Değişen Yanlarıyla Dünya Ve “Duvarlar” Niye Yıkıldı?
Var olan tıkanmayı salt içsel nedenlerle izah edemeyiz. Sorunun daha fazlasını sol’un dünya çapında yaşadığı kriz oluşturuyor. Evrensel boyutlu krizin, kaynağı ve çözümleri konusunda içeriden düşünmeden veya bir bütün olarak dünya çapında yenilgili durumun nedenleri aşılmadan, sol’un yereldeki krizini atlatması mümkün değil. Bu durum, hem içimizde hem de dışımızdaki dünyada yaşanan sorunları ikili düzeyde düşünmeyi ve ona uygun çözümler üretmeyi dayatıyor.
1989’da, “duvarların çöküşü”yle sadece reel sosyalist sistem yıkılmadı aynı zamanda Marksizme olan güven de sarsıldı. Çöküşün nedenleri ve yeniden nasıl kurulacağı konusunda kimi öngörülerde bulunulmadan bu kriz devam edecek. Çünkü kitlelerin sütten bir kez dili yandı ve artık yoğurdu üfleyerek yemekte. Öte yandan egemen sınıfların postmodernizmle, özellikle Marksizmi hedef göstererek, bütünlüklü, kuşatıcı ve toplumsal kurtuluşçu ideolojilerin çöküşünü ilân ettiği biliniyor. Bu yeni bir yaklaşım değil. Ama yeni bir durum olarak sol içinden de Marksizme yönelik eleştiriler çöküşün ardından arttı. Artık Marksizmin, içinde yaşadığımız dünyayı izah edemediği ve aşılması gerektiği söyleniyor. Dünyamızın kimi yanlarıyla değiştiği açık. Dolayısıyla bunların anlaşılır kılınması gerek. Fakat bu değişim asla Marksist teorinin izah edemeyeceği boyutta değil. Ortaya çıkan yeni sorunlar Marksizmin kapsayıcılığında anlaşılabilir ve çözülebilir. Kaldı ki aşılması gerektiğini söyleyenler, Marksizmin yerine, dünyayı yeniden nasıl izah edebileceklerini gösteren bütünlüklü bir öğreti de geliştiremedi. Yerine yeni bir teorik açıklama getirmeksizin Marksizmin aşıldığını iddia etmek, madde ve gerçekle olan ilişkisinde insanın körleşmesi sonucunu doğurur.
Reel sosyalist blokun çözülüşünün sonuçları giderek daha fazla hissediliyor. Dünyanın her yerinde karşılaşılan benzer trajik manzaralar bunun göstergesi. Kapitalizmin vahşetini sınırlayan maddi bir gücün ortadan kalkması yarattı bu yeni durumu. Artık neredeyse kimsenin reddedemeyeceği bir gerçeklik var orta yerde; insanlık, büyük bir çöküş içinde. Kuşkusuz bu tarihte ilk kez yaşanmadığı gibi benzersiz bir durum da değil. Ama derecelendirmek bilimin gereği ve bu duruma göre çöküntü en üst düzeyde.
Çağımız, diğer yüzyıllardan farklı olarak şimdiye dek görülmemiş boyutta iki yeni sorunla karşı karşıya. Bir; insan, kendisiyle birlikte doğayı da çözüyor ve doğayla uyum içinde olmayan bir yaşam sürüyor. Doğa-insan ilişkisinde geçmişe göre yeni olan durum şu: Dünya tarihinde meteor çarpması, küresel soğuma, buzullarla kaplanma vs nedenlerle doğadaki canlı türlerinin % 95’lere varan oranlarda yokolduğu biliniyor. Dolayısıyla önümüzde potansiyel olarak duran bu tehlike, karşılaşılabilecek bir ilk durum değil. Benzerleri yaşandı. Ama ilk kez insan eliyle böylesi bir çöküş yaşanabilir. Bunun nasıl bir sonuç yaratacağı ise bilinmiyor. Diğer yok oluşlar ardından doğa kendini yenileyebildi (Bilim insanları önemli çapta beş büyük yok oluş döneminden bahsediyor. En sonuncusu 65 milyon yıl önce yaşandı. Dinazorlar başta olmak üzere kara canlılarının %85’i yok oldu). Fakat insanın yaratacağı tahribatın ardından böylesi bir imkan ne kadar olacak? Bu yenilenme, insanın içinde yaşayabileceği koşulları sağlayacak mı? Şimdiye dek bir tür olarak varolduğu birkaç milyonluk yıl içinde, insan, böylesi bir risk altına sokmadı Dünyamızı. Ama son 200-300 yılda böylesi bir tehlike adım adım örüldü ve –yeni bir uygarlık kuramazsak- önümüzdeki 100-200 yıl içersinde ne türden sorunlarla karşılaşacağımız bilim insanları tarafından dile getiriliyor (en başta küresel ısınmanın beraberinde getireceği sorunlar; deniz seviyesinin yükselmesi ve kimi yerleşim yerlerinin sular altında kalması, iklim değişiklikleri, yeni bir buzul çağı, türlerin yokoluşu, insan eliyle evrime müdahale, açlık, hastalıklar, kitlesel yokoluşlar vb). Bu durum, doğa-insan ilişkisinde bir ilk. Çağımızın görmezden gelemeyeceği bir sorun. İnsanlık tarihinde yine ilk kez karşılaşılan ikinci sorunsa, bir tür olarak insan neslinin geleceğinin belirsiz, risk altında olmasıdır. Bu da yeni bir durum…
Konunun iki boyutu var; a) insan, doğanın dışında yaşayamaz. Doğayı ne kadar riske ederse kendi yaşamını da o ölçüde tehlikeye sokar. Çünkü doğada ve bir tür olarak insanda –hızı tam olarak kestirilemese de- evrim devam ediyor. Bu evrimsel süreç bir doğal seçilimdir ve bunun sonucunda kimi türlerin yok olduğu-olacağı biliniyor. Fakat bugün, Hobbes’un sözüne atfen söylenirse, “insan, insanın kurdu” olmuş durumda. Dolayısıyla kendi seyrinde giden bir evrim yok artık; insanın, kendine ve doğaya müthiş derecede bir müdahalesi var. Bu evrim süreci insan için yıkım olarak doğal olmayan biçimde hızlanabilir. b) bilinen yazılı uygarlık tarihinde, sınıflar/yönetenler hep oldu. Artık değer sömürüsü çeşitli biçimler altında varlığını günümüze dek sürdürdü/sürdürüyor. Fakat hiç bir ezen sınıf şimdiye dek bütün insanlığın kaderini böylesine güçlü ve derinlikli biçimde eline alamadı. Sömürü, evrensel çapta bütün coğrafyalarda varlığını devam ettirdi ama bu, bütün insanlığı her türden ideolojik manipülasyonla, otoriter rejimlerle, uzaydan denetimle, robot ve yapay zeka teknolojisinin insanı giderek gereksiz kılmasıyla ve genetik yapıya müdahale etme riskine varacak boyutta derinlikli bir kontrol değildi. Bu ilk. Sadece bu da değil. Şu an Dünyamız’ı defalarca yok edecek nükleer-kimyasal-konvansiyonel vb türden tonlarca silah var yönetenlerin elinde. Hem evlerin içlerine varacak düzeydeki gözetleme ve kontrol hem de Dünya’daki yaşamın sonunu getirecek çapta silahlanma, yeni bir durum. Bu, sadece çağımızın/çağımız egemenlerinin, insanlığın karşısına çıkardığı yeni bir sorun. Egemenleri geçmiş dönemlerden farklı olarak bu denli güçlü yapan faktörünse –özel mülkiyetçi düzen dışında- bilim ve teknoloji üzerindeki kontrolleri olduğu biliniyor.
Bu iki sorun gündemleştirilmek zorunda. Bunu kısmen başkaları yapmaya çalışıyor. Ancak sorunun gerçek nedenlerine eğilmeden, sınıflar ve tarih üstü bir mesele gibi algılayarak yapıyorlar. Bu haliyle ciddi bir çözüm gücü olmaları mümkün değil.
Marksizm eğer bir dogma değil, çağın sorunları ile sürekli bir hesaplaşma ise ve üstelik yenilenmesi ve yeni kuşaklarla ciddi bir ilişki içine girebilmesi bu gerilimle sağlanabilecekse, o durumda yeni sorular sormak ve çağın sorunlarını gündemleştirmek zorunda. Doğa ve insanlık tarihinde ilk kez karşılaşılan sorunları sınıf ekseninde gündemleştirmek bu anlamda çok önemli. Dogmatizm başka türlü aşılamaz. Sovyetler Birliği deneyi de bu yanıyla oldukça öğretici derslerle dolu. Teorideki donmuşluk ve siyasette devlet çıkarlarını hep başa alma biçimindeki zaaflar çokça yazıldı. Çağdaş kimi gelişmelerin karşısına çıkardığı sorunlardan uzak durmaya çalışan bu anlayışa ilişkin kimi örnekler bilim alanından verilebilir.
“Mantık sizi A noktasından B noktasına götürür. Hayal gücü ise her yere…”
Einstein’ın söylediği gibi hayal gücü ne yazık ki bizi istediğimiz her yere taşıyamıyor; kapitalizmde özel mülkiyet ve egemen sınıflar, Sovyet sosyalizminde ideolojinin resmileştirilmesi, sönümlenmeyen devlet, emperyalizmle uzlaşma, parti ve devlet aygıtının aynılaşması, politik çıkarlara feda edilen bilim ve teori bunun nedenleri.
Lenin, kapitalizmin, insanın düşüncesini, “uçurumun kenarındaki bir insanın akıl yürütemeyeceği” metaforunda olduğu türden sakatladığını söyler. Bilim ve felsefeden uzaklaşmanın, muazzam bir enerjiyle yükselen Sovyet aklını da benzer bir akıl tutulmasıyla aynı noktaya sürükleyebileceğini öngörür. Ne yazık ki bu öngörü gerçekleşmiştir.
Halbuki devrimin başlangıç yıllarındaki heyecan ve gelişmeler önemlidir. Rus biyolog Oparin’in 1924 yılında kaleme aldığı “Yaşamın Kökeni” adlı makele ile yaşamın/canlılığın kökenine dair geliştirdiği bilimsel tez sonraki araştırmalar için temel kaynak olmuştur. Oparin, diyaletik materyalizmin bakış açısıyla, ilk defa derli toplu olarak yaşamın kökenine ayrıntılı biçimde yaklaştı. “Şu an bilmesek de yarın biliyor olacağız” sözü bu yeni yaklaşımın ve sonradan Haldane’in ismiyle birlikte beraber anılacakları hipotezin başlangıç noktasıydı.
1920’lerin başında, Einstein’ın görelilik kuramından yararlanarak evrenin genişlediği teziyle, evrenin, başlangıç koşullarına bağlı olarak biraz genişleyen biraz büzüşen sonsuz sayıda olası evrenlerden yalnızca biri olduğunu gösteren de Sovyet matematikçi Alexander Friedmann’dır (sonrasında Hubble, teleskobuyla bu tezi doğruladı). Bu, statik evren algısına karşı matematiksel olarak ilk önemli çıkıştır. “Bing bang” teorisini de, Einstein’dan önce ilk kez Friedmann savundu. Einstein o süreçte statik evren modelini benimsiyordu. Teolojik tereddütler Sovyet bilimcilerini etkilemediğinden dolayı tıpkı Engels’te olduğu gibi bu türden cesur sonuçlara ulaşabiliyorlardı.
… o dönemde Sovyet bilim insanları “sibertonya” adlı ütopik sanal bir devlet kurmuştur.
Bilim ve teknoloji siyasetten ayrı düşünülemez. Bu muazzam bilimsel ve teknik birikim tıkanmış siyasi otoritenin kontrolünden çıkamadığı müddetçe, bilim kendi yolundan yürüyemez. Her alanda kendini yeniden yaratmış Sovyet devriminin ilerleyen yıllarında, düzenin donuklaşmasının sonuçları, siyasetin müdahalesiyle, bilim alanında da kendini gösterir. Sibernetik bunun ilk örneklerindendir. Sibernetiğin bir fikir ve proje olarak bu denli gelişmesinde katkısı olan Sovyet bilim insanları bunu günlük hayata uygulayamamış sadece askeri düzeyde kalan teknik alt yapıyı kurarak göreceli bir gelişme sağlayabilmiştir. Anatoly Kitov daha 1959’da Sovyetler’de bir ağ kurmayı hayal ediyordu. Sovyet interneti fikrinin ilk sahibi Viktor Gluşkov sibernetiğin kurucularından biriydi ve o da kısmen Kitov’dan esinlenerek tüm Sovyetler Birliği’nde etkili olacak bir ağ kurma planı yapmıştı. Bundan sadece birkaç yıl sonra ABD, “Arpanet” projesiyle “www” ağını geliştirdi. Sovyetler Birliği’nde o dönem askeri amaçlı olarak çalışan bir bilgisayar ağı vardı ama bu ağ, Sovyet ekonomisinde büyük sıçramalara neden olacağı halde, üretim süreçlerinde kullanılmıyordu. Farklı bakanlık ve bölge yönetimlerinin kendi alanlarındaki etkinliklerini yitirme kaygısı ve esnekliğini yitiren planların varlığı nedeniyle, gelecekte evlerde ve yerleşim birimlerinde kablosuz olarak ortak bir ağ etrafında, sorunsuz olarak çalışmayı sağlayacak yazılım fikirleri rafa kaldırılmıştır (şu an Huawei firmasının o işlevsellikle kullandığı yazılım ağları). Hatta o dönemde Sovyet bilim insanları “sibertonya” adlı ütopik sanal bir devlet kurmuştur. Bu, günümüzdeki sosyal medya ağlarının ilk versiyonudur. Fakat bahsi geçen problemler nedeniyle, ilk küresel sivil bilgisayar ağları sosyalistler arasında değil, işbirliği yapan kapitalist firmalar arasında geliştirildi. Halbuki Kitov, Gluşkov ve Botvinnik yaşadıkları dönemin çok ilerisinde bir sezgiyle, gelecekte ortak ağlar arasında bağlantı kurulabileceğini çok önceden öngörmüşlerdi.
Sibernetikle bağlantılı kuantum fiziğiyle ilgili gelişmelere de mesafeli yaklaştı Sovyet düzeni. Atomaltı parçacıklar dünyasını kendisine konu edinen kuantum fiziğinin ortaya çıkardığı bilimsel ve bunun sonucunda ortaya çıkabilecek felsefi sonuçlardan kaynaklı, gereksiz bir ürküntüydü bu.”Tamamlayıcılık ilkesi” nedeniyle, maddenin aynı anda hem konum hem momentumunun eş zamanlı olarak ölçülemeyeceği ve gözlemin, kuantum sistemini etkileyeceğinden dolayı nesnelliğin bilgisine erişilemeyeceği, bununsa bir belirsizlik durumu yarattığı gibi çeşitli sorunların varlığı, kuantum fiziğinden uzak durmanın gerekçesi yapıldı. Kuşkusuz bilimsel gelişmelerin işlerine gelen yanlarını burjuva düşünürleri idealizmi güçlendirecek şekilde yorumlamaya çalışır. Kuantumun tamamlanmamış kimi sonuçlarına yaklaşım biçimi bunun bir örneğidir. Burjuva “filozoflar”, olasılıkçı yapının materyalizmle çeliştiği, determinizm ve neden sonuç ilişkilerinin artık ortadan kalktığı ve her şeyin bir olasılık dahilinde bilinebileceğini söylediler. Bu türden idealist yorumlara bakıp kuantum mekaniğine uzak durulamaz. Fakat bu yapıldı ve gelişmelere burjuva gericiliği kuşkusuyla yaklaşıldı. Halbuki mikro dünya ile makro dünya farklı. Kuantum fiziği ne makro dünyanın fizik yasalarını ne de determinizmi boşa çıkarmış, tam tersine materyalist felsefenin kavramlarını geliştirmiştir. Bunun aksini düşünmek, düşüncenin tarihselliğine takılıp kalmaktır.
Çevre ve kalıtım ilişkisindeki bu mekanik determinizm, Lisenko’nun saçma teorilerinin aynadaki görüntüsüdür. Tersyüz edilmiş Lamarkçılıktır.
Bir başka örnek de Lisenko olayı. Lisenko, bir tarım teknisyeni. Türlerin, çevrenin etkisiyle genetik yapılarının değiştirilebileceğini iddia etti. Genetik biliminin idealist değişmezliği empoze ettiğini halbuki türlerde, çevre faktörü ile birlikte hızlı bir değişimin söz konusu olabileceğini söyledi. Bu doğrultuda, Sovyet Sibiryası gibi bölgelerde buğday yetiştirmeye çalıştı. Özellikle, tarımsal yetersizliğin olduğu o yıllarda bu çalışma heyecan yaratır. Lisenko, bir yandan da mantığını Lamark’a ve Engels’in “doğanın diyalektiği” kitabına dayandırır. Halbuki Engels’ten bu yana bilimde bir sürü gelişme oldu. Genetik bilimi de bunlardan biri. Buna göre türler, kuşaktan kuşağa bilgilerini genler vasıtasıyla aktarır ve bunun, kısa sürelerde çevre koşulları ile değişmesinin imkânı bulunmaz. Sonuç olarak Lisenko denemesi başarısızlıkla sonuçlanır. 1900’lerin hemen başında Rusya’da genetikte epey adım atılmış olduğu halde Ekim Devrimi sonrası bu gelişmenin yavaşlaması bu türden sonuçlar yarattı. Çevrenin, kalıtımsallığı doğrudan değiştirdiği düşüncesi Lisenkoculuk kılığında Rusya’da yeniden ortaya çıktıysa da, bu mekanik yorum zorunlu bir işlevsizlik sonucu tamamen gözden düştü. Çünkü insan evrimi hem bir “doğaya” hem de bir “tarihe” sahiptir. Çevre ve kalıtım ilişkisindeki bu mekanik determinizm, Lisenko’nun saçma teorilerinin aynadaki görüntüsüdür. Tersyüz edilmiş Lamarkçılıktır.
Bu örnekler, var olan bilginin dondurulmasının bilimde yarattığı tahribatı gösteriyor. Çağın gelişmelerinden uzak durmak, onları kuşkuyla karşılamak bu türden sonuçlar yaratır. Teoride bugünkü en büyük sorun bu. Çağla yeterince ilişkilenmeyi becerememek ve onun insanlığın önüne çıkardığı gerilim noktalarını kendine sorun yapmamak..!
yeni bir uygarlık düzeni yaratamama ve tarihsel ilerlemeye bakışta çarpıklık
Sovyetler’in çöküşü, iktidarı almanın ve mülkiyeti kamusallaştırmanın yetmediğini gösterdi (Yanlış anlaşılmasın. Postmodern “aydınlar” gibi iktidar kaçkınlığından bahsedilmiyor. Kuşkusuz ki bu olmadan hiçbir ütopyamız gerçekleşemez. Bu ayrı; söylenmek istenen bunun yetmediğidir). Demek ki karşılaşılan başkaca problemler var ve bunların yeterince çözüm gücü olunamadığından bilinen son gerçekleşti. Neydi çöküşe neden olan sorunlar? Birkaç başlığa indirgenerek cevaplanabilir: Bir; mülkiyetin toplumsallaştırılamaması; devlet mülkiyeti olarak kalması. İki; kitlelerin etkin biçimde yönetime katılmasını sağlayacak araçların yaratılamaması. Genelleştirilerek söylenirse, “insan faktörünün gözardı edilmesi” olarak tanımlanabilir. Fakat bunların ötesinde teorik düzeyde nedenleri derinleştirmek gerekir. Buna ihtiyaç var. Çöküşün ardından ortaya çıkan sonuçlar bunu zorunlu kılıyor. Son tahlilde sonuçlar her zaman çok öğretici olur. İnsanlığın 20. yy’da karşılaştığı ve çözümsüz kalan sorunların hepsinin Sovyetler Birliği’nde de yaşanmış olması bu ihtiyacı ortaya çıkardı.
Sovyetler’deki çöküşün temel nedeni, çağın sorunlarını kendine mesele yapmaması ve bu konuda çözüm gücü olacak yeni bir uygarlık projesi yaratamamış olmasıdır. Sovyet düzeni iktidarı alarak yeni bir dönem açtı insanlığın önüne; ama bunu sanayi uygarlığının köhne zihniyetini yeniden üreterek yaptı; yeni bir uygarlık zemininde sosyalizmi inşâ edemedi. Binlerce yıllık mülkiyetçi kültürden gelen zihinsel düşünüş devam etti. Kapitalist dünyanın aşılmasını, girilen üretim yarışında gösterilecek başarıya indirgemesi veya Fordizmle Stahanov hareketinin birbirine yakın mantığı bunun örneklerindendir. Halbuki sosyalizm öncelikle, binlerce yıllık özel mülkiyet toplumunun ufkuna sahip olan insanda, yeni bir bilinç durumunun yaratılmasını başa almak durumundaydı. Başarı, bu bilinç durumunun ortaya çıkarılarak yeni bir uygarlık düzeninin kurulmasıydı.
Yeni bir uygarlık zemini yaratamaması, yeni düzenin kapitalist sistemin yaşadığı sorunlarla karşılaşmasına neden oldu. Çağa ait modern yaşamın beraberinde getirdiği sorunlar diyebiliriz buna (modernlik; altyapısını sanayi devrimi ve uygarlığından alır ve onun bir ürünü olarak görülmeli. Kapitalizm de bunun sonuçlarından biridir. Fakat birebir örtüşmez. Örtüşmediğini Sovyet deneyi gösterdi bize. Ekim Devrimi kapitalizmi aştı ama sanayi uygarlığının yarattığı sorunlar karşısında yeterince çözüm gücü olamadı. Modernizm ise modernliğin, sanayi uygarlığı kültürünün, kapitalizmin dayattığı yaşam biçiminin bir üst boyutta yeniden üretilerek olumlanması ve bunun diğer ülkelere dayatılması ideolojisidir). Neydi bunlar? Öncellikle F. Bacon’dan beri devam eden “doğanın fethedilmesi” anlayışıdır. Doğanın bir parçası olarak, onunla uyum içinde bir yaşam kurulamadı Sovyet düzeninde. Tam tersine onun üzerinde bir iktidar kurma çabası söz konusu oldu. Bacon ve Aydınlanma döneminin başlangıç yıllarında bunun anlaşılır nedenleri var. Çünkü büyük bir uyanış var ve dönemin insanı bu moralle kendi dışındaki nesneyle kurduğu her ilişkiyi, “üzerinde iktidar olma” çerçevesinde tanımlamış olabilir. Ama sosyalizmin doğayla ilişkisi bu çerçevede değil, “uyum” esas alınarak şekillenmeliydi. Şekillenmediği görüldü. Doğaya bu bilinçle yaklaşılmasının nedeni ise biliniyor; (ne pahasına olursa olsun) hep daha fazla üretim/sürekli büyüme… Gerekçe ise kapitalizmi geçmek. Bu anlayış salt doğayı değil aynı zamanda Sovyet insanını da tüketti. Halbuki soyalizm ve kapitalizmin ayrım noktası daha fazla üretimde saklı değil. İnsana verdiği önemdedir bu ayrım. Daha fazla üretimi –hep- başa alan ve ilerlemenin temel bir ölçütü olarak gören bu anlayış, kaynağını sanayi uygarlığından alır. Sanayi uygarlığı – kapitalizmde kâr güdüsüyle- insanı ve doğayı nesneleştirme pahasına üretimi hep arttırmayı ve eğitim dahil yaşam tarzını standardize etmeyi empoze eder. Bu uygarlığın var oluş biçimi kapitalizm de bunu dayatır insanlara. Fakat sosyalizm açısından böyle bir hedef olamaz. Hele ki bu, soyalist insanın önünde başat bir amaç değildir ve ayrıca doğayı talan mantığıyla da yapılamaz. Sonuçta, sosyalizmin daha çok üretmeyi hedefleyen ve gelişmenin ölçüsü olarak bunu alan bir “kalkınma modeli” olmadığı, büyük ölçüde kabul edilmiş durumda. Hayat, çözülüşle bunu doğruladı da… Sovyetler az ürettiği için yıkılmadı. Tersinden bakarsak, tüm zayıflıklarına rağmen Küba, daha az üretiyor ama hâlâ ayakta. Diğer yandan daha fazla üretim meselesinin bir ölçüsü yok. Eğer mantık, üretimi ilerlemenin temel ölçütü olarak alırsa bunun sınırı olmaz. Göreceli bir kavram.
Sanayi uygarlığı esas içeriğini “ilerleme” anlayışıyla dışavurur. İlerleme; ontolojik nedenini sanayi devriminden, epistemolojik bilgisini ise Aydınlanma felsefesinin yorumundan alır (Modernizm de bu ilerleme anlayışı üzerine oturur). Aydınlanma Aklı, insan üzerinde aşkın bir güç bulunmadığını ve akılla mevcut dünyanın kavranarak değiştirebileceğini gösterir. İnsan, Aydınlanma’dan aldığı bu güçle kendine büyük bir güven kazandı. Bunun ardından gelen sanayi devrimi, ondaki bu değiştirme gücüne olan güveni somut bir gerçekliğe dönüştürdü. Bilim ve teknolojideki gelişmelerle birlikte bu artık gözle görülebilir bir olgu haline gelir. Buhar, kömür ve sonra elektrik enerjisinin sanayide kullanılması, demiryolları, hastalıklarla mücadelede kazanılan beceriler, içten patlamalı motorların icadı vs bunların somut göstergeleridir. Üretici güçlerdeki bu muazzam gelişme ve onun toplumsal yaşamda yarattığı alt-üst oluşlar, insanlığın büyük bir hızla ilerlemesinin verileri olarak algılanır. Bir süre sonra Aydınlanma Aklı ve sanayi devriminin verdiği güçle, insanın kendine duyduğu bu güven, “ilerleme” kavramı etrafında ideolojikleştirilir. İlerleme artık üretici güçlerdeki gelişme düzeyine indirgenmiş bir içerikle tanımlanır. Buna göre, üretici güçlerin gelişmesi insanlığın ilerlemesinin en temel göstergesi olur. Tarihsel süreç hep bu minvalde geliştiğinden gelecek yıllarda da sorunların bu eksen üzerinde hızlı bir biçimde çözüleceğine inanılır. İnsanın bundan nasıl etkilendiği ve onun gelişmesi ise daha az önemli bir sorun olarak değerlendirilir. Fakat bu anlayışın olumsuz sonuçları kısa zamanda ortaya çıktı. Daha fazla üretim ve kâr esas alındığından insan, üretici güçlerin bir parçası haline gelir. O süreçte bu bunalım Schopenhouer gibi kötümser felsefecileri ortaya çıkardı. Rönesans’ın başkaldıran insanı, Aydınlanma felsefesi ile kendi kaderini eline alan insan gitmiş, yerine, kendi ürünü olan teknolojiye eklemlenmiş insan tipi çıkmıştır ortaya. Bilimin sonuçlarını mutlaklaştıran ve onu hayatın her alanına empoze etmeyi çalışan pozitivizm de bu anlayışı güçlendirir.
Sanayi uygarlığının püf noktası, üretici güçlerdeki gelişmeye indirgenmiş bu ilerleme anlayışında yatar. Fakat o dönemde bu anlayışın bu biçimde hakim bir ideoloji haline gelmesi anlaşılabilir bir durum. Burjuvazi; rönesans, reform, 17. yy.’daki bilimsel gelişmeler, 18. yy. Aydınlanma felsefesi ve burjuva devrimleri ile siyasal anlamda gücünün doruğundadır. 19. yy. sanayi devrimi ile de 200 yıllık bilimsel gelişmelerin teknolojiye yansıyan sonuçlarını almış, üretim müthiş derecede artmıştır. Üreteci güçlerdeki bu başdöndürücü gelişmenin burjuvaziye büyük bir güven vermesi ve bu pratik durumun ideolojikleştirilmesi, dönemin koşullarının bir sonucu. Fakat bu tarzda bir ilerleme algısının insanlık için ağır sonuçları olur. İnsan, emeğine ve ürettiğine en büyük yabancılaşmayı o süreçten itibaren yaşamaya başladı. Özellikle Fordizmle birlikte makinenin bir parçası oldu. Özgürlüğün, eşitliğin ve demokratik gelişmenin kendi mücadelesinin bir ürünü olarak değil, daha fazlasıyla üretici güçlerdeki gelişmeye paralel biçimde kendiliğinden kazanılabileceğini düşünmeye başlar. Bunun yanında Avrupa dışındaki halklara “uygarlaştırma” adı altında sömürgeci ilişkiler dayatıldı. O bölgelerin maddi değerleri talan edildiği gibi yerel, kültürel birikimleri de tahrip edilir. Avrupamerkezci anlayış bu dönemin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Avrupa, kendini merkeze alarak tarihi yeniden yazar. Bu tarih yazımıyla sömürgeci dayatmalara akademik temellerde içerik kazandırılır.
Tek yanlı algılanan bu ilerleme anlayışı, üretimin hep daha fazla arttırılmasını dayatır. Bu da toplumsal yaşamın yeniden şekillenmesine neden oldu. Kırsal alan çözülürken şehirler büyüdü, eğitim standartlaştırılarak yaratıcılık zayıflatıldı, yeni pazar arayışları büyük paylaşım savaşlarını doğurdu, insanın dünyası parçalandı vs. Günümüzde de bu durum değişmedi, aynı belirleme devam ediyor.
Bir bütün olarak sanayi uygarlığının bu algılama tarzı reel sosyalizmde kendini yeniden üretir. Orada da ilerleme, üretici güçlerdeki gelişmeye ve üretimin daha da arttırılmasına indirgendi. Bunun sonucunda kapitalizmin yarattığı tahribatın –boyutları daha az olmak üzere- bir benzeri reel sosyalizmde ortaya çıktı. Doğa, gücü ötesinde tüketilir. Başarı ise üretimde kapitalizmi geçmeye indirgendiği için düşünsel ve manevi dünyası körelen insan, kendine ve emeğine yabancılaşır.
Peki ilerleme bu değilse nedir? Zaten insanlık ilerlemiyor mu? İlerleme, salt üretici güçlerdeki gelişmeye indirgenemez. Kuşkusuz bu önemli bir gösterge. İnsanın, üretici güçlerde büyük bir ilerleme sağladığı da görülüyor. Ama bu, işin bir yanı. Diğer yanı ise insanın insanla ve doğayla kurduğu ilişkisinde özgürleşmesi, kendisini boğan her türden yabancılaşmayı ve iktidar ilişkisini parçalaması, özgür, eşit, adaletli ve hiyerarşiye dayanmayan bir toplumsal sistem kurması noktasında tarih içinde katettiği mesafedir. Konuyla ilgili şunlar söylenebilir: Bir; üretici güçlerdeki gelişme kendiliğinden ve birebir düzeyde toplumsal yaşamı ve insanın bilincini otomatikman ilerletmiyor. Günümüzde bilim ve teknolojideki gelişme meydanda… Ama o gelişmeye denk düşen, insanın kendisi ve doğayla barışık bir yaşamdan bahsetmek mümkün değil. Toplumsal yaşam ve insanın ilerlemesinde “insan iradesi”nin vazgeçilemez bir rolü var. Bu irade olmaksızın değişim kendiliğinden olmaz. Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı Avrupa’da yaşananlar bunun bir başka örneği. Bir yandan üretici güçlerdeki gelişme diğer yandan burjuvazinin, toprak sahiplerine karşı çok yönlü mücadelesi içiçe geçti. Kuşkusuz maddi üretimdeki gelişme kendi çıkarının bilincindeki bireyi/özneyi ortaya çıkardı. Ama Aydınlanma, bu iradenin ortaya çıkardığı yeni bir bilinç durumudur aynı zamanda. İki; insanlığın, toplumsal yaşamında bir ilerleme olduğu gözle görülebilir bir durum. Sınıf mücadelelerinin tarih boyu biriken kazanımları; din ile felsefenin, bilim ve dinin ayrışması; aklın, dinin hegemonyasından kurtularak doğayı ve toplumu kavramaktaki gücü; hakların hukuk ile güvence altına alınması; kendiliğinden bir yaşam süren insanın 19. yy’da ilk kez tarihsel bir bilince kavuşması ve geleceğin maddi temelleriyle öngörülebilir hale getirilmesi; bunun peşi sıra gelen Ekim Devrimi deneyi vs insanlıktaki ilerlemenin göstergeleridir. Üç; fakat insanın toplumsal yaşamı ve bilincindeki bu ilerleme, ivmeli ve doğrusal bir çizgi olarak hareket etmedi. Helezonik, inişli-çıkışlı bir gelişmeden bahsedilebilir. Üretici güçlerdeki ilerleme çizgisi ise doğrusaldır. İkisi arasında çok yönlü karmaşık bir ilişki var. Meselâ bugün üretici güçlerdeki gelişme ile toplumsal yaşamdaki ilerleme arasındaki makas, giderek açılmakta. İnsanlığın 150 yıl boyunca elde ettiği kazanımlar adım adım geriletiliyor. Bunun dışında, sınıflaşmayı; insanın doğadan kopmasını; kendine, ürettiklerine ve diğer insanlara yabancılaşmasını; kadın-erkek arasındaki eşitsiz ilişkileri; doğayla ve öteki insanla ilişkisinde hiyerarşiyi ve hegemonik iktidar ilişkilerini yeniden üretmesini gerileyen yanlarının göstergesi olarak değerlendirmek gerekir.
İçeriğini, sanayi uygarlığının argümanlarından alan ilerlemenin bir diğer yüzü hep daha fazla üretim anlayışında somutlandı. Ölçü bir kez bunun üzerine kurulduktan sonra kara delik misali çevresindeki herşeyi kendi ihtiyaçlarına göre yutmaya başlar. Kapitalist dünyada kaşılaşılan sorunların bir benzerinin reel sosyalist ülkelerde yaşanması bununla ilgili. Neydi bunlar? Doğa ve insan arasında uyumlu bir ilişki kurma yerine fetih ve talan hakim olan anlayış oldu. Brezilya’da yağmur ormanları nasıl ölüyorsa, Sibirya buzulları da eriyor, ormanları yokediliyor. Kapitalizmde nehirler-göller nasıl kirleniyorsa, Aral Gölü de kuruyor. Nükleer kirlilik bir tek Batı’da görülmüyor, bir de Çernobil’de açığa çıktı. Gitikçe büyüyen ve içinde yaşayan insanları boğan kentler sadece New York, Londra, Bombay, Rio vs değil Moskova’dır aynı zamanda.
Ortaya çıkan bu sonuçlar bir başka biçimde, teknoloji ekseninde tartışılabilir: Teknoloji amaç mı, araç mı? İnsan mı teknolojiyi yoksa teknoloji mi insanı yönlendiriyor? Teknolojinin hızlı gelişimi ve insanı boğan yanlarını herkes kabul ediyor. Fakat sol’da sorun, “Teknolojinin önünde duramayız. Zaten sorun teknolojide değil. Onun, kimin mülkiyetinde olduğudur” şeklinde tarif edilerek, problem sadece mülkiyet meselesine indirgeniyor. İlk bakışta yeterli bir cevap gibi gelir bu insana. Fakat reel sosyalist ülkelerde teknolojinin mülkiyeti devletin kontrolündeydi. Aynı problemler orada da insanlığın karşısına çıktı. Teknolojinin yaşamı kolaylaştıran boyutları kadar insanı yabancılaştıran ve nesneleştiren yanları, doğayı tahrip etmesi, yaşamın merkezine kendini dayatması/amaç haline gelmesi, büyüyen kentler vb tüm sorunlar her iki düzende, aynı düzeyde olmasa da, yaşandı. Demek ki teknolojinin insanı boğan yanları, salt mülkiyetinin el değiştirmesiyle çözümlenemiyor. Bunu gördük.
Bunun temelindeki teorik neden ise bilim ve felsefe arasında giderek açılan makasta yatar. Bilim ve teknolojinin, ahlâki kaygılar gütmediği ve tartışmalı olmakla birlikte kısmen de olsa kendi yolunu açarak yürüdüğü biliniyor. Onun sonuçlarının insanileştirilmesi (bugünkü gibi insanı nesne haline getirmemesi) ancak felsefe ile arasındaki ilişki korunarak sağlanabilir (Kuşkusuz mülkiyetin toplumsallaştırılması bunun ilk adımı. Bilim ve felsefe arasındaki ilişkinin çözüm gücü olması ikinci adımdır).
Teknolojik determinizm, sanayi uygarlığının kabuğu soyulmuş özünü gösterir. Ama onu teknolojik ilerlemenin insan üzerinde yarattığı etkiler ilgilendirmez. Çünkü kapitalizm kârı merkeze alır. Sosyalizm ise bu türden bir ilerleme anlayışına sahip olmamalı. Dolayısıyla bilim ve teknolojideki ilerlemeyi (üretici güçlerin indirgenmiş hali diyelim buna) “bütüncül insan” yaratmak doğrultusunda yararlı hale getirmek zorunda. Bu da yine bilim ve felsefe arasındaki ilişkiyle sağlanır. Fakat Sovyetler, bilim ve teknolojideki gelişmeyi başat alırken felsefeyi (ve teoriyi) dondurdu. Böylece aradaki mesafe giderek açıldı. Sonuçta ortaya, teknik olarak becerikli ama ruhsal olarak kendine ve çevresine yabancılaşmış insanlar çıktı.
Sosyalizm sadece kapitalizmin aşılması değildir. Sovyetler sorunu ona indirgedi, sonuçta tekrar başa dönüldü. Yapılması gereken kapitalist ilişkileri yeniden üreten kültürün de aşılmasıydı. Yani sosyalizm esas olarak yeni bir uygarlık kültürü yaratmak zorunda. Bu ise, sanayi uygarlığının çağımızdaki sonuçları olan, ilerleme algısındaki teknolojik determinizmin, doğa-insan uyumsuzluğunun, bilim ve felsefe arasında açılan uçurumun, insanın nesneleştirilmesinin, giderek hızlanan yaşamın, her alanda merkezileşmenin dayattığı standartlaşmanın aşılması anlamına gelir. Çağın sorunlarıyla ilişkilenmek bunun için zorunlu. 1989’da Sovyet sosyalizminin çözülüşü ardından azgınlaşan emperyalist kapitalizme karşı “kapitalizm öldürür!” şiarıyla ortaya çıkan “küreselleşme karşıtı hareketler”, sorunlarla yüzleşmek isteyen bir grup insanın arayışı olarak görülmeli. Çağımız, insanlığın önüne ne tür sorunlar çıkarmışsa bunlara cevap olduğunu düşünen bir çok muhalif akım orada örgütlendi. Tabii müthiş bir kafa karışıklığı, bütünlüklü bir ideolojik görüşten yoksunluk ve mücadelenin sürekliliğini sağlayacak araçları üretememenin sıkıntıları içinde hareket ettiler. Ama bu zaaflı yanları, “küreselleşme karşıtı hareketler”den öğretici kimi sonuçlar çıkarmayı engellemez. Önemli olan, Marksist teorinin, o türden arayışları kapsayacak şekilde onunla ilişkilenmeyi becermesidir. Bu, kuşkusuz sınıf ekseni temelinde bir içerme olacak. Karşımıza çıkan çağa ait sorunları hızla Marksizm’in sorunu haline getirmek hem o güçlerin enerjisini düzen dışına yönelterek verimli hale getirir hem de Marksist teoriyi zenginleştirir.
Eğer bu ilişkilenme becerilemezse bunun sonuçları ne olur? N. Chomsky, yıllar önce Türkiye’ye geldiğinde Milliyet’te Çetin Altan’a bir röportaj verdi. Chomsky özetle, teknolojiden aldığı güçle ABD hegemonyasının giderek arttığını ve bu gidişi durdurabilecek insan iradesinin ise çok zayıfladığını, bundan dolayı da insanlığın geleceğine ilişkin karamsar olduğunu ve tersinden daha iyi olabileceğini gösterecek bir veri göremediğini söyledi. Altan ise üretici güçlerdeki gelişmenin insanlığı hep ilerlettiğini ve bunun önümüzdeki dönemde de devam edeceğini belirti. Bu bakış, daha derli toplu biçimde Server Tanilli’nin Değişimin Diyalektiği ve Devrim kitabındaki görüşlerinde bulunabilir. Tanilli kabaca 19. ve 20. yy’daki tarzda devrimler döneminin bittiğini ve çağımızın, iletişim ve bilişim teknolojisindeki muazzam gelişmelerle tedrici bir dönüşümün imkanlarını yarattığını söyler. Bu güveni ise yasalı duruma ve üretici güçlerdeki gelişmeye bakarak, insanlığın adım adım sosyalizme gideceği tezinden alır. Hem Chomsky’nin, geleceğe dair iyimser olmak için bir neden görememesi hem de Tanilli’nin üretici güçlerdeki gelişmeyle tedrici dönüşüme biçtiği aşırı kıymet, iradenin, eski biçimde işlevini yitirdiği noktasında birleşiyor. Her ikisi de farklı açılardan; birinde, iradenin kötü gidişatı tersine çevirecek gücünü ciddi biçimde yitirdiği; diğerinde ise dönüşümün iradi müdahaleyi daha az gerekli kıldığı noktasında çakışıyor. Gerçekte ise tıpkı doğa gibi tarihin de bir ereği olmadığı biliniyor. Üretici güçler de tarihe bir erek veremez. Bu anlamda tarihin iradi müdahaleleri daha az önemli kılarak ilerleyeceği doğru değil.
Bu tarz düşünüşün özellikle aydın çevrelerde çok yaygınlaşması ortada bir problem olduğunu gösterir. Çağı anlamaya ve insanlığın yaşadığı krizin nasıl aşılabileceğine ilişkin kafalarda oluşan sorulardır bunlar. Bu karışıklık, marksistlerin, çağımızın problemlerini kendine sorun yapmaktaki zaafını gösterir. Kuşkusuz var olan tıkanma ve kafa karışıklığı ilk kez yaşanan bir durum değil. 20. yy. başında da benzeri bir kriz yaşandı. O süreç, özellikle Lenin’in çözümlemeleri ve Ekim Devrimi’yle aşıldı. Bugün nasıl aşılacağı ise hâlâ belirsizliğini koruyor.
sosyalizmde iradenin rolü ve insanın yitirilmesi
Sosyalist sistemde irade, kendinden önceki tüm mülkiyetçi üretim biçimlerinden farklı olarak vazgeçilmez bir rol oynar. Ekonomik alt yapının inşâsı ve yeni bir bilincin oluşturulması tamamıyla insan etkinliğinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Çünkü sosyalist üretim biçimi, alt yapısının ilk nüvelerini kapitalizm içinde inşa etme koşullarına sahip değil. Halbuki önceki üretim tarzlarında her düzen kendi ekonomik alt yapısını bir önceki üretim ilişkileri içinde oluşturur. Meselâ burjuvazi, feodal üretim düzeni içinde hem ekonomik alt yapısını oluşturdu hem de siyasal varlığını garanti altına alacak bir hukuksal ortam yarattı. Sosyalist üretim biçimininse böyle bir imkânı yok. Her ne kadar sosyalizmin kurucu öğesi işçi sınıfı, burjuva düzeni içinden çıksa bile kendi ekonomik alt yapısını kapitalizm içinde değil, ancak onu aşıp yeni bir düzen inşâ ettiğinde kurabilir. Çünkü mülkiyetçi toplumların hiçbir egemen sınıfı kendi varlık koşullarını ortadan kaldıracak, mülkiyetsiz bir toplum düzeninin bağrında yeşermesine izin vermez. Bu da sosyalizmi, insanın başından itibaren kurucu bir öğe olarak rol oynaması yanıyla, bütün sınıflı toplum düzenlerinden farklı kılar.
Sosyalizmde insan iradesinin bu düzeyde kurucu rol oynamasının nedeni, bu alt yapısal koşulların bir sonucu. Fakat bunun başka bir nedeni daha var. O da şu; Marksizmin, üretim ilişkileri ekseninde şekillenen toplumsal yasaları tarihsel materyalizmle açığa çıkartması sonucunda, yasalarla sınırlanmış insan etkinliğinin, bu sınırlılıklardan kurtularak giderek özgürleşme imkânını elde etmesidir. Sosyalizm, bu özgürleşmenin maddi koşullarını oluşturan alt yapıyı sağlar.
Bu konuyu, “Marksizm bilim mi, ideoloji mi?” tartışması ile birlikte açmak gerekiyor. Çünkü yukarıdaki meseleyle birebir ilişkili. Öncelikle bilim ve ideoloji arasındaki farkı koyalım. İdeoloji, bir sınıfın, alt yapı tarafından belirlenmiş siyasi, felsefi, sanatsal vs düşünce biçimlerine denir. Bilim ise yasalılık anlamına gelir. Eğer ortada yasalı bir durum varsa orada bilimin varlığından bahsedilir. Bilim salt yasalı olanı açığa çıkarma, soyutlama ile yetinmez; o yasalı durumun zorunluluklarını aşmanın yol ve yöntemlerini de açığa çıkarır. Bir yanıyla insanın özgürleşmesinin önünü açar. Demek ki, bilimsel faaliyet iki olguyu zorunlu kılar. Bir; Maddeyi (olayları, gerçeği), hiçbir akıldışı yöntemle yorumlamaya izin vermeyecek şekilde izah etmeyi; ve, İki; Zorunlulukları ve bunun beraberinde getirdiği yasalı durumun varlığını gerektirir.
“Sosyalizmin bilimselliği”ni ve “tarihsel zorunluluğu”nu ortaya koyan Marksizmi sadece “işçi sınıfının ideolojisi” sınırlılığına hapsetmek doğru olmaz. Bu da var; ama onu aşar. Bundan dolayı tanımın içeriği, “Marksizm bir bilimdir, bilimsel bir ideolojidir” şeklinde doldurulmalı. Çünkü Marksizm, tarihsel ve toplumsal gelişmede asıl belirleyici olanın, zihinsel faaliyet veya kişilerin keyfiyeti değil, “üretici güçler/üretim biçimleri ve sınıf mücadeleleri” olduğunu gösterdi. Marksizme kadar tarih, her sınıf ve ideolojinin kendi öznel duruşuna göre yazılmıştı. Fakat bunların hiç biri maddi gerçekliklere dayalı bir açıklama getiremediğinden farklı tarih okumaları ortaya çıktı. Marksizm ise tarihsel dönüşümün temelinde rol oynayan saikleri maddi nedenleriyle açığa çıkardı. Buna göre tarihin ortak böleni ve ilerletici gücü, “üretim tarzı/üretici güçler” ve “sınıf mücadeleleri”dir. Diğer yandan Marksizm, bu maddi gelişmenin rastgele değil, zorunluluklar şeklinde ilerlediğini gösterdi. Zorunluluğun olduğu yerde ise yasalı durum olur. Tarihsel materyalizmle bu yasalılık ortaya çıkarıldı. Böylece, insanın tarih içindeki yürüyüşü anlaşılır hale gelir. Marksizm; dün-bugün-yarın ilişkisini kurarak, tarih boyu kendiliğinden yaşayan insan hayatına ilk kez bilinç faktörünü kattı. Bu bilinç, insanın, toplumsal yasalılığın farkına varmasıydı. Sadece bu değil. Bu yasalılığın nasıl aşılabileceğini de gösterdi. Marksizmi, ideolojinin sınırlarından (sınırlılığından) çıkarıp bilim haline getiren yanlar buralarda aranmalı. Kuşkusuz Marksizm’den önce insanlık, sınırlı da olsa hayatın dinamiklerine dair bir bilince ve sınanmış toplumsal/bilimsel kabullere sahipti; ama bunlar bütünlüklü bir izahtan yoksundu. Yasalı durum açığa çıkarılamamış ve dolayısıyla geleceğin öngörülebilirliği somut bir projeye dönüştürülememiştir. Marksizm bütün bunları insanlığın bilincine çıkarttı ve tarihi, gerçek anlamda “insanın tarihi” haline getirdi. Kabaca söylenirse, “tarihi insan yapar” soyutlaması bu bilinç sıçramasının ardından gerçek anlamını kazandı.
Yasalılık, bir kez insan bilincine çıkarıldı mı artık bu, o yasalı durumun nasıl aşılabileceğinin gösterildiği anlamına gelir. Dolayısıyla yasalılık, insanlık için körlemesine uyulması zorunlu bir durum olmaktan çıkar. Artık insan, yasanın kölesi değil, tam tersine onu aşabilmenin bilgisine sahip özgürleşmiş bir varlıktır. Kapitalizmden sosyalizme geçiş, aynı zamanda böylesi bir eşik noktasının atlanması olarak görülmeli. Sosyalizmle birlikte insan, yasalara boyun eğmekten kurtularak, süreci özgür biçimde kendi iradesiyle belirlemenin maddi imkânlarına sahip oldu.
Sosyalist düzende insan iradesinin, yukarıdan aşağıya niçin bu şekilde kurucu bir rol oynaması gerektiği ve bunu gerçekleştirebilecek imkânlara nasıl sahip olduğu maddi nedenleriyle gösterilmiş oldu. Bu durum insanın vazgeçilemez önemde rol oynadığı bir düzende, eğer bu yerine getirilemezse sonuçların ağır olacağına işaret eder. Sovyet düzeninde yaşanan buydu; sistem insanı yitirdi ve çöktü. Çünkü sosyalizmin, kapitalizmde olduğu türden halka rağmen, zorbalıkla ayakta kalma şansı yok. Sovyetlerin çöküşünde insan iradesinin rolünü oynayamamasının politik anlamdaki karşılığı ise “sosyalist demokrasi”nin yokluğudur. Dolayısıyla çöküş, sadece “dışsal nedenlerden kaynaklanan zorunluluğa” indirgenerek izah edilemez.
Sovyet insanının zorunlu ihtiyaçlarını giderme anlamında sorunu yoktu. Karnı doyuyordu, iyi bir eğitim alma ve sağlıklı yaşam koşulları sağlanmıştı. Ama sistem buna rağmen yine de yıkıldı. İnsanlar, maddi anlamda böylesine imkânlar sağlayan bir düzene sahip çıkmadı. Bunun önemli bir nedeni, halkın yönetime katılma mekânizmalarının yaratılamaması, tersinden söylenirse artan merkezileşme ve bürokratikleşmeyle birlikte sosyalizme olan ilgisini yitirerek sisteme yabancılaşmasıdır. Bunun dışında teorik anlamda sorunlara temel teşkil eden bir diğer neden ise bilim ile felsefe arasındaki ilişkisizlikte aranmalı.
bilim ve felsefe arasında açılan makas
Sovyet düzeni hem üretici güçleri geliştirdi hem de insanı teknik anlamda eğitti. Fakat buna rağmen insanların yaşamını anlamlı kılamadı/anlam katamadı. Çünkü insanların dünyayı algılama ve değiştirme bilinci körelmişti. Bilinçte oluşan bu çoraklaşma kapitalizmin albenili “tüketim dünyası”na gıpta ile bakan insan tipini ortaya çıkardı. Bu durumun nedenleri bilim ve teknolojide ileri adımlar atılmasına rağmen aynı düzeyde felsefi-düşünsel gelişme sağlanamamasında aranmalı.
Sosyalizmin yeni bir yaşam biçiminin örgütlenmiş hali olması gerektiği biliniyor. Hiç kuşkusuz bunun felsefi-düşünsel temeli olmak zorunda. Marksizm bu temelleri attı. Fakat bu tamamlanmış bir öğreti değil; tam tersine çağın sorunlarıyla ilişki içinde kendini yeniden üretecek ucu açık bir sistemdir. Yapılamayan buydu. Daha fazla geliştirilemedi. Gelişme, maddi yaşamın ilerlemesine paralel biçimde ancak onunla kurulacak ilişkiyle sağlanabilirdi. Bu ise üretici güçler ile felsefe ve düşünsel yaşam; indirgeyerek devam edersek, bilim ve felsefe arasında kurulan ilişki anlamına gelir. Çağımızda her ikisi arasındaki makas giderek açılıyor ve reel sosyalizm de bu aralığı yeterince kapatamadı. Son dönem itibariyle buna bir başlangıç aranacaksa, 20. yy’ın başıdır denilebilir.
Bilim ile felsefe arasında açılan makas çağımızın bir sorunu değil. Geçmişte yer yer bu ilişki birbirini geliştirecek şekilde çakıştı, yer yer makas açıldı. Tarihsel olarak bu ilşkinin nasıl kurulduğunu kısaca irdelemek gerekiyor. Reel sosyalizmde bunun problem haline gelmesi bu biçimiyle daha güçlü kavranır.
İnsanlık tarihinin başlangıcında bilim değil teknoloji var. Bilim, teknolojideki (veya üretici güçlerdeki) gelişmenin ardından, bir soyutlama olarak gündeme gelir. Felsefe ise başlangıçta dinsel dogmalardır. Bu dogmalar, adım adım felsefenin ortaya çıkış koşullarını geliştirdi ve Antik Yunan döneminde felsefe ilk kez dinden ayrıştı. Antik Yunan’a değin bilimle dinsel dogmalar arasında, pratik ve yarara dayanan bir ilişki var. Yunan döneminde salt pratik olmayla kendini sınırlandırmayan, aynı zamanda soyut düşünme becerisi ve bir soyutlama olarak felsefenin ortaya çıkışı önemli. İlk felsefeci olarak kabul edilen Thales aynı zamanda bir bilim insanı. Aslında felsefenin bilimle-maddi olanla bu denli yakın ilişkisi çok olumlu. Anadolu’daki ilk felsefe okulları olan Milet ve İyonya felsefecileri aynı zamanda fizik bilgini. Doğayı tamamıyla fiziksel nedenlerle izah ediyorlar. Fakat bilim, insan aklının doğayla ilgili sorularına hızla cevap veremeyince, akıl, bunları kendisiyle yetinerek izah etmeye yöneldi. Sokrates, Ksenofanes ve Elea Okulu ile felsefe, bilimden önemli ölçüde koptu. Felsefedeki spekülatif yan o süreçte gelişti. Böylece materyalizm ve idealizm, Antik Yunan’da sistemleşmiş oldu. O süreçten sonra bilim ve felsefe arasındaki makas giderek açılır.
Bu makas, İslâm uygarlığı döneminde kısmen kapanır. Fakat merkeziyetçi yönetim ekonomik anlamda kendine yeterli olması nedeniyle gelişme dinamiklerini yitirdi. Bundan dolayı üretici güçler ile bilim ve teknoloji gelişme imkânlarını kaybetti. Mevcut durumu aşacak yeni üretim ilişkileri ve yeni bir sınıf gelişemediği için de bilim ve felsefe ihtiyaç olmaktan çıktı. Sonuç olarak, İslam felsefesi bir bütün olarak o dönemde akıl ve bilimden yararlandı; ama dinle arasında ciddi bir ayrışma yaşanmadı. Çabalar, Yunan felsefesini Müslümanlıkla uzlaştırma ile sınırlı kaldı. Felsefe 12. yy’da önce Mağrib’e oradan da Avrupa’ya geçti. Üretici güçlerin gelişmesi, coğrafi keşifler, çok parçalı Avrupa’daki rekabetçi devletçiklerin varlığından kaynaklı görece özgürlük ortamı ve burjuvazinin ortaya çıkışı, yeni bir dönemin doğuşunu zorluyordu. Bu, bilimi ihtiyaç haline getirdi. Bilimin sonuçları ve yeni üretim ilişkileri de felsefi gelişmeyi ortaya çıkardı. Burjuvazinin toprak aristokrasisine karşı yeni bir düzen kurma arayışı, bilim ve felsefenin hızlandırıcı dinamiği oldu. Bunun ardından gelen 18. yy. Aydınlanma felsefesinin geliştirici dinamikleri, bilim ile felsefe arasındaki ilişkiyi geliştirir, aradaki makas kapanmaya başlar. 19. yy. Sanayi Devrimi ise önceki yüzyıllardaki gelişmelerin doruk noktası olarak görülmeli. Hem bilim hem de teknolojide muazzam gelişmeler olur. Öte yandan, burjuvazinin bu yüzyılda gerici karakteri iyice açığa çıktı ve felsefeye olan ilgisini giderek yitirdi. Onu artık sadece üretici güçlerdeki gelişme, yeni pazarlar, daha fazla üretim ve kâr ilgilendirmeye başladı. Bu dönemde felsefe, bir yandan kapitalizmin insanlığın önüne çıkardığı sonuçlardan dolayı geleceğe kötümser bakar; diğer yandan ise Marks ve Engels’in öncülüğünde sıçrama yaparak yeni bir bilinç durumu yaratır. Felsefe ve bilimin birbirinin önünü açması ve dolayısıyla aradaki en yakın ilişki 19. yy’da Marksizm ile sağlanır. Ekim Devrimi sürecine böylesi bir tarihi mirasın ardından girildi.
20. yy. başında, emperyalist burjuvazinin en önemli uğraşı yeni pazarlar arayışıdır. Bunun için felsefi gelişmeyi önemsemez. Ekim Devrimi, bu anlamda önemli bir fırsat olur. Son birkaç yüzyıldır süren bilim ve felsefe arasındaki verimli ilişkinin, devrimin yarattığı özgürlük ortamı içinde daha hızlı bir gelişmeyle devam edeceğine inanılır. Hem bu zorunlu bir ihtiyaçtır Sovyetler’de. Çünkü sanayi uygarlığının zihinsel zemininde yeni bir düzen inşâ edilemezdi. Üstelik görev basitçe yeni bir düzen için gerekli kültürel ortamı yaratmakla da sınırlı değildi. İçeride bu sorunlar çözülmesi gerekirken, dışarıda da sanayi uygarlığı, insanlığın önüne tarihte ilk kez karşılaşılan türden sorunlar çıkarttı. Dolayısıyla reel sosyalizme, felsefi düşünüşü geliştirmek dahil, büyük görevler düşüyordu. Fakat bunlar başarılamadı; bilim ve felsefe arasında son 300 yıldır sürdürülen karşılıklı ilişki giderek kopmaya başladı. Aradaki makas açılıyordu. Reel sosyalizm de ilerlemeyi, salt üretici güçlerin gelişmesine indirgemişti. Bilim ve teknoloji temel dinamik olarak alınırken, yeni bir bilinç durumunun ve bütünlüklü düşünen insanın yaratılması sorunları görmezden gelindi; teori, varolan statükoyu koruma adına dondurularak güncel politik çıkarlara hizmet eder hale getirildi. Sonuçta 20. yy. her iki sistemde de bilimin daha az, teknolojininse daha fazla geliştiği ve felsefe ile bilim arasındaki mesafenin giderek açıldığı bir yüzyıl oldu.
Aslında bilim ve teknoloji 20. yy’da yaşamı daha da kolaylaştırdı. Ama bu gelişmeye rağmen insanın kendine, doğaya ve topluma olan yabancılaşması arttı ve insan kendini giderek makinenin parçası olarak görmeye başladı. Bu sorunun aşılması, bir diğer deyimle bilim ve teknolojinin sonuçlarının insanileştirilmesi ve yarattığı sonuçlar üzerinden dünyayı yeni bir algıyla kavrama becerisinin kazanılması, ancak felsefi çaba ile sağlanabilirdi. Bu yapılamadı. Sovyetler uzaya çıkma başarısını gösterdi; ama insan hayatının anlamını derinleştiremedi. Oluşan bu boşluğu da Batı’nın “tüketim kültürü” dünyası ve hedonizm doldurdu.
Reel sosyalizm, açılan bu boşluğu dolduramayınca başkaları bu alana girdi. Sınıfsal temellerinden kopartılmış teknoloji düşmanlığı bunun bir örneği. Sorun salt teknolojinin yarattığı sonuçlara indirgendi. Bunun kimin mülkiyetinde olduğu çoğunlukla es geçildi. Madem ki teknoloji, savaşları giderek acımasızlaştırmış, insanı makinanın bir parçası haline getirmiş, doğayı tüketmiştir; o halde teknolojiye karşı durmak gerekir! Diğer yandan, sınıflar üstü kavramlaştırmalar ile tarihi yeniden okuma biçimleri geliştirildi. Buna göre akıl, ilerleme, Tanrı, uygarlıklar savaşı (medeniyetler çatışması), doğu/batı, güney/kuzey, tarım toplumu/sanayi toplumu türünden kavramlaştırmalar tarihsel dinamiklerin yeni okuma biçimleri oldu. Maddi alt yapıya dayandırılmayan bu izahlar, sınıflar üstü ve kendiliğinden gelişen üst yapı kavramları gibi algılanır. Türkiye’de özellikle İslamcılar bu izah tarzını hemen benimsedi. Dünyadaki ve ülkemizdeki sorunların en temel nedenini laiklik, sekülerizm ve Aydınlanma Aklı olarak gösterip, Tanrı’nın merkez olmaktan çıkarılarak, insan etkinliğinin ve aklın bunun yerine ikâme edilmesini bütün problemlerin kaynağı olarak tarif ettiler.
(YENİDEN) NASIL KURACAĞIZ?
“Niye yıkıldı?” ve “(yeniden) nasıl kuracağız?” sorularının cevapları önemsenmelidir. “Niye yıkıldı?”sorusu önceki bölümlerde, politik değil ama teorik nedenleriyle cevaplanmaya çalışıldı. “Nasıl kuracağız?”meselesine gelince: Bir; üretimin örgütlenmesinden hayatın yaşayış biçimine, sürekli büyüme çabasından enerjinin artan tüketimine, insan ilişkilerinden kentleşmenin kontrolsüzce şişkinleşmesine, hayatın her alanında karşımıza çıkan tempo yani “hız”, hayatın hızı, kesilmeli. Hız’dan; sanayi uygarlığının mantalitesi ve ihtiyaçlarına göre inşâ edilmiş yaşamın maddi üretimi, o eksende şekillenen yaşam temposu ve akışı anlaşılmalı. Bugün, dünden çok daha fazlasıyla yaşam öylesine örgütlenmiş, standardize edilmiş ve bir tempoya kavuşturulmuş ki, hiçbir insanın “artık zaman”ı kalmıyor geriye. Maddi-manevi anlamda hayatın ritmi, insanları sürekli bir koşturmacaya zorluyor.
Zaman, maddenin varoluş biçimlerinden biri ve göreceli bir kavram. İçinin doldurulması, maddenin yeniden örgütlenmesi insanla ilgili bir sorun. İçinde bulunduğumuz an’da, zamanı soluk soluğa ve hep bir yerlere yetişecekmiş gibi yaşama anlayışı, sanayi uygarlığının empoze ettiği bir algılama tarzı. Bu algılama ve yaşam biçimi mutlak değil, değişkendir. Merkezinde hep daha fazla üretimin olduğu ve bütün yaşamın bu alt yapıya göre şekillendiği –hızlandığı- mevcut dünyada, üretimin örgütlenme biçimi değiştirilemezse yeni bir zaman kavrayışı yaratılamaz. Bu yaratılamadığı takdirde; zamanın akışına yetişememe, yaşam hızının başdöndürücülüğü, zamansızlıktan kaynaklı ilişkisizliğin meydana getirdiği yabancılaşma ve boğucu ortam türünden günümüze ait tüm sorunlar, olduğu gibi sosyalizme taşınır. Devam eden bu bunaltıcı problem, yeni bir zaman algılamasını zorunlu kılıyor. İki; Ortaçağ’da insanlık “Tanrımerkezli” düşünüyordu. Rönesans’ın ardından ise “insanmerkezli” düşünüş adım adım hakim kılındı. Bu, kuşkusuz çok önemli bir adım. Ama insan merkezli düşünüş, kendi içinde kimi tutarsızlık ve yanlışları içeriyor. Tutarsızlığı; insanı merkezine almakla birlikte, mülk sahibi bir grup insanın diğer insanlar üzerinde kurduğu şiddetli tahakkümde; yanlışlığı ise insanı, doğanın bir parçası olarak görmemesi ve doğanın üzerinde fethetme-iktidar olma perspektifini esas almasında yatar. Gerçekte ise insan, doğadan bağımsız düşünemez ve yaşayamaz. Reel sosyalizm de bu perspektifle hareket etmedi. İnsanı kuşatan, doğayı görmezden gelen bir yaşam kurdu. Bunun maddi ve manevi anlamda insanı boğan sonuçları oldu. Dolayısıyla kuracağımız yeni yaşam, insanın da bir parçası olduğu “doğamerkezli” olarak örgütlenmek zorunda. Üç; sanayi uygarlığının varolma biçimi olan “ilerleme” algısı değiştirilmeli. İlerleme, sadece üretici güçlerin gelişmişliğiyle değil, aynı zamanda insanı boğan her türden (kendine, öteki insana, doğaya ve topluma olan) yabancılaşmanın aşıldığı ve sınırlılıkların kaldırıldığı büyük bir özgürleşmeyle örtüşmeli. Dört; dünyadaki mevcut üretim miktarı düşürülmeli. Bugünkü fazla üretimin nedeni ihtiyaçlar değil, kâr güdüsü, yanlış planlama ve yarıştır. Daha az ama akılcı bir üretimle insanlığın ihtiyaçları karşılanabilir. Fazla üretim, insanı ve doğayı tüketmekten başka bir işe yaramıyor. Beş; bilim ve felsefe arasında açılan makas kapatılmalı. Bu zorunluluk, bilimde ve üretici güçlerde meydana gelen gelişmelerin ardından yeniden şekillenen dünyayı algılama ve yorumlama becerisini kazanmak için gerekli. Bu durumsa, felsefi düşünüşü zorunlu kılar. Ancak bu bilgi sağlanabildiğinde değişen dünya yeniden anlaşılır hale gelir. Meselâ interneti düşünelim. Üretici güçlerde yeni gelişmelerin önünü açtı. Ayrıca, insanın günlük yaşamına hızla girerek bilgiye ulaşım imkânını arttırdı. Bir dönem matbaa, bilgiyi nasıl geniş kitleler nezdinde bilinebilir hale getirip önemli sonuçlar yarattıysa, şimdi internetin benzeri etkiler yaratma durumu var ve bu olasılık değerlendirilmek durumunda. Burada felsefenin iki tür rolü var: a) bilimin, dünyayı algılayış tarzında yarattığı değişimi anlaşılır kılmada oynayacağı rol. b) çağımızın bilgisi çok fazla. Fakat bu bilgiye erişmek hem zor hem de elde edilen bilgi çok parçalı olduğundan kullanılabilir hale getirmek sorunlu. Bilgiyi, sistemleştirmeden ve kavramlaştırmadan yararlı hale getiremeyiz. Soyutlama yapmayı zorunlu kılan bu durum, ancak felsefi düşünüşle sağlanabilir. Altı; Paris Komünü, iktidar olmanın gereklerini yerine getiremediğinden dolayı erkenden yıkıldı. Sovyet düzeninde bu eksikli durumun, aşırı tahkimat ve merkezileşme ile kapatılabileceğine inanıldı. Devletin (güvenlik aygıtlarının) giderek büyütülmesi, özerk alanları ve yerel insiyatifi boğan merkezi hegemonyanın iktidarı, silahlanma yarışı vs Sovyet düzeninin kendini koruma biçimi oldu. Fakat sonuçlar çok öğretici. Teoride öngörülenin tersine, devleti güçlendirmek ve onu yaşatmak adına bütün dış halkaları Sovyet devletine tâbi kılmak da yıkılışı durduramadı. Bu sonuçlar, kuracağımız düzenin nasıl olmaması gerektiği konusunda geriye birçok ders bıraktı. Devletin büyümesinin, yabancılaşmanın en ileri düzeyde yeniden üretilmesi anlamına geldiği ilk derslerden biri. Bunun aşılması sosyalist demokrasinin işler kılınmasını, devletin küçültülmesini ve merkezi gücün dağıtılmasını zorunlu kılar. Yedi; sosyalizm, salt zihinsel anlamda yeni bir uygarlık projesi değil, aynı zamanda kendine özgü yeni bir kültür ve yaşam tarzı anlamına da gelmeli. Büyük yerleşim birimlerinin ortadan kaldırılması/küçültülmesi bunun bir örneği olarak görülebilir. Sanayi uygarlığının üretimi artırmanın bir parçası olarak örgütlediği büyük kentler, hem doğayı tahrip eden hem de insanı boğan yerleşkeler haline geldi. Reel sosyalizmin pratiği bu konuda farklı olmadı. Önümüzdeki dönemde bu anlayış, insanın doğayla uyumlu ilişkisini bozmayacak küçük yerleşim birimlerinde yaşamasını örgütleyecek biçimde değişmek zorunda. Sekiz; sınıf eksenine ve sosyalizm hedefine kilitlenmeyen her hareket, düzen içi hale gelir. Bu bilinç kaybedilmeksizin yeni toplumsal dinamiklerle ilişki geliştirilmeli. Çünkü karşımıza yeni sorunlar çıktıkça bu türden dinamikler de çıkacak. Fakat önemli olan, onların, özgün durumunu göz önünde bulundurarak ilişkilenmek; sorunların kökeni ve temelli çözümünü göstererek, sınıf hareketiyle bütünleşmesini becerebilmektir.
Bu saptamalara, Türkiyeli sol bir hareketi yeniden örgütlemek için yerel düzeyde gerekli bazı eklemeler yapılmalı. Zaten sol hareketin tarihine ilişkin ilk kısımda yapılan eleştiriler tersten okunursa, önaçıcı olabilecek önermeleri de içinde taşıdığı görülür. Eklemeler bunun devamı olarak görülmeli.
Bir; sol’da yeni bir çıkışın çerçevesini sadece devrimci siyasetin dayattığı ihtiyaçlar doğrultusunda belirleyemeyiz. Bu toprakların ve insanların gereksinimi bunun daha ötesinde bir arayıştır çünkü. Bundan dolayı sol, yeni bir “aydınlanma hareketi” olarak ortaya çıkmak zorunda. Yaşadığı çağla ilişki içinde, her türden geriliğe meydan okumalı ve felsefe, siyaset, tarih, bilim, edebiyat, müzik vs yaşamın her alanında önaçıcı fikirleri olmalı. Kuşkusuz bu tek başına zihinsel bir faaliyetin sonucu olmayacak. Aynı zamanda pratik mücadelenin yol açıcılığıyla gelişecek.İki; sol, ikili bir yol geliştirmek durumunda. Bir yanıyla bu toprakların rengini alan yerel bir damar diğer yanıyla da uluslararası hareketin ve sorunlara çözüm üretecek sürecin, kopmaz bir parçası olmalı. Özgünlüğünü içinde taşımayan her hareket nasıl ezberci/taklitçi olursa, evrensel süreçten kopan her hareket de ufuk daralmasına uğrar. Sol’da bu problem daha fazlasıyla yerel bir hareketin yaratılamaması biçiminde kendini gösteriyor. Yakup Kadri’nin“Yaban” romanındakine benzer bir yabancılaşma bunun somut örneği. Buna, sol’un laiklik-şeriat, kışla-cami, evrensellik-yerellik, modernlik-muhafazakarlık, batıcılık-doğuculuk vs ikilemleri karşısında, bu ikilemlerin dışında düşünememesi, kendi seçeneklerini yaratamaması ve kimlik eksenli siyasetin ufkuyla sınırlı kalması kitlelerle ilişkilerinde çoğu zaman yanlış konumlanmasına neden olmaktadır. Halbuki sadece bu ikilemler üzerinden düşünmek Kemalist modernleşmenin dayatmalarıdır ve kitleleri, emek eksenli bir siyaset çerçevesinde değil, kimlik eksenli bir siyaset etrafında bölen yanlış bir stratejidir. Sol’un önemli bir kısmının bu gerilim noktaları üzerinde sürekli “kışla” ile aynı safta davranış geliştirmesi sorunludur. İndirgenerek söylenirse, bu durum bile kendi topraklarına yabancılaşmış yerel damarı çok zayıf bir duruşa işaret eder. Sorunun aşılması, Marksist teoriden beslendiği kadar bu topraklardaki her türden birikimi kapsayan, Türkiyeli sol bir hareketin geliştirilmesinden geçer. Üç; sol, çağdaşlığı Batılı olmayla birebir örtüştüren sınırlandırıcı bakışı aşarak, bu topraklara özgü bir modernleşme projesi yaratmalı. Bu proje, tarihsel geçmişimizle barışık ve kendi kültürel birikiminden beslenmeli. Son 200 yıldır yaşanan kültürel kırılmanın neden olduğu kimlik krizi başka türlü aşılamaz. Kuşkusuz, ülkelerin kendisinden ileride olan her gelişmeden etkilenmesi eşyanın doğasında var. Dolayısıyla Batı’nın çağcıl/tarihsel kimi birikim veya değerlerinden etkilenmek anlaşılabilir bir durum. Ama bu, kendi tarihsel birikiminin içini boşaltma pahasına gerşekleştirilemez. Bu tarz bir dayatma, tepkisel sonuçları da beraberinde getirir. 19. ve 20. yy’daki modernleşmeci hareketler, çoğu zaman sömürgecilikle birlikte geldi. Anti-sömürgeci hareketlerin sadece işgale değil, işgalle birlikte gelen Batı’cı kültüre karşı çıkması bununla ilgili; ve bu durum çoğu yerde tersinden “yerel” ama “gerici akımları” güçlendirdi. Benzeri sonuçlar Türkiye’de de yaşandı (bu yetmiyormuş gibi sonraki yıllarda başkaca dışsal nedenler, “Türk-İslam sentezi” doğrultusunda varolan gericiliği daha da büyüttü. TC’nin 1952’de girdiği NATO eliyle, Sovyet sosyalizmine karşı “yeşil kuşak” politikası doğrultusunda içeride İslamcılık örgütlendi. Sonrasında 1970’lerde geliştirilen emperyal “neoliberal” politikalara tepki olarak sağcı “muhafazakarlık” giderek büyüdü. 1989’dan sonra uluslararası sermayenin hiçbir ulus devlet engeliyle karşılaşmaksızın yayılması anlamına gelen “küreselleşme” süreci de yine tepki olarak “milliyetçiliği” güçlendirdi). Bundan dolayı bizden ileri olan her türden gelişme karşısında, halkların “kendi zamanı”nı yaşadığı gerçeğini ve tarihsel birikimini gözardı etmeyecek şekilde ilişki geliştirilmelidir (bu yanıyla son 200 yılda yaşananlar bir “modernleşme” tarihi mi yoksa “yabancılaşma” tarihi mi olarak okunmalı, sorusu önemlidir. İslamcılar bu tarihi kabaca kendi tarihimizden uzaklaşmak, “yabancılaşma” tarihi olarak, Kemalistler bu dönemi ”modernleşme” tarihi olarak ve Kürtler “sömürgecilik” tarihi olarak okur. Sol..?). Dört; aydınlanmacı bir projeye sahip olması gereken sol’da yeni bir çıkışın en temel argümanı (“adalet” ve “eşitlik” anlatısı dışında), özgürlük felsefesiyle derinleştirilmiş “özgürlükçü” bir proğram olmalıdır. 1971’de Soğuk Savaş yılları (1947-91) esnasında uluslararası tekeller, güya “dünyanın durumunu iyileştirmek” amacıyla Davos Dünya Ekonomik Programı toplantılarına başladı. Davos; hem ‘70’lerin başında kapitalist merkezlerde ortaya çıkan ekonomik krize hem de Sovyetik rejimlerin eleştirisi üzerinden, sol’un iki ana mottosu olan “eşitlik” ve “özgürlük” damarına müdahale etmeyi hedefliyordu. İktisadi anlamda “neoliberal politikalar” bu süreçte geliştirildi. Friedman önderliğindeki Chicago Okulu parasalcı politikalarla, devletin iktisadi yaşama müdahalesine karşı çıkarken piyasanın mutlak üstünlüğünü hakim kılmayı esas aldı. Tekeller; “iktisadi liberalizm”in ihtiyaçlarının siyasal alanın da liberalleşmesini gerektirdiğinden hareketle, eğitimden başlayarak bütün “sosyal haklar”a müdahale etmeye başladı ve bunun da ancak “devletin küçültülmesi” ile sağlanabileceğini ilan ettiler. “Devletin küçülmesi” aynı zamanda “özgürlük” alanlarını büyütecekti. Sovyet düzenindeki, öngörülmediği halde devletin siyasetin bütün alanlarına yayılması türünden kimi hatalı uygulamalar, bu içi kof özgürlük söylemini, neoliberal siyasetin sloganı haline getirdi. ‘68 olaylarının ortaya çıkardığı dinamizm bu sayede düzen içi hale geldi; özgürlük, “tüketim kültürü özgürlüğü”ne indirgendi. Bu sürecin ardından, “özgürlük hemen şimdi” veya “just do it” tekellerin marka sloganları oldu. Sol’un en önemli iki damarından biri olan “özgürlük” teması artık sahte bile olsa neoliberalizmle, bize kalan “eşitlik” ilkesi ise sosyalizmle anılmaya başlandı. Sol’un proğramındaki özgürlükçülük ise “kimlik siyaseti”ne indirgendi, kimliklerin üzerindeki baskıların kaldırılmasıyla sınırlandırıldı. 1970’lerde burjuvazinin modern gericiliği postmodernizm de bu eğilimi büyüttü.
Yerel düzeyde ise Cumhuriyet modernleşmesi, Avrupa’dakinin tersine çok sınırlı düzeyde özgürlük getirdi (Türk egemen sınıfları 1971 darbesiyle “Kemalist modernleşme”den, 1980 darbesiyle Cumhuriyet’ten vazgeçti). Bunun direk sınıf mücadelesinin gelişkinliğiyle irtibatlı olduğu biliniyor. Tanzimat’tan bu yana modernleşmenin öznesi sınıf mücadeleleri değil de ordu/”kışla” ve sonrasında onun çizgisindeki proğrama sahip hareketler oldu. Bu da özgürlüğün daima vesayet altına alınması sonucunu doğurdu. Sol’un zihinsel yapısı bu durumdan etkilenerek şekillendi. Dolayısıyla ortaya yasakçı, kendi doğruları dışındaki bilgiyi görmezden gelen, eleştiriden korkan, feodal değer yargılarını yeniden üreten, özgürlüklerden korkan bir sol çıktı. Türkiye’nin kültürel anlamda hala bir köylü ülkesi olması da bu sorunları artırdı. Devletli bakışın cemaatçı, güce boyun eğen, itaatkar, eleştirel düşünceden yoksun, putlaştırıcı ve aydın düşmanı zihniyeti, günümüzde bile sol içinde kendini üretmeye devam ediyor. Özgürleşmenin zihinsel plândaki en önemli adımı, düzen ideolojisinden ve kültürel yabancılaşmadan kopuşla atılır. Her türden geriliğe karşı çıkan, farklı fikirlere açık, dogmalaşmış bilginin düşünceyi esir aldığı bilincine sahip, tartışmacı ve kapsayıcı, özgürlükçü bir sola çok ihtiyaç var. Hele ki merkezi otoritesiyle insanlara nefes aldırmayan ve bayağı kültürüyle dört bir yanı kuşatan bu sistem içinde, çok yönlü düşenen ve özgürlükçü yanıyla öne çıkmış sol zihniyet, her zamankinden daha fazla zorunluluk haline gelmiştir. Bu tarihsel geçmişin ardından atmamız gereken ilk adım gerçek bir özgürlük felsefesi ve proğramı oluşturmaktır. Bunu şimdiden bulunduğumuz her alanda pratikleştirdiğimiz ölçüde, içi boşaltılmış özgürlük kavramı yeniden sol’un en temel dinamiklerinden biri haline gelir. “Zorunluluklar dünyası”ndan “özgürlükler dünyası”na geçişin sadece özel mülkiyet düzeninin aşılmasıyla mümkün olamayacağı görüldü. Bunu içermekle birlikte daha fazlasına ihtiyaç var. Beş; sol ile İslam ve İslami kültür arasında geçmişten bugüne devam eden yabancılaşma aşılmak zorunda (İslam ayrı, siyasal İslam/İslamcılar ayrıdır. Aradaki farkı gözetmemek sol için apolitik bir bakıştır. Öte yandan İslamcılar’ın da devletin ve egemen sınıfların değil ezilen sınıfların yanında durması İslam’ın temel referansları gereğidir. İslamcılar ile devlet arasındaki fark, ne yazık ki soğan zarı kadar incedir). Yabancılaşmaya; sol’un, Kemalizm’in etkisiyle dine kaba yaklaşımı ve güçlü bir tarih bilincine sahip olmadığından dolayı halk kültürüne tepeden bakışı neden oldu. Halbuki İslam, kitleler nezdinde hiçbir zaman sadece bir din gibi algılanmadı. İslami referanslar halkın yerel kültürünü ve yaşam biçimini etkilemede çok belirleyicidir. Dayanışma/paylaşım/adalet/ahlak gibi sol’un da temel harcı olan kadim insani değerler, bu topraklarda kendini İslami duyarlılıklar altında yaşatmıştır. Dolayısıyla, sol’un İslam’a kaba yaklaşımı, kitlelerin dinsel duygularını rencide etmekle kalmamış, aynı zamanda kitlelere kültürel anlamda yabancılaşmasının da en büyük nedenlerinden olmuştur. Süre gelen bu gerilimin olabildiğince azaltılması, yabancılaşmanın aşılması önündeki en büyük engeli ortadan kaldıracaktır. Öte yandan sol’un, Cumhuriyet tarihi boyunca iktidara en fazla yaklaştığı dönem 1919-1921 yılları arasıdır. Bunun nedeni de, sol’un o süreçte İslam’a yaklaşımdaki inkârcı olmayan tavrı ve onunla kurduğu dolaysız ilişkide aranmalı. Bugün bu tarihsel deney göz önünde tutularak ülkenin temel bir gerçekliği olarak İslami duyarlılıklar hesaba katılmalı, “kültürel Müslüman”lığın zihin dünyasının aynı zamanda yerelleşmenin temel ayaklarından biri olduğu bilinmelidir. Altı; “Tek ülkede sosyalizm” çağından, birbirini tetikleyecek “bölgesel devrimler” çağına geçişi hayat zorluyor. Dolayısıyla sol artık daha fazla “bölgemerkezli” düşünmek zorunda. Bölgemiz özellikle önümüzdeki süreçte dünyadaki bir çok gelişmeyi yönlendirecek çelişki, dinamik ve doğal varlıklara sahip. Bir anlamda yeniden dünyanın merkezi haline geldi denilebilir. Bu durum, hem büyük emperyal pazar savaşlarını hem de yeni devrimci bir dalganın merkezi olma imkânını beraberinde getiriyor. Sol açısından varolan bu durum, bölge halkları ve kültürüyle aramızdaki gerilimin aşılmasını zorunlu kılmakta. Çünkü hızlı bir biçimde birbirini etkileyecek devrimlerin, bölgesel bir alt-üst oluşun koşullarını oluşturmaya başlaması, o kültürlerle barışık olmayı ve onları derinlemesine kavramayı gerektiriyor. Zaten bölge halklarıyla aramızda hem tarihsel hem de kültürel anlamda kopmaz bağlar var. Bu bağları açığa çıkarmak ve bu temelde yeniden ilişkilenmek, çağdaşlığı Batılılaşmakla eş gören 200 yüzyıllık modernleşme hareketinin sonucu olan kültürel travma ve kimlik sorunun aşılmasını da kolaylaştırır.
Rosa Lüksemburg’un bundan yüz yıl önce söylediği “ya sosyalizm ya barbarlık” şiarı, günümüzde “küreselleşme karşıtı hareketler”in bir dönem dillendirdiği “kapitalizm öldürür!” sloganı ve daha dün 16 yaşındaki İsveçli bir kız çocuğu Greta Thunberg’un iklim değişikliğinin yaratacağı tehlikeye karşı haykırışı, kapitalizmin, insanlığın önüne nasıl bir gelecek hazırladığını gösteriyor. “Ya sosyalizm ya barbarlık” şiarı bugün her zamankinden daha fazla yakıcı bir gerçekliktir. Çünkü kapitalizmin Dünya çapında dokunmadığı en küçük bir alan kalmadı. Kapitalizm; üretici güçlerden medeniyete, doğadan insana, bilimden akla, sanattan felsefeye, dinden ahlaka dokunduğu her alanı ve insanlığın tüm birikimlerini çürütüyor. Sadece ezilen sınıfların ve halkların değil doğanın da artık kapitalizmin bu akıl dışı işleyişe ve vahşi sömürü düzenine tahammülü yok. Eğer kapitalizmi yıkamazsak o hem doğayı hem de insanlığı yok edecek. Önümüzde duran görev sadece kapitalist sistemi yıkıp yerine sosyalist sistemi inşa etmek, yani yeni bir düzen kurmakla sınırlı değil. Bunun çok ötesinde, hayatı bütün veçheleriyle yeniden kurmak zorundayız. Çünkü 10 bin yıllık sınıflı toplumun yarattığı tahribatın başka türlü aşılamayacağı görülmüştür. Hayat, sadece yeni bir düzeni değil, onu içerip aşacak şekilde yaşamı ve uygarlığı yeniden kuracak 21. yy devrimciliğini göreve çağırıyor.