Hayvanlar dünyasında bile hayatta kalmanın koşulu olarak ebeveynler yavrularına avlanabilmeyi öğretmektedir. Doğanın sunacağı zorlukları karşılamak ve aşmak onu tanımayı gerektirir. İnsanlar da hayatta kalmaları için yavrularını eğitmiş, hayatı öğretmeye çalışmıştır. Ancak günümüz insanlığı, yavrularını hayatta kalmaktan ziyade, toplumsal katmanlaşmada bir pozisyon kapmak üzere eğitmekte. İnsanların ürettiği eğitim, hayatta kalma becerisinin edinilmesinden ve özgürleşmekten çok uzaklaşmış durumda üstelik. İnsanın toplumsallığı zedelenmiş, başkalarının özgürleşmenin şartı olduğu unutulmuş, bir “dostla hemhal olma” rafa kalkmıştır.
Şöyle bakalım tarihe, eğitim deyince ne yapmış/düşünmüş insanlık?
İnsan toplumsallığı, eğitimi sadece ebeveynlerin sorumluluğundan alalı çok zaman oldu. Eğitim ortak bir kurumsallık alanı oldu. Sümerlilerden kalma tabletlerde çocukların kurumsal disiplin altında eğitilmekte olduğu anlaşılıyor. Bildiğimiz şekilde entelektüel çerçevede sistematize edilişine Antik Yunanda rastlıyoruz. Pedagog, çocuk yetiştiren eğitimli köle anlamına gelirdi. Sokrates gibi filozoflar veya sofist denen eğitimciler daha çok gençleri ve yetişkinleri eğitmeyi amaçlardı. Bu dönemde Platon ve Aristotales gibi sistemli filozofların açtığı okullar da ilk önemli sistematik eğitim kurumları olabilir.
Sistematize ve kurumsal eğitim ilk kez Sparta ve Atina sitelerinde ortaya çıkmış olmalı. Aslında bu tür yatırımlar, mevcut bir ihtiyacın karşılığı olarak ortaya çıkar; eski aristokrasinin krize girdiği bir dönem olduğunu bu dönemin tragedyalarından anlıyoruz. Egemenliğin krize girdiği, aklın ve yasanın buyruğunu çağrılmasından anlaşılıyor. Bu dönemin tarihselliğine girmek gerekmiyor ama sınıflı bir toplumun çatışmalarının bertaraf edilmeye çalışıldığı da dönemin filozoflarının dilinden, felsefesinden anlaşılıyor.
Bir ticaret toplumu olan Atina’daki serbestliğe karşılık Sparta, köleci üretime dayalı katı bir toplumdu. Bu yüzden de düzeni ayakta tutabilmenin yolunu katı askeri kurumsallaşmada bulmuştu. Atina sitesinde ise Platon ve Aristotales’ten önce de sofist adı verilen kişilerin gezici muallimler olduğu söylenebilir. Sofistler siyasi, ahlaki, felsefi konular üzerinde tartışmalar yaparak bir tür eğitim icra etmiş oluyordu. Sokrates de gezip dolaşarak tartışmalar yapıyor, öğretim çalışması yürütüyordu. Platon da onun öğrencisidir. Sokrates ayrım yapmadan her sınıftan insana güzellik, adalet ve doğruluk ilkelerini öğretmeye çalışıyordu. Örneğin Antisthenes bir köle, Platon ise aristokrasiye mensup biri olarak onun öğrencisiydi.
Platon, toplumsal kültürün ve düşüncelerin paylaşımı ve aktarımı için çok gerekli olan yazıya da karşıydı.
Platon ise ilk kez ünlü Akademia’yı kurdu. Akademi herkese açık değildi; “geometri bilmeyenin giremediği” kapalı bir cemaatçi yapıydı. Yine de Platon’un felsefesi de hocası Sokrates’ten etkilenmiştir. Ona göre de eğitim, insan ruhunu iyiye ve doğruya yönelten bir yoldur. Hiç kimse doğuştan kötü değildir ama yanlış alışkanlıklar soncunda kötü olur. Geometri bilmeyi koşul olarak koyması ise felsefe eğitimi için aritmetik ve geometriyi gerekli görmesindendir. Fizik ve doğanın dış görünüşünün aldatıcılığına karşı aritmetik ve geometri bilgisi kusursuz, saf idenin bilgisidir; aldatıcı da değildir. Görüldüğü gibi Platon, mevcut dünyadan kaçıp akla ve ideale sığınmaktadır. Onun Devlet adlı eseri, bu konudaki katılığını yansıtmaktadır. Ayrıca Platon, toplumsal kültürün ve düşüncelerin paylaşımı ve aktarımı için çok gerekli olan yazıya da karşıydı. Her ne kadar konuşmanın canlılığını ve anlam zenginliğini veremeyeceği düşüncesinden hareket etse de bilginin ele ayağa düşmesini de istemiyordu.
Aristotales ise erken yaşta Platon’un Akademi’sine girmiş ve başarılı bir öğrenci olmuştur. Neredeyse yirmi yıl Platon’dan ders almıştır. Seçkinci Platon, başarısına karşın Akademi’yi Aristotales’e bırakmamıştır. Aristotales eğitimi ilk kez toplumsal bağlamıyla ele alsa da yalnızca özgür vatandaşların eğitilmesini salık vermiş; zanaatkar, tüccar, yabancılar ve kölelerin eğitilmesini uygun bulmamıştır. Ona göre öğretimin amacı insanları yararlı yurttaşlar haline getirmektir. Aslında Aristotales’in kendisi bir Yunan kolonisinde doğmuş biriydi ve babası bir zanaatkardı; yani kendisi de Atina’da bir yabancıydı. Zaten Platon da bu yüzden Akademi’yi ona bırakmamış, Aristotales de bunun üzerine Atina’yı terk etmişti. Aristotales, karısı öldükten sonra birlikte yaşadığı Herpyllide’den olma oğlu Nikomakhos’a ithafen bir etik kitabı yazmıştır: Nikomakhos’a Etik. Bu kitap ahlak felsefesinin başyapıtlarından biri olarak günümüze ulaşmıştır. Aristotales üç yıl kadar da Büyük İskender’in hocalığını yapmış, ayrıldıktan sekiz yıl sonra yeniden Atina’ya dönerek meşhur okulu Lykeon’u kurmuştur; Akademi ya da Lykeon gibi okullar günümüzün üniversiteleri düzeyinde okullardı.[1] Aristotales’in bilgi konusuna getirdiği en önemli katkı, verili nesneler ve doğal süreçleri keşfetmeye yönelik ampirik araştırmalar ile nedensel etkileri soyutlayıp belirginleştirmekti.[2] Yani hem deney ve gözlemi önemsiyor hem de kuramsal bir müdahaleyi gerekli görüyordu.
Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra başlayan Ortaçağda ise eğitim manastırlar aracılığıyla tamamen teolojinin buyruğunda kalmıştır. Aristotales ve Platon’un fikirlerinin yeniden yorumu ve inceltilmesine dayalı teolojinin uzun bir dönem katı bir eğitim versiyonu olarak sürmesi söz konusu olmuştur. Mesleki bilginin aktarılması ise lonca örgütlenmelerince söz konusu oldu. 13. yüzyıldan itibaren üniversiteler ise mesleki bilgiler ve bilimi bütünleştirmeye çalışan okullar olarak kurulmaya başladı. Zamanla özel yasalara ve mahkemelere sahip olmaya başlayan üniversiteler en prestijli okullar haline gelmeye başladı. Günümüzün bazı prestijli üniversiteleri ta o zamanlarda kurulmuştur: Bologna, Paris, Cambridge, Oxford, Prag, Viyana, Heidelberg.
Bu dönem, İslam dünyasında da gelişimin kaydedildiği bir dönemdir. Antik çağ metinlerini tercümesi ve yorumlarının ilgi görmesi Farabi, İbni Sina, Biruni, İbni Rüşt, İbni Haldun, Gazali gibi filozofların yetişmesini de beraberinde getirmiştir. Ömrünün büyük bir bölümünü Halep’te geçiren Farabi, önemli bir öğrenim merkezi olan Bağdat’ta okumuştur. Aristotales’ten sonra “muallim-i sani” (ikinci öğretmen) olarak anılan Farabi, yüzden fazla eser vermiş bir filozoftur. O da Aristotales gibi, bireyin topluma yararlı bir kişi olması için eğitimi gerekli görüyordu. Bu dönemde Hristiyan düşüncesinde olduğu gibi İslam düşüncesinde de toplumsal hiyerarşinin dışında düşünceler ortaya çıkamamıştır.
Luther, devletin herkese okuma yazmayı zorunlu kılmasını ve bu eğitimi vermesi gerektiğini savunmuştu.
Hızlı değişimlerin olduğu Yeniçağ’da ise sosyal ve ekonomik olarak büyük yenilikler ortaya çıkmıştır. Hümanizma ve Rönesans dönemi beraberinde dinsel katılığı ortadan kaldıran Reform hareketlerini, devamında da Aydınlanma düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Hümanizma, Tanrı ve kilisenin yerine insanı koymuş, bunun eğitim alanında da karşılığı olmuştur. Bireyin öne çıktığı daha liberal bir eğitim, Avrupa ülkelerinde önemli değişimler yaratmıştır. Erasmus, Montaigne, Commenius, John Locke dönemin önemli eğiticileri olarak anılmalıdır. Özellikle de Martin Luther ile sembolize edilen Reform dönemi, aristokratik seçkinlerin eğitimi yerine halkın eğitimini esas alan bir yönelim olarak ortaya çıktı. Luther, devletin herkese okuma yazmayı zorunlu kılmasını ve bu eğitimi vermesi gerektiğini savunmuştu.
Reform hareketleriyle güç kaybeden Katolik kilisesi, kendini toparladıktan sonra çok iyi donatılmış, ücretsiz eğitim sağlayan Cizvit okullarını kurdu. Kolej adı verilen bu okullar yüksek teoloji eğitimi sağlıyordu. Buna karşın gelişen burjuvazi, kilise ve aristokrasi ile kavgasını şiddetlendirmiş; seküler bir Aydınlanmacı anlayış, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar eğitim düzenlemelerinde belirleyici olmuştur. Doğa bilimlerine ve psikolojiye önem veren bu anlayış, bireyin akılcı düşünmesini merkezine koymuştur. Çok yönlü bir eğitim perspektifine sahip olan okullar estetik, hukuk, felsefe, siyaset konularına önem vermiştir. Rousseau, Voltaire, Kant, J.F.Herbart, Frobel, H.Spencer eğitime olan ilgisiyle anılabilir.
Sistematik eğitimin en önemli ivmesi yazı ile buluşmadır elbette. Tarih boyunca yazı ile meşgul olan (okuma ve yazma) topluluklarda toplumsal düşünce önemli sıçramalar yapabilmiştir. Pers, Mısır, Çin, Hindistan gibi kadim kültürlerde felsefi, bilimsel düşünüş daha zayıfken yazıyla doğrudan temas eden Antik Yunan ve Roma’da felsefi, bilimsel gelişim üst düzeyde mümkün olabilmişti. Aydınlanma düşüncesinin en önemli getirisi de kitlelerin yazı kültürü ile tanışması sayılabilir. Yazı, sadece kaydetme meselesi olarak görülemez. Yazı ile konuşma dili bambaşka mecralarda akmaktadır dahası yazı Vygotsky’nin dediği gibi bir “çiftdikiş düşünme” biçimidir. Konuşmanın otomatikliğine karşın yazıda seçim, sorgu, bütünlüğün sağlanması açısından alışkanlıklar gelişip pekiştirilir. Yazının kendisi bir disiplindir.
Zekaların eşitsizliğine dayalı bir anlayış, toplumsal eşitsizlik anlayışıyla yansıma ilişkisi de taşımaktadır.
Yüzü özgürleşmeye dönük en önemli eğitim anlayışını 19. yüzyılda Joseph Jacotot ortaya çıkarmıştır. J. Ranciere’in Cahil Hoca adlı kitabı, onun eğitim anlayışının özgürleştiriciliği üzerinedir.[3] Devrim yanlısı aydınlardan Jacotot’yu Napolyon, iktidara geldiğinde Hollanda’ya sürgün etmişti. Buradaki çalışma sürecinde Jacotot, öğrencilere çok kısa süreler içinde yabancı dil öğretebildi hatta denemeler yazacak düzeye getirdi. Onun eğitiminin temel ilkesi, bir şey öğrenip her şeyi onunla ilişkilendirmeye dayalıydı.[4] İki olguyu karşılaştırmak ve tekrar etmek;bu bütün gelişimin temelidir. Alışıldık biçimde üstün zeka, ileri zeka, zeki olma diye bir şey safsatadır ancak. Nasıl ki biyolojik bir engeli olmayan her insan kendi kendine anadilini öğrenmektedir, bundan geri her şeyi öğrenebilir. Zekaların eşitsizliğine dayalı bir anlayış, toplumsal eşitsizlik anlayışıyla yansıma ilişkisi de taşımaktadır. Bu yüzden de özgürleşmeye yönelik olmaktan ziyade, mevcudun yeniden üretimine yönelik olan eğitim sistemleri, teknik yeterlilikleri geliştirmeyi amaç edinen programları uygular okullarda. Bu yüzden de genel eğilim, uygulanan sistemin kendisi yerine öğrencilere yüklediği kusuru (“zeki olmamak”), başarılı olamayan öğrenciler de kabullenmektedir: “O kadar da zeki değilim demek ki!”. Oysa Ranciere’in şu satırları Jacototcu eğitim anlayışının temel felsefesini özetler:
“Tek bir güç vardır: görme, söyleme, gördüğümüze ve söylediklerimize dikkat etme gücü. Cümle üstüne cümle öğreniriz; birtakım olguları keşfederiz, yani şeyler arasındaki birtakım ilişkileri ve aynı nitelikte olan birtakım başka ilişkileri; harfleri, kelimeleri, cümleleri, fikirleri… birleştirmeyi öğreniriz.(…) Zihinsel düzlemde bir insanın yapabileceği her şeyi yapabileceğimizi biliriz.”[5]
Kapitalizmin uzmanlaşmaya dayalı üretim biçiminin getirdiği sonuç olarak 20. yüzyılda hem bilimler hem de eğitim, yöntemsel ve kurumsal olarak sürekli bir dönüşüm içerisine girmiştir. Çok yönlü eğitim yerine, belli alanlarda uzmanlıklaşmaya yönelik düzenlemeler, teoriyle pratiğin de ayrışmasını getirmiş; eğitim tüm topluma yayılırken daha araçsal bir sürece dönüşmüştür.
…kendinden menkul bir insan kişiliğine sahip olduğu varsayılan çocuğun, bir toplumsal varlık olduğu göz ardı edilir.
20. yüzyılın başında pedagog ve antropoloji uzmanı Maria Montessori’nin öncülük ettiği bir eğitim modeli, son yıllarda ilgiyle izleniyor ve başarılarıyla övülüyor. Montessori usulü eğitim, çocuğun bireyselliğine azami ölçüde uyan bir yöntemi olduğu iddiasında. Ana fikri, çocuğun kendi deneyimlerini yapması için ona fırsat sunmak. Bu anlayış, eğitimin “kendi kendini eğitme” süreci olduğu görüşünü savunuyor. Özel olarak eğitilmiş eğitimci, çocuğa saygılı ve dikkatli bir şekilde refakat eder ama çocuk neyle meşgul olacağına, ne kadar ve kiminle olmak istediğine kendi karar verir. Serbest karar verme esasına dayalı eğitim, çocuğun bireysel zekasını ve yaratıcı problem çözme becerisini teşvik edip ona ayakları üzerinde durmayı öğretecektir. Klasik metodu geri plana atıp kişiliği göz önüne aldığı iddiasındadır. Bu modelin, özellikle 2000’ler sonrası gözde olması üzerine düşünmeli elbette. Yani sözde özgürlükçü neoliberal aklın insan modeli için de uygundur. Bir pedagog refakatinde mevcut seçenekler içinde istediğini seçebilen öğrenciler, özgürce seçim yaptıklarını da düşünmektedir: Serbest karar vermenin disiplini. Çağın biyopolitik kodlamasıyla örtüşen bir tutum. Ayrıca kendinden menkul bir insan kişiliğine sahip olduğu varsayılan çocuğun, bir toplumsal varlık olduğu göz ardı edilir. Gerçeklikle sorunlu tutumların gerekçesi de süreç içerisinde “çünkü ben böyle istiyorum”a dönüşür. Çocuğun pratik ve teknik becerisinin gelişimi sürerken gerçeklikten kopuk, mitik ve akıldışı duygusal tutumları bir arada yol alışı sorun olarak görülmez. İleri derecede bilgi işlem teknolojilerine vakıf, yüksek pratik becerilere sahip insanların gerçek dünyanın sanatından, biliminden, sosyal ilişkilerinden pay almayıp bireysel seçimlerini yapmayı özgürlük sayan insan tipolojisi ortaya çıkar. Zor ve zahmetli uğraşmaları değersiz ve keyifsiz bulan, en kolayı ve hazzı tercih eden insandır bu; en basit gereksinimlerini bile karşılayamayıp satın almayı tercih ederek dünyanın “McDonaldlaşmasına” hizmet eder.
Araçsallaşmış bir kafayla yönelinen eğitim, bütün retorik iddialarına karşın toplumsal hiyerarşiyi, sınıfsallığını sürdürmüş, toplumsal eşitsizlikleri yeniden üreten bir mekanizmayı devam ettirmektedir. Hatta bu arada “toplumsal yarar” gayesini bile unutmuş, insanlar şirketlere kâr sağlayacak girdiler dönüşmüştür. Hayatın her alanında sakatlayıcı bir “başarı” miti egemen olmuş durumda. Çocuklara ana okulundan itibaren ödevler veriliyor, dersler çalıştırılıyor, ezberler yaptırılıyor. Yedi yaşındaki çocuklara, ikişer ikişer yirmiden geriye saymanın neden gerekli olduğu üzerine ne öğretmeni ne de veliler düşünüyor.
Büyük bir kentte yaşıyorsanız, sabah sokağa çıktığınızda karıncaların koşuşturması gibi insanların ve yavrularının her yana koşuşturduğunu göreceksiniz. İşe, okula, hastaneye… giden insanlar. Kavşaklarda araba kornaları, duraklarda insan yığınları; otobüsler, tramvaylar, metrolar, alt geçitler, üst geçitler tıklım tıklım dolu. Ne yeşillik, ne deniz, ne gökyüzü her yer mat, gri, cam ya da ışıltılı binalar. Omzuna çocuğunun pembe çantasını asmış, sol eliyle altı yaşındaki kızının elinden tutmuş, sağ elinde okuma yazma aşamasındaki çocuğunun hecelenmiş kelimeler olan notunu tutup kaldırımda yürürken çocuğuna ezber yaptırmaya çalışan bir anne. Okula başlayalı iki ay bile olmadı, hafta boyunca öğrendiklerinden her cuma sınav yapıyor öğretmenleri. Öğretmen diğer sınıflardan daha önce okuma yazma öğrensin istiyor kendi sınıfı. Hem veliler, hem okul idaresince taltif edilecek çünkü. Erken okursa çocuğu anne de diğer annelerin karşısında gururlanacak.
Geçtiğimiz hafta, birinci sınıfa başlayan kızımın veli toplantısına katıldım. Dört düzine öğrencinin okuduğu daracık sınıfta yapıldı toplantı. Neyse ki bütün öğrencilerin velisi katılmadığı için bazıları ayakta kalsa da sınıfa sığabildik. Aslında bir anneler toplantısı demek de yerinde olurdu. Okullar açılalı bir buçuk ay olmuş; hem anneler hem de öğretmen “bazı” çocukların heceleri sökemediğinden yakınıyor. Anneler telaş içinde, öğretmen kendini fazlaca kaptırdığını fark edip bu kez anneleri teskin etmeye başlıyor; her teskin cümlesinden sonra “ama yine de…” demekten geri durmuyor. Anneler çocuklarının başarısız olmasından korktuklarını telaş içinde dile getiriyor.
Dünya huzursuz bir yer ve her
geçen gün çalkantısı artıyor. Önü alınmaz bir hızla gelişen teknik bilgi ve
araçlar, insanın özgürleşimini sağlamak yerine onu daha çok tutsaklaştıracak ve
yoracak bir yaşam kurgusuna hizmet ediyor. Sömürü azgınlaşmakta, çatışma
şiddetlenmekte; zulüm ve ölüm her yerdeleşirken hazcı ve bencil çıkarlar atbaşı
olmuş durumda. Egemenlerin artık hiçbir iyicil vaadi de kalmadı. Az da olsa
aklı başında olanlar, özgürleşmenin pedagojisini gündeme alıp hayata
çağırmalıdır, hiç değilse bir adım işte.
[1] Harre, Rom (2017). Dünyaya Bakışımızı Değiştiren Büyük Bilimsel Deneyler, Say Yayınları, s.40.
[2] A.g.e. s.48.
[3] Ranciere, J. (2014). Cahil Hoca: Zihinsel Özgürleşme Üzerine Beş Ders, Metis Yayınları.
[4] Ranciere, s.27.
[5] Ranciere, s.32.