç” olarak kendilerini aklamak için ne yapmaları gerektiği konusu genellikle iktidarın siyasi eğilimlerine göre değişiklik gösterebiliyor. Bir arada örgütlenebilecek bir söz, bir fikir de yok işin aslı. Bu açıdan süreç son derece zorlu görünüyor.
İşin aslı şimdi daha çok politik olunmak zorunda. Mağduriyet hiyerarşilerinin ötesinde, her yerel ölçekten pek çok Erdoğan kopyası iktidarın (valinin, rektörün, dekanın, müdürün, muhtarın, sermayedarın, sendika başkanının, vb.) olduğunun farkında olarak rejimden canı yananların ortaklığının çığlıklarının tam içinde oluşan o gerçek devrimci özü görmek durumundayız. Erdoğan’da karakterize olan yeni rejimin yerini demokrasi ve adalet gibi basit evrensel ilkelerin temel olduğu bir rejim almadan hiçbirşeyin değişmeyeceği ortada. Var olan sistem, kendini sürdürmek için toplumun her kesiminin içine doğru yayılan bir dizi suç ortaklığına muhtaç. Kadın cinayetlerinden, mülteci düşmanlığına, iş cinayetlerinden borçluluk intiharlarına kadar. Bu açıdan, şuan küresel ısınmadan homofobiye kadar her düzlemde oluşan itiraz bu suç ortaklığına karşı isyan niteliğinde. Bizlere düşen ise yeni çağın eşiğinde, bu isyanın çığlığına sesimizi katmaktan geçiyor.