e
sv

Sınıfsal-Tarihsel Dinamikler, Milliyetçilik ve Yurtseverlik

1792 Okunma — 02 Kasım 2019 13:54
Bülent PARMAKSIZ
Türk ve Sünni Müslüman dünya ile aramızda yaşanan yabancılaşmanın aşılmasıdır. Kuşkusuz onların geriliklerine teslim olmayacağız ama öte yandan, tek yanlılığa indirgenmiş evrenselliğin ve tarihsizleştirilmiş indirgemeci sınıfsal bakışın etkisiyle, içinden çıktığımız toplumun değerlerine, kültürel birikimlerine, aidiyetlerimize ve kökümüze tümüyle reddedilecek bir miras gibi yaklaşmamak gerekiyor.

bilekler kan içinde
dişler kenetli
ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak
bu cehennem, bu cennet bizim

Nazım Hikmet

Türkiye’nin çoğunluğu Türk ve Sünni Müslümandır. Bu sosyolojik gerçeklik tarihseldir ve keyfi biçimde değiştirilecek, görmezden gelinecek bir olgu değildir. Toplumsal düzen değişiklikleri de nesnel koşulları dikkate almaksızın, salt iradi müdahalelerle gerçekleştirilemez. Zaman, mekân, içinde bulunduğumuz sınıf ve halk gerçekliği bizim sınırlarımızı belirler. Yeni bir toplumsal düzenin kurulması bu somut gerçekliğe müdahale edilerek yaşama geçirilebilir. Verili koşulları yok sayarak maddi gerçeklik değiştirilemez; “Yanlış hesap Bağdat’tan döner!” Dolayısıyla Türk ve Sünni Müslüman ana gövde üzerinde örgütlenemeyen, onun onayını alamayan hiçbir siyasal gücün, bırakın radikal bir düzen değişikliğini, sistem içi bir rejim değişikliğini bile gerçekleştirebilmesi mümkün değildir.

Fakat bu yakıcı gerçekliğe rağmen Türk Solu bu ana gövde üzerinde, “çoğunluk” içinde örgütlenemiyor; tersinden söylersek, bu ana gövde de sol’u kendisinin bir parçası olarak görmüyor. Türk ve Sünni Müslüman çoğunluğun kümelendiği, özellikle Orta Anadolu ve Karadeniz Bölgesi’nde sol hareket çok zayıf. Üstelik düzen değişikliğine en fazla ihtiyaç duyan sanayinin ihtiyaç duyduğu işgücünün tarımdan sanayiye öncelikli olarak aktarıldığı ve bundan dolayı da büyük şehirlerin varoşlarında sefil yaşam koşullarını en sert biçimde yaşayan bu bölgelerin emekçileri olmasına rağmen gerçeklik böyle (En büyük sanayi şehri olan İstanbul, en fazla göçü Sivas, Kastamonu, Ordu, Giresun, Tokat, Samsun, Malatya’dan almıştır.). Konya, Sivas, Yozgat, Tokat, Kayseri, Trabzon, Kütahya, Afyon vs. Türkiye toplumunun çoğunluğunu yansıtan bu ana gövde içinde örgütlenemeyen sol, yeni bir düzeni nasıl ve hangi güçlerle kuracak? Türkiye toplumunun bu sosyolojik maddi gerçekliği değiştirilemeyeceğine göre, bu durumda sol’un kendini değiştirmesi ve ana gövdeyle arasında yaşanan “yabancılaşmayı” aşması bir zorunluluk değil midir?

toplumunun çoğunluğunu yansıtan bu ana gövde içinde örgütlenemeyen sol, yeni bir düzeni nasıl ve hangi güçlerle kuracak?

Nedeni ne olursa olsun, verili bir durum olarak saptamak gerekir ki, sol hareket “çoğunluk” içinde örgütlü değildir. Daha kötüsü bunun eksikliğini güçlü biçimde hissetmiyor. Bundan daha da kötüsü bu ana gövde, devlet ve sermaye düzeninin ideolojik hegemonyası altındadır. En genel anlamda milliyetçilik ve muhafazakârlık, özel anlamda ise “Türk-İslam sentezi” bu ana gövdenin yaşam şeklini ve ideolojik duruşunu belirlemektedir. Egemen düzen, sol hareketi sadece baskıcı yöntemlerle değil toplum üzerinde kurduğu bu hegemonya ile, milliyetçilik ve İslamcı muhafazakârlıkla yendi. “Çoğunluk” aynı zamanda Kürt, Ermeni, Alevi, “gayrimüslim” ve kadın kimliğine; ekolojist, feminist veya her türden özgürlük mücadelesine düşmanca yaklaşır. İşçi, köylü, emekçi kitleler tam da bu sosyolojik gerçekliğin içinden geliyor ve bu duygularla çalışma hayatına katılıyor. Ama gerçekler devrimcidir, yokmuş gibi davranılamaz! Bu koşullarda ve bu kitlelerle Türkiye Devrimi örgütlenecek. Egemen düzenin ideolojik hegemonyasını kıramazsak veya tersinden söylersek, Türk ve Sünni ana gövdeyle yaşanan yabancılaşma aşılamazsa Türkiye Devrimi bir hayaldir. Bu yabancılaşmayı aşmanın en önemli ayağı “yerel” bir sol hareket yaratmaktan geçer. Yerel bir güç olmanın ölçüsü ise Türk ve Sünni Müslüman dünya ile aramızda yaşanan yabancılaşmanın aşılmasıdır. Kuşkusuz onların geriliklerine teslim olmayacağız ama öte yandan, tek yanlılığa indirgenmiş evrenselliğin ve tarihsizleştirilmiş indirgemeci sınıfsal bakışın etkisiyle, içinden çıktığımız toplumun değerlerine, kültürel birikimlerine, aidiyetlerimize ve kökümüze tümüyle reddedilecek bir miras gibi yaklaşmamak gerekiyor. Tarihimizin bir ürünüyüz. Ve o tarih sadece egemen sınıfların tarihi değil aynı zamanda bizim kökümüzü, aidiyetlerimizi, emeğimizi ve kültürel birikimimizi bugünlere taşıyan tarihtir. O tarihin hem öznesi hem de nesneyiz.

içinden çıktığımız toplumun değerlerine, kültürel birikimlerine, aidiyetlerimize ve kökümüze tümüyle reddedilecek bir miras gibi yaklaşmamak gerekiyor.

Ufkumuz daha geniş olmakla birlikte, şimdiki zamanın ve mekânın sınırlılıkları dâhilinde, “şey’ler” arasındaki ilişkisellik bağlantısını kurarak, duygularımızla ve deneyimlerimizden öğrendiklerimizle düşünüyoruz/düşüncemiz oluşuyor. İçinde bulunduğumuz maddi hayatın gerçekliği ve düşüncelerimiz de bilincimizi ve kültürümüzü belirliyor. Kendini/kültürünü/aidiyetini bilmenin bu zorunlu önsel bilgisi, “ben/biz”le, içinde bulunduğumuz küme arasında ortaya çıkabilecek yabancılaşmayı aşabilmek ve sonrasında evrensel bir bilinç sıçraması yaşayabilmek için gereklidir. Yerel ve evrensel olan arasındaki diyalektik bağ ancak bu şekilde kurulabilir; gelecekte sınırlılıkları aşacak “bütün insan” ancak bu biçimde kendini inşa edebilir. Kendini inkâr ederek değil, ancak kendi olmanın bilinciyle fakat bunun da tarihsellikle sınırlandırılmış geçici bir benlik olduğu bilinerek, evrensellik yaratılabilir. Bundan dolayı içinde bulunduğumuz tarihsel evrede, “herhangi bir sosyalist-aidiyetsiz bir sosyalist” değil, esas olarak “Türk kökenli-Türkiyeli bir sosyalist” olduğumuz gerçeği görmezden gelinemez. İki ayrı tanımlamanın aynı anlama gelmediği de biliniyor. Uluslar ortadan kalkmadığı müddetçe ulusal aidiyetler veya beslendiğimiz toprakların kültürü bizi etkilemeye devam edecek. Kuşkusuz sosyalizm anlayışımızı, aidiyetlerimiz üzerinden kurduğumuz bilinç değil, işçi sınıfı başta olmak üzere ezilen sınıfların çıkarları ekseninde kurduğumuz “sınıf perspektifi” belirliyor. Fakat içinde bulunduğumuz an, bütün tarihsel çelişkilerin çözümlendiği veya emek-sermaye ekseninde eridiği bir dünya değil. Ne yazık ki, Komünist Manifesto’da (Marx ve Engels,1848) söylendiği boyutta güncel veya tarihsel bütün çelişkiler ne çözülerek aşıldı ne de emek-sermaye ekseninde eridi. Kapitalizm, birikerek gelen bütün tarihsel çelişkileri çözmek bir yana gerici birçok olguyla uzlaşmayı yeğledi. Bundan dolayı emek eksenli temel çelişkinin (sınıfsal dinamikler) yanında kimlik ve kültüre ait birçok sorun ve çelişki (tarihsel dinamikler) gündelik hayatımızda karşımıza çıkıyor. Hatta birçok alanda kimlik siyaseti, emek eksenli çelişkilerin üzerini örtüyor, onu görünmez kılıyor. Fakat bunu yapay bir durum olarak değerlendirmemek gerekir. Kimliğe veya kültüre dair birçok çelişki gerçektir ve binlerce yıldır bu sorunlar çözümlenmediği için hala bir sorun olarak varlığını devam ettiriyor. Ezilen bir mezhep olarak Alevilerin, ezilen bir halk olarak Kürtlerin veya ezilen bir cins olarak kadınların sorunları gerçektir ve çözümlenmemiş olarak ortada duruyor.

Kendini inkâr ederek değil, ancak kendi olmanın bilinciyle fakat bunun da tarihsellikle sınırlandırılmış geçici bir benlik olduğu bilinerek, evrensellik yaratılabilir.

Çoklu, katmanlı ve birikerek bugüne gelen tarihsel çelişkilerin varlığı, kişiliğimizi ve kimliğimizi katmanlı hale getiriyor. Dolayısıyla bir sosyalist, sosyalist kimliği dışında başka kimlikleri de taşıyor bünyesinde. Bir sosyalist aynı zamanda erkek veya kadındır; Türk veya Kürt’tür; Sünni veya Alevi’dir veya başka aidiyetlerin-gerilimlerin izlerini üzerinde taşır. Bunlar yokmuş gibi davranamaz. Kaldı ki, kendisi yok gibi davransa bile, toplumsal olarak bahsi geçen sorunlar gündelik hayatta sürekli bir gerilim kaynağı olarak karşımıza çıkmakta, bizi, politika yapma biçimimizi belirlemektedir. Bu sorunlar etrafında toplumsal kümelenmeler oluşmakta; sorunların bir araya getirdiği topluluklar ortak reflekslerle bunun kavgasını vermektedir. Dolayısıyla, sınıf perspektifiyle bakmak kaydıyla, bu sorunları gören bir yerden siyaset örmek gerekir. Fakat öte yandan bir sosyalist için, bütün aidiyetlerine rağmen sosyalist kimliğin temel olduğu ve onu esas şekillendiren kimliğin ve ideolojik duruşun bu referanslarla oluşturulduğu biliniyor.

Koşullarını bütünüyle bizim belirlediğimiz bir ortamda siyaset yapmıyoruz. Verili koşullar siyaset yapabileceğimiz alanın sınırlarını belirler.

Meselenin diğer bir yanı içinden çıktığımız ve bizim de bir parçası olduğumuz toplum, etnisite, din ve mezheple kurduğumuz ilişki biçimidir. Herhangi bir sosyalist değil de Türkiyeli bir sosyalist olarak, sosyalist kimliğimiz tek başına sınıf indirgemeci bir tarzda oluşmayacağı için, bu durum, kültürel anlamda Türk kimliği ile hemhal olduğumuz anlamına gelir. Sosyalist olmak, ulus ötesi bir perspektife sahip olmak, enternasyonalist olmak aidiyetlerimizden ve bizi biz yapan kültürden otomatik olarak çıkmak anlamına gelmez. Siyaseti bu perspektifle yaparız, gelecekte böyle bir düzen arzu ederiz ama hem içinde siyaset yaptığımız “şimdiki zaman” hem de gelecekte kuracağımız düzen, sıfırdan meydana gelecek bir kültürün içinde inşa olmayacak. Koşullarını bütünüyle bizim belirlediğimiz bir ortamda siyaset yapmıyoruz. Verili koşullar -onu adım adım değiştirerek yeniden kurmayı planlamakla birlikte- siyaset yapabileceğimiz alanın sınırlarını belirler. Her türden kimlik, keyfi olarak inşa edilmeyip maddi ve tarihsel karşılığı olan aidiyetlerdir. Üstelik bunların toplumsal karşılıkları hiç de öyle kolaylıkla inşa edilmedi. Ortaya çıkan ruh ve kader birliği bu zorlu sürecin bir ürünüdür. Bundan dolayı Türk kimliği başta olmak üzere bizi biz yapan aidiyetlere yokmuşçasına yaklaşınca ne bunlar zihin dünyamızdan siliniyor ne de biz reddetsek bile toplum bunları görmezden geliyor.

…egemen sınıfların izlediği bu politikalara bakarak bunu Türk kimliğinin doğal hali olarak algılamak ve bundan utanırcasına kaçmak kabul edilemez

Üstelik sol’un bu aidiyetlerden uçarcasına kaçmasını anlamak mümkün değil. Türk veya Müslüman kimliğimiz-kökümüz reddedilecek, utanılacak veya unutturulacak-silikleştirilecek bir aidiyet gibi değerlendirilemez. Böyle bir ruh haliyle davranmak toplumla aramıza büyük bir yabancılaşma sokar ve gönül bağını koparır. Osmanlı’nın son döneminden başlayarak Türk egemen sınıflarının ister Osmanlı’nın çöküşünü durdurmak için isterse ulus devlet kurma sürecinde olsun, başka halklara karşı asimilasyoncu ve kimi zaman da katliamcı politikalarla yaklaştıkları doğrudur. Bunu, bırakın bir sosyalist olarak kabul etmeyi, hiçbir siyaset-felsefe-din-ahlak anlayışı bile kabul etmez. Fakat egemen sınıfların izlediği bu politikalara bakarak bunu Türk kimliğinin doğal hali olarak algılamak ve bundan utanırcasına kaçmak kabul edilemez. Bu politikaları tarihsel anlamda mahkûm edeceğiz. Ama bu, içinden çıktığımız aidiyetleri reddetmek anlamına gelemez. Kaldı ki, bütün ulus devlet biçimleri doğası gereği homojenleşmeyi dayatır. Egemen ulus dışındaki diğer halkları, her zaman olmasa bile, çoğunlukla “ötekileştirir”. Ulus devletin tarihsel anlamda ortaya çıktığı Avrupa’da da benzer süreçler yaşandı. Irkçılığın, asimilasyonun, faşizmin de yine esas olarak Avrupa’dan neşet ettiğini unutmamak gerekir. Fakat buna rağmen Avrupa’daki hiçbir sol hareket kendi tarihsel aidiyetlerini inkâr ederek siyasal bir hat oluşturmadı. Tarihsel geçmişini bir bütün olarak reddetmedi.

Türklerin dayanışmacı-komünal geçmişleri uzak bir tarihe ait değil. Yerleşik topluma geçişlerinin tarihi yeni olduğu için, dayanışmacı tarihsel hafızanın canlandırılması zor olmayacak.

Sosyalistiz. Herhangi bir sosyalist değil ama Türkiyeli, dar anlamda ise Türk kökenli-Türk aidiyetli bir sosyalist… Ahmed Yesevi, “İslamiyet tercihimiz, Türklük kaderimizdir” derken, dinin bir tercih; kan bağı, asabiyet veya soy bağı anlamında kök kimliğin ise içine doğduğumuz, değiştirilemeyen bir gerçeklik olduğunu söyler (Kürtler veya diğer halklar başka bir gerçekliktir. Diğer halkların gerçekliğini inkâr etmeyen bir yerden kendimizi tarifliyoruz.). Zihin dünyamızın, kültürümüzün, tarihsel geçmişimizin, beslendiğimiz fikri iklimin, dayandığımız halk kültürünün temelini Türklüğün ve Müslümanlığın tarihsel kodları belirliyor. Mutlak anlamda saf ve değiştirilemez bir kültür olamayacağı ve başka etkilenmeleri illa ki içinde taşıdığı inkâr edilemese de köklerimizin temelini esas olarak, Türk ve Müslüman bir kültürel birikim ve geçmiş oluşturuyor. Bu gerçekliği silikleştirmediğimiz gibi, bu gerçekliğe bakarak kendimizi bir başka halktan veya kültürden üstün de görmüyoruz. Cumhuriyet’le birlikte ortaya çıkan ulusal kimliğin inşasında burjuvazinin rolü diğer dönemlere göre daha fazla olmakla birlikte, Türk kimliği, sadece egemenlerin inşa ettiği bir kimlik değildir. Tarihsel bir birikimin ürünüdür. O kimliğin içinde egemenlerin kültürü de, halkların kültürü de var. Binlerce yılın iktisadi, siyasi, toplumsal, felsefi, dini, kültürel ve geleneksel birikimleri, dili de içerip zenginleştirerek toplamda güçlü bir kültürün ortaya çıkmasını sağladı. Sosyalizmi bu kültürün içinden, bu kültürden beslenerek, bu kültüre yaslanarak kuracağız. O kültürün ileri yanlarıyla sosyalist kültürü, bir de bu topraklardan üreteceğiz. Üstelik Türklerin dayanışmacı-komünal geçmişleri uzak bir tarihe ait değil. Yerleşik topluma geçişlerinin tarihi yeni olduğu için, dayanışmacı tarihsel hafızanın canlandırılması zor olmayacak. Şimdilerde izleri büyük ölçüde silinmiş olmakla birlikte, “imece” kültürü henüz 1970’li yıllarda bile bu topraklarda yaygındı. 

Bütün ulusal ve diğer aidiyetlerin tarihsel anlamda geçici uğraklar olduğunu biliyoruz. Sınıfların, sınırların, ulusların, devletin ortadan kalktığı ve bütün insanlığın tek bir “aile” gibi davranacağı bir geleceği kuracağız. Siyasal perspektifimizi şimdiden bu eksene hizmet edecek şekilde inşa ediyoruz. Ancak tarihsel zorunlulukların, zaman ve mekânın sınırlılıklarının farkındayız. Gelecek toplumun bütünüyle şimdiden inşa edilemeyeceğini biliyoruz. Bu anlamda içinde bulunduğumuz kültürel kimliklerin ve aidiyetlerin uzun bir süre daha bizim tarihsel gerçekliğimiz olduğunu unutmamak gerekiyor. Tarihsel sınırlılıkları görmeksizin yürütülecek politikalar, bizi sınıf indirgemeci bir pozisyona sokarak kültürel anlamda yoksullaştırır, toplumun dünyasına yabancılaştırır. Yönsüz, aidiyetsiz, kimliksiz, tarihsiz, köksüz bir halk-sınıf-birey haline getirir. Dolayısıyla, tarihsel birikimi ayıklayarak sahipleneceğimiz ve bir miras olarak geleceğe taşınacak değerleri kendimizin kılacağımız tarihsel geçmiş, bizim gerçekliğimizdir; bundan kaçamayız.

Tarihimize, bu topraklara ve bu toprakların kültürüne sahip çıkmak en başta sosyalistlerin görevidir. Egemenler açısından tarih de, kültür de, aidiyetler de sadece kullanılabilecek araçlardır. Onun ötesinde bir kıymeti yoktur. Basit gibi görünen ama binlerce kez sınandığı için hayatın en temel bilgilerinden biri haline gelen, “Paranın dini-imanı yoktur” sözü bunu doğrular. Egemenlerin bu topraklara samimi olmayan bağlılıklarını deşifre etmek ancak bu topraklara gerçek anlamda sahip çıkacak sosyalistlerin sayesinde mümkün olacaktır. Bundan dolayı “yurtseverlik” kavramı etrafında oluşan algıyı yeniden inşa etmek ve kavramın içeriğini yeniden tariflemek gerekir.

…kendini açıktan milliyetçi ilan eden siyasi eğilimlerin (MHP vs), diğer gruplarla arasındaki fark çok incelmiştir

Türkiye’de en güçlü ideoloji “milliyetçilik”tir. İslamcısından devletçi sol’a, liberallerden muhafazakârlara dek bütün ideolojilerin içine milliyetçilik sinmiştir. İslami siyaset milliyetçiliği “bölücü” olarak görür. Bundan dolayı, kapsayıcı olduğu iddiasıyla İslami referanslara dayanan bir siyaset önerir. Liberalizm, özgürlükçü bir çizgiye sahip olduğu gerekçesiyle milliyetçiliği militarist bularak reddeder. Muhafazakârların milliyetçilikle ilişkisi daha az sorunludur. Eğer varsa, sadece radikal çizgisi onu rahatsız eder. CHP türünden burjuva sol akımlar ise eşitlik, adalet, paylaşım ve özgürlüğü referans aldığı iddiasındadır. Görüntüde siyasal gruplar arasında böylesi çizgisel farklar vardır. Her biri kendini farklı siyasi referanslarla tarif eder. Fakat gerçekte bütün bu siyasi eğilimler bir noktada birleşir. Hepsinin ortak böleni milliyetçiliktir. Hepsi, derece farklılıkları olmakla birlikte, Kürtler başta olmak üzere, bir başka halk gerçeğini ve onların sahip olması gereken “kolektif hakları”nı reddeder. Siyasal hedeflerine ulaşmayı esas alarak değil, devletin bekası kaygısıyla, milliyetçi eğilimlerle siyaset yapar. Farklılıkları var gibi gözükse de bütün bu eğilimlere örtük veya açık biçimde milliyetçilik sinmiştir. Bu anlamda kendini açıktan milliyetçi ilan eden siyasi eğilimlerin (MHP vs), diğer gruplarla arasındaki fark çok incelmiştir (Mesela CHP ile MHP veya AKP ile MHP arasında farklılık bulmak hiç de kolay değildir. Ortak noktaları, ayrılıklarından fazladır.). 

Fakat öte yandan milliyetçiliğin bu denli güçlü olduğu ülkemizde, en başta ABD emperyalizmi ile kurulan ilişkilerin düzeyi, bu çizgiye denk düşecek bir siyasetin inşa edilemediğinin en somut göstergesidir. Emperyalizmle kurulan ilişki milliyetçiliğin ne düzeyde samimi olduğunu gösteren turnusol kâğıdı gibidir. Bu ilişki biçimini kıstas aldığımızda milliyetçi olduğunu iddia eden tüm çevrelerin ABD’nin kuyruğuna takılarak siyaset yaptığı söylenebilir. Milliyetçiliğin vurucu gücü ordunun, ABD ile ilişkisi de benzeri bir duruma işaret eder. Bağımsızlıkçı, kendi “ulusal onuru”nu her ilişkinin üstünde tutan bir çizgide siyaset yapılmıyor (Ordu ve ABD arasındaki ilişki ayrıca incelenmeyi gerektirir. Türk ordusunun reflekslerini Cumhuriyet döneminde iki olay çok belirledi. NATO üyeliği sonrasında ABD ile kurulan ilişkiler onun karakterini belirlerken, Kürtlerle yapılan savaş da, orduyu “kışla”dan çıkartarak herhangi bir ordu olmaktan çıkardı ve yürütülen bu “kirli savaş” ordunun siyasal çizgisini ve tarihsel reflekslerini etkiledi. ABD, orduyu modernize etti, eğitti, bölgesel görevlere hazırladı; bu durum onun ordu içindeki gücünü belirleyici hale getirdi. Ordudaki hiyerarşiyi önemli oranda belirler hale getirdi. NATO merkezlerinde görev almayan hiçbir subayın üst rütbelere yükselme imkânı kalmadı. “Bölge”de yürütülen savaş ise orduyu herhangi bir ordu, “kışla ordusu” olmaktan çıkardı, hiyerarşik disiplini zayıflattı. Yürütülen “gayri nizami harp”, ordu içindeki karanlık kimi ilişki ve örgütlenmelerin etkinliğinin artmasına neden oldu. Benzer şekilde, 19. yüzyılın sonu-20. yüzyılın başında Balkanlar’daki ulusal ayaklanmaları bastırmak için de “gayri nizami harp” -bunu büyük ölçüde “kirli yöntemler” olarak anlamak gerekir- yöntemleri kullanılmıştı. İttihat ve Terakki (İT) kadroları bu savaş esnasında, Balkan halklarının milliyetçi-yurtsever duygularından çok etkilendi. İT içindeki milliyetçi-Türkçü eğilimler derinleşti. Fakat bu iki ayrı savaşın ordu içindeki etkileri itibariyle ortaya çıkardığı sonuçlar kısmen farklıdır. Mesela, ortaya çıkan ahlaki çöküntü ve şovenist zehirlenmenin boyutları son sürecin dikkat çekici sonuçlarındadır. “Fedai ruhu” ve karşılık beklemeksizin inandığı prensiplerin gereklerini yerine getirme hali İT kadrolarında çok belirgindir.). 

kapitalizmin içinde kalarak milliyetçi-bağımsızlıkçı bir siyasetin sürdürülebilir olması mümkün değil.

Tarihsel anlamda milliyetçilik, en azından bir dönem, kendi doğasına uygun olarak bağımsızlıkçı bir çizgiyi esas alır. Fakat kapitalizmin içinde kalarak milliyetçi-bağımsızlıkçı bir siyasetin sürdürülebilir olması mümkün değil. Çünkü burjuvazinin, uluslararası sermayeye eklemlenme arzusu, sermayenin doğal gelişim seyrinin gereğidir. Üstelik yerel sermayenin, ilişkilendiği andan itibaren uluslararası sermayenin genel çıkarlarından bağımsız davranamayacağı da biliniyor. Bundan dolayı kapitalist ilişkiler içinde milliyetçi-bağımsızlıkçı bir siyasetin devamlılığı sağlanamaz. Ülkemizde bugün tam da bu yaşanmaktadır. Yerel bir sermayeden bahsedilemez artık. Uluslararası sermayeye eklenmiş, onunla ilişki içinde, işbirlikçi ve onun hegemonyasına gönüllü biçimde tabi olmuş bir sermaye düzeni gerçekliği vardır. Bu çizgi doğal olarak millici-bağımsızlıkçı bir hat izleyemez. NATO, IMF, Dünya Bankası türünden emperyal kurumlarla kurulan ilişkiler bunu doğrulamaktadır (Kürt meselesi dışında hiçbir konuda Türk milliyetçileri emperyal güçlerle ciddi bir çelişki yaşamadı. “Erken Cumhuriyet” döneminde kurulan KİT’ler, özelleştirme politikalarıyla parça parça uluslararası tekellere satılırken, CHP başta olmak üzere hiçbir “milliyetçi/ulusalcı” grup bu satışların karşısında doğru dürüst tavır almadı. Bundan dolayı son 30 yılda bütün KİT’ler satıldı. Altın çıkartmak için Kaz Dağları’nı talan eden uluslararası tekel Alamos Gold Şirketi karşısında milliyetçilerin kayıtsız tavrı da bunun son örneğidir. Daha ilginç olanı ise bütün bu özelleştirme sürecinin, güya milliyetçiliğin “vurucu gücü” olan ordu eliyle, 12 Eylül askeri cuntasının iktisadi programı olarak başlatılmasıdır.). Fakat burjuvazinin başarısı tam da buradadır. Kendi sınıfsal çıkarları gereği kurduğu bu ilişkiyi genelin (ulusal olanın) çıkarlarıymış gibi göstermeyi ve tabiiyet ilişkisini gizlemeyi becermektedir. Bunu da milliyetçiliği, “antikomünizm”e ve “Kürt karşıtı” bir çizgiye indirgeyerek sağlıyor. Kitlelerin bu geri eğilimlerini örgütleyerek, ABD başta olmak üzere emperyalizmle en onursuz tarzda kurduğu ilişkileri kitlelerin gözünde meşrulaştırma imkânını yakalıyor. Kapitalist ilişkiler içinde kalınarak, millici ve bağımsızlıkçı kalıcı bir siyasal politika sürdürülemez. Bağımsızlıkçı, onurlu bir ilişki ancak kapitalizm aşılarak sağlanabilir.

“Milliyetçilik” ve “yurtseverlik” birbirinden farklıdır. İçeriği, bazı yanlarıyla yeniden doldurulmak kaydıyla şu söylenebilir: “Biz Yurtseveriz”.

Güncel anlamda “antikomünist” ve “Kürt karşıtı” bir çizgiye indirgenmiş Türk milliyetçiliği sakat bir zihin yapısına sahiptir. Genel anlamda milliyetçilik; burjuvazinin, ilk embriyo evresinde kendini büyütebileceği alan tutma çabasının bir parçası olarak ve sınıf hareketini bölen bir rol oynayarak ortaya çıkmıştır. İlk ortaya çıktığı andan itibaren, burjuvazinin varoluşunun zorunlu kıldığı ve sınıfsal çıkarlarının somutlaşmış bir ifadesidir. Çoğu zaman halklar arasında bir hiyerarşi kurduğu ve diğer halkları “ötekileştirdiği” için doğallığında problemlidir. Bu doğal hali, milliyetçilik ile “ırkçılık” arasındaki çizgiyi çok inceltir. Türkiye’deki her türden milliyetçi eğilimin Kürtlere karşı ırkçılaşması bu durumu doğrulayan en temel göstergelerdendir. Dolayısıyla Türkiye’deki milliyetçilerin, millici çizgiye denk düşmeyen içi boş pratikleri dışında, bir de milliyetçiliğin halklar arasında kurduğu hiyerarşik ilişki ve yerel-milli olanı fetişleştirmesi onun doğal hali olması nedeniyle, sosyalistlerin bu çizgiyle uzlaşmaları mümkün değil. Sınırlılıkları olan ve halkları bölen, tersinden söylersek ezilen sınıfları birleştirmeyen tüm ideolojiler sorunludur (Bu yanıyla, belirli sınırlılıklara sahip “halkların kardeşliği” geçici bir durum olarak yaşanır çoğu zaman. “Sınıf kardeşliği” ise daha kalıcıdır. Gerçek anlamda toplumsal bir kurtuluş ve kardeşlik, “sınıf kardeşliği” ile sağlanabilir.). Sosyalistlerin; bu topraklara olan bağlılığının, bağımsızlıkçı çizgilerinin, milli ve yerel olanla kurdukları ilişkinin biçimi “yurtseverlik” kavramı etrafında tariflenebilir. “Milliyetçilik” ve “yurtseverlik” birbirinden farklıdır. İçeriği, bazı yanlarıyla yeniden doldurulmak kaydıyla şu söylenebilir: “Biz Yurtseveriz”. Demokratik bir yurtseverlik!.. Yurtsever bir sosyalistiz. Buna denk düşen tarihsel bir pratiğimiz de var. Çizgimizin samimiyeti defalarca ispatlanmıştır. Mesela Deniz Gezmiş şahsında, özellikle 1971 dönemi devrimcileri, ne zaman ABD 6. Filosu Türkiye’ye gelse, defalarca onları püskürtmüşlerdir. Son 50 yıldır sol’un ana gövdesi tutarlı bir biçimde antiemperyalisttir, ABD karşıtıdır (Devrimciler 6. Filo karşısında böylesi bir pratik içindeyken, “milliyetçiler” ve “İslamcılar”, onlara saldırıyorlardı. Şubat 1969, “Kanlı Pazar”da yapılan saldırı hala hafızalardadır.).

Sosyalistler, bu topraklara bağlıdır. Bu toprakların çocuklarıdır. Bu toprakların bağımsızlığını herkesten daha fazla dert edinirler. Kimi yanlışları olsa da bütün pratikleri bunu doğrular. Fakat bizim “yurtseverlik” anlayışımız farklıdır. Hem bu farklılığı göstermek hem de içinde bulunduğumuz süreçte yurtseverliği kavramsal ve pratik bir duruşun ifadesi olarak, ilk ortaya çıktığı andaki anlamını aşacak şekilde ve somut koşullara göre yeniden tarif etmek gerekir. Yurtseverlik en kaba anlamda bu topraklara, onun değerlerine-kültürüne-tarihine bağlılık ve halk sevgisidir. Kendi kültürüne yabancılaşmamadır. Devlete ve düzene bağlılığı ifade etmez, ona indirgenemez. Başka halklar ve kültürler arasında hiyerarşik bir ilişki kurmaz. Başka halkların gerçekliğini, kolektif haklarını ve onların özgür iradelerini tanır; eşitlikçidir. Milliyetçilik türünden devletçi (devleti sınıflar üstü bir kavrayışla fetişleştiren), yayılmacı ve agresif değildir. Bugün, daha fazlasıyla “aidiyet hissi”, “halk sevgisi” ve “yerellik” anlamına gelir.

Güncel anlamda milliyetçi (MHP, BBP, Osmanlı Ocakları, Alperen Ocakları vs) ve “yurtsever/ulusalcı” olduğu iddiasındaki grupların (“Ergenekon”, CHP, İP, VP, “Aydınlık-Sözcü-Yeni Çağ” gazete çevrelerinin çizgisi) kavrama yükledikleri içerik ile bu çizgiyi esas alan siyasal akımların politik-pratik faaliyetleri problemlidir. Bunların ne tür bir çizgiye sahip olduklarını göstermek ve bunun ardından o çizgiyle aramızdaki farkları koymak önemli. Kendimizi derinlikli biçimde tariflemek ancak bunun ardından mümkün olur (Milliyetçi çizgiyle aramızdaki farkı koyduğumuz için bunu esas olarak kendini “yurtsever” olarak tanımlayan çizgiye göre yapacağız.). Bugün kendini “yurtsever/ulusalcı” olarak tarif eden çevrelerin, milliyetçilikle aralarında –neredeyse- hiç fark kalmamıştır. Bunu en somut anlamda Kürt meselesi üzerinden görebiliriz. “Yurtsever/ulusalcı” bir çizgiye sahip olduğu iddiasında olan “Aydınlık” çevresi ile MHP-BBP türünden milliyetçi siyasetler aynı çizgidedir. Hepsi de Kürt karşıtıdır, düşmanıdır. Şovenistir. Kürtlerin özgür iradesini ve kolektif haklara sahip olmalarını reddederler. Türk kimliğini ise başka halklar karşısında bir üstünlük durumu olarak tarif ederler.

Sınıf dışı-tarih dışı, mitleştirilmiş bir ulus algısı yaratıldı ve “sınıfsız-imtiyazsız bir halk gerçekliği” tanımı ile sınıfsal farklılıkların üzeri örtüldü.

Her iki eğilim arasındaki iç içelik problemlidir ve bunun bir nedeni de “yurtsever” olduğunu iddia eden çevrelerin şovenizme kayan çizgileridir. Bu anlamda onların siyasal çizgilerini deşifre etmek önemlidir. Hem böylece kavramın nasıl gerici bir içerikle doldurulduğu gösterilebilir hem de kendimizi tarif ederek aradaki fark net biçimde açığa çıkartılabilir. Bu eğilimin “yurtseverlik”ten ne anladığına gelince… Türk kimliği ile başka halklar arasında hiyerarşik bir ilişki kurmuşlardır. Başka halkların tarihsel birikimlerini ve kültürlerini küçümserken, Türklüğü tarihsel olarak hep “kurucu” ve üstün bir kültür olarak tanımladılar. Kavimlerin-ulusların tarihsel koşulların ürünü olduğunu görmeksizin sanki başından itibaren inşa edilmiş-tamamlanmış bir ulus gerçeği varmışçasına bir Türklük tarifi yaptılar. Öte yandan milliyetlerin (ulusların) ortaya çıkışındaki sınıfsal nedenleri görünmez kılıp, sınıf dışı, sınıflar üstü bir ulus tanımladılar. Özellikle Cumhuriyet döneminde inşa edilen ulusal kimliğin burjuva niteliğini görmezden gelerek yaptılar bunu. Sınıf dışı-tarih dışı, mitleştirilmiş bir ulus algısı yaratıldı ve “sınıfsız-imtiyazsız bir halk gerçekliği” tanımı ile sınıfsal farklılıkların üzeri örtüldü. Burjuvazinin çıkarları, Türklerin-Türk halkının genelleşmiş çıkarlarının ifadesi olarak gösterildi.

Gericileşmiş bu çizgi, ulus devleti, bütünüyle homojenleştirici ve asimilasyoncu çizgiye indirgedi. Bu asimilasyoncu çizgiyi onaylayarak, onu meşrulaştıran bir bilinç ortaya çıkardı. Bundan dolayı, ne zaman başka bir halk gerçekliği özgür iradesiyle karşısına çıksa hemen ırkçılaştı. Bu durum en somut olarak Kürtlere karşı izlenen politikada kendini gösterdi. “Yurtsever” olduğu iddiasındaki tüm politik akımlar Kürtlere düşmanlaştı, onların hak taleplerini “bölücülük” olarak gördü. Bir sorun olarak Kürt meselesi ortaya çıktığı andan itibaren Kürtleri, ABD ve diğer emperyalist ülkelerin işbirlikçisi gibi göstererek hem onları “şeytanlaştırdı” hem de haklı taleplerini görünmez kıldı. Böylece (kapitalist) düzenin ve onun taşıyıcısı devletin çıkarlarını sahiplenmeye indirgenmiş, ırkçı bir “yurtseverlik” çizgisi ortaya çıktı. Kuşkusuz, çözümsüz kaldığı müddetçe, emperyal güçlerin Kürt meselesi üzerinden “içeriye” müdahale edecekleri bir sır değildi. Hakkaniyetli bir çözüm sağlanmadığı müddetçe sorunun dış müdahaleye açık olacak şekilde daha fazla büyüyeceği ve “yurtsever” olduğu iddiasındaki çevrelerin de giderek faşistleşeceği açıktır.

“Yurtseverliği”, devletin ve düzenin savunulmasına indirgeyen bu çizgi, soyut bir antiemperyalizm ekseni üzerinden “yurtseverlik” çizgisini inşa ederek iki temel sorunu görünmez kılıyor: Bir: Antikapitalist olmayan, antiemperyalist çizgiye indirgenmiş bir politika ile kapitalizm görünmez kılınmakta, hemen gözümüzün önünde somut bir karşılığı olmayan ABD karşıtlığı üzerinden, “içeride” ve an’da yaşadığımız temel çelişki gölgelenmektedir (Bu tabi ki bilinçli bir tercihtir. Bugün ABD karşıtı muhalif olmanın ülke içinde hiçbir riski yoktur. Ancak “düzen/devlet” karşıtı muhalif bir duruş ise anında cezalandırılır.). İki: Görüntüde antiemperyalist bir karşıtlık üzerinden egemenleri ve ezilen sınıfları aynı cephe içinde eriterek, sınıfsal çelişkilerin üzeri örtülebilmektedir.

 Aydınlık, CHP, MHP, BBP ve “Ergenekon” ismiyle görünür hale gelen bu politik akımların “yurtsever (!)” ve milliyetçi oldukları iddiasıyla savundukları bu çizgiyi reddediyoruz. Gerçek, demokratik bir yurtseverlik bu değildir. İçini yeniden doldurmak, başka bir halka düşman olmayacak şekilde yeniden tarif etmek gerekiyor. Yurtsever bir sosyalistiz. Yurtseverlik; bu topraklara yabancı olmamak, ondan beslenmek, ondan öğrenmek ve ona bağlı olmaktır. Yurtseverlik; Türk halkı ve diğer halklara, ezilen sınıflara bağlılık ve onların çıkarlarını esas almaktır. Mevcut düzene ve devlete bağlılığa indirgenmiş bir yurtseverliği ve sınıfsal çelişkilerin üzerini örten bir yurtseverlik anlayışını reddediyoruz. Bu adaletsiz kapitalist düzene ve onun çıkarlarının bekçisi devlete değil, bu topraklara, bu halka ve işçi sınıfı başta olmak üzere ezilen sınıflara bağlı bir yurtseverlikten yanayız. Bir işgal karşısında bu toprakları savunuruz. Başka halklar, dinler veya mezhepler karşısında hiyerarşik bir ilişkiyi onaylamıyoruz. Kürtlerin ayrı bir halk olarak özgür iradesini tanıyoruz ve kolektif haklar temelindeki arayışlarını doğal bir hak olarak görüyoruz. Türkler ve Kürtleri bir arada tutan tek bağın sol olduğunu; artık ne devlet, ne İslamcılar ne de başkaca bir gücün bu kopuşu engelleyemeyeceğini biliyoruz. Bu sorumlulukla hareket ediyoruz. Türkiyeli bir sosyalist olarak bu topraklara bağlılığımız, Kürtlerle ilişkilenmemizi engellemiyor. Bu ilişkilenmeyi asla kendi köklerimizden kopmak olarak görmüyoruz. Gerçek bir yurtseverlik hem kendi kimliğine-kültürüne sahip çıkmaktır hem de başka bir halkın gerçekliğini zenginlik olarak görmektir. Bundan dolayı hiçbir halkın zorla Türkleştirilmesini, Türk kimliği içinde asimile edilmesini onaylamıyoruz. Başka halkları zorla içererek inşa edilmiş bir Türk kimliğini yanlış buluyoruz. Hiçbir halkla zorla kurulmuş bir birlikteliği onaylamıyoruz. Her halk özgür iradesiyle davranabilme hakkına sahip olmalıdır. “Ayrılma hakkı” bakidir; ama Kürtler istemediği müddetçe “bölünme”yi savunmuyoruz. Buna karşın her halkın kolektif taleplerini haklı ve meşru görüyoruz. Ancak böylesi bir ilişkinin Türklerle Kürtleri bir arada tutabileceğine inanıyoruz.

tutarlı ve güçlü bir antiemperyalist tavır, ancak kapitalizme ve içeride, emperyalizmle işbirliği halindeki devlet politikalarına karşı durarak sağlanabilir.

Yurtsever bir çizginin diğer bir temel halkası veya kendini sınadığı politik pratik alan antiemperyalizmdir. Antiemperyalist olmayan bir yurtseverliğin içi boştur. Antiemperyalizm somut anlamda en çok da ABD’ye ve bölgesel anlamda ise İsrail’e karşı olmaktır. Ortadoğu başta olmak üzere neredeyse bütün Doğu, bugün emperyal Batı’nın BOP’la derinleşen çok yönlü saldırıları ile karşı karşıya. Bağdat’ta ve Suriye’de olduğu türden müzeleriyle birlikte bütün tarihsel mirası yağmalanıyor. Karşılaşılan talanı sadece kaba bir askeri işgal gibi görmemek gerekir. Emperyalizm, kaba şiddetle sınırlı bir saldırının bölgenin direnme imkânlarını yeterince etkisizleştiremeyeceğinin farkında. Çünkü Doğu’nun tarihsel ve kültürel kazanımları neredeyse bütün insanlığın birikimi kadar derin. Bundan dolayı askeri şiddetin yanı sıra ideolojik baskı aygıtlarını da kullanıyor. Böylece köklü bir tarihsel mirasın içini boşaltarak bütün direnme potansiyellerini çürütmek niyetinde. Ancak bunu becerdiği ölçüde gerçek anlamda Doğu’yu teslim alabileceğinin farkında. Solcu, İslamcı veya ulusalcı özne olabilecek bütün direniş odaklarını bir kısım medya, üniversite, kimi “aydınlar” ve “sivil toplum kuruluşları” eliyle kontrol etme çabası içine girmesi bununla ilgili. Dolayısıyla emperyal Batı’nın bugünkü saldırısını Haçlı Savaşları veya klasik sömürgeci dönemden çok daha derin bir sömürgeleştirme çabası olarak görmek gerekir. Direnişi de, saldırının derinliğine denk düşecek bir şekilde çok yönlü örgütlemek şart. Bu, bir yanıyla, başta ABD olmak üzere emperyalizmin ülkemiz içindeki askeri, siyasi, iktisadi kurumları ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi; öte yandan da “yeni kavramlar” ve “yarattığı değerler” üzerinden inşa ettiği ideolojik ve kültürel hegemonyayı tersyüz edecek bir bilinç durumu yaratmayı-bağımsızlıkçı bir çizgiyi gerektirir. Bunun dışında tutarlı ve güçlü bir antiemperyalist tavır, ancak kapitalizme ve içeride, emperyalizmle işbirliği halindeki devlet politikalarına karşı durarak sağlanabilir. Emperyalizmle işbirliği yapan bir devletle çatışmayan bir çizgi, tutarlı antiemperyalist bir politika izleyemez.   

Sol’un, uzun yıllardır sürdürdüğü antiemperyalist duruşu ve pratik tavrı tutarlıdır. Fakat 1980 sonrasında sol’un bir kısmı AB’ye karşı alınacak tavır konusunda kimi yalpalayıcı tutumlar içine girdi. Yine Kürtler, sıkışmadan kaynaklı ortaya çıkan kimi ihtiyaçları nedeniyle bazı dönemlerde pragmatist politikalar izlediler. Bunlardan dolayı son süreçlerde antiemperyalist çizgi güçlü biçimde savunulmadı. Şimdi bu çizgiyi derinlikli biçimde yeniden inşa etmenin tam zamanı. Özellikle, reel sosyalizmin çöküşü ardından dünyanın yeniden paylaşıldığı günümüzde ve bunun en acımasız sonuçlarını yaşadığımız Ortadoğu’da bu çok elzem bir zorunluluktur.                                        

Yurtsever bir sosyalist olmayı yerele sıkışma isteği ve kendimizi abartma olarak görmediğimiz gibi, değerlerimizi biricik ve vazgeçilmez ve kendi kültürümüzü sosyalist bir kültürden üstün de görmüyoruz. Yereli ve yurtseverliği fetişleştirmenin daraltıcı ve tehlikeli sonuçlar yaratacağının farkındayız. Bu toprakların kültürüne sahip çıktığımız gibi, ezilen sınıfların, dünyanın neresinde olursa olsun biriktirmiş olduğu her değeri de kendi birikimimiz olarak görüyoruz. Yerelden, kendi kültürümüzden, kendi kimliğimizden besleneceğiz; bunu, ezilen sınıfların toplamda yarattığı birikimlerle ve evrensel insanlık değerleriyle birleştirip yeni bir düzen kuracağız; yeni bir kültür yaratacağız.

Yerelin daraltıcı bakışından kurtulmayı sağlayacak geniş bir ufka sahip olmak enternasyonalist bir çizgiyi zorunlu kılar.

Yerel-yerelleşmiş siyaset madalyonun bir yüzü ise diğer yüzü de enternasyonalizmdir. Enternasyonalizm; bütün alanlarda ve yerellerde biriktirilen mücadelelerin birbirini tetikleyecek devrimlere dönüştürülmesini sağlayan, farklı farklı alanlarda devam etmekte olan faaliyetleri koordine eden uluslararası bir mücadele aygıtıdır. Koordineyi sağlayan bir mücadele aygıtı olmasının ötesinde, her yerelde biriktirilen değerlerin çıkarımlar düzeyinde soyutlandığı ve sonrasında bu sonuçları yeni ve üst bir bilinç düzeyi olarak yeniden yerele taşıyan mekanizmadır. Diğer mücadele deneyleriyle eğer ilişkilendirilmezse, sınırlılıkları dolayısıyla problemli bir alan haline gelebilecek yerelliğin açmazları bu mekanizma ile aşılabilir. Yerelin daraltıcı bakışından kurtulmayı sağlayacak geniş bir ufka sahip olmak enternasyonalist bir çizgiyi zorunlu kılar. Enternasyonalizmin bugün ülkemizdeki somut anlamda karşılığı ise Kürtlerle kurulan ilişki biçimidir. Kürt meselesi karşısında Türk milliyetçiliğiyle arasında kalın bir mesafe inşa edemeyen hiçbir sol hareket enternasyonalist olduğunu iddia edemez.

Yurtseverlik ve enternasyonalizm birbirini beslemek zorundadır. Birbirini dışlayıcı değildir. Yerelde siyaset yapmanın bir görünümü ve sonucu olan yurtseverlik, dünyadaki diğer mücadele deneyleriyle ilişkilenmezse yerel siyaset milliyetçileşerek kendi üstüne çökebilir (ırkçılaşır) ve sistemin çelişkilerini görünmez kılan bir örtüye dönüşebilir. Enternasyonalizm ve sosyalizm, yurtseverliğin, milliyetçileşerek gericileşmesinin önündeki yegâne engeldir. Öte yandan yerelin farklılıklarını göz ardı ederek her derde deva olabilecek türden genelleşmiş politikaları enternasyonalizm adına yerele dayatmak, içinden çıktığı kültüre yabancılaşmış bir siyasal hattın ortaya çıkmasına neden olur. Siyasal hat, hem yerelden beslenen hem de uluslararası mücadele deneyimlerini gözeten bir yerden kurulmalıdır. Yerel ve evrensel olan arasında kurulacak dengeyi ve bütünlüklü ilişkiyi Mevlana’nın bu konudaki benzetmesi iyi ifade eder: “Pergelin iğneli ayağı sabittir benim dinimde, ama diğer ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşırım”.

Yurtseverlik; ezilen sınıflar ve halkların kendisine yabancı bir güç olarak gördüğü sol ile yeniden bir gönül bağı kurabilmesinin imkânlarını sağlayacak temel bir siyasal yönelimdir. Fakat içeriğini, bugün bu çizgiyi temel yönelim haline getiren gruplardan farklılaştırmak için yeniden doldurmak gerekir. Bu zorunluluğun iki nedeni var: a) “Yabancılaşma”nın aşılmasının “yerel” bir siyaset ile mümkün olabileceği gerçeği… “Yerel” bir siyasetin inşa edilebilmesinin ise yurtsever bir hattın oluşturulmasını zorunlu kılması. b) Ancak oluşturulacak bu yurtsever çizginin, şimdilerde bu iddia ile siyaset yapan şoven siyasi hattan ayrıştırılması mecburiyeti… Bu zorunluluk da kavramın içeriğinin yeniden doldurulmasını gerekli kılar. Bu içeriğin nasıl doldurulacağını şöyle özetlemek mümkün: Bir: Yurtsever bir çizgi, yerel bir siyaset oluşturmanın zorunlu adımlarından biridir. İki: Bu çizgi kapitalist sisteme ve devlete bağlılığı değil, bu toprakların kültürüne-değerlerine ve ezilen sınıflarına bağlanmayı esas alır. Türk kültürü başta olmak üzere köklerinden ve kimliğinden beslenerek bu siyaseti inşa eder. Üç: Kürtler başta olmak üzere hiçbir halka karşı kendini konumlandırmaz. Onlarla eşit bir ilişkilenmeyi esas alır. Kürtlerin kolektif haklarını elde etmek için yürüttükleri mücadeleyi destekler. Onlarla, özgür iradelerini kabul ederek ilişkilenmeyi, birlikte yaşamayı sağlayabilecek yegâne yol olduğu gerçeğinden hareketle zorunlu görür. Dört: (Antikapitalist bir) antiemperyalizmi, yurtseverliğin sınandığı temel bir alan olarak görür. Radikal bir antiemperyalisttir. Beş: Bu topraklara sonuna dek bağlı olmakla birlikte, bunu kendi kültürünü fetişleştirmek olarak algılamaz. Etkilemeye-etkilenmeye açıktır. Enternasyonalisttir. Enternasyonalist olmayan bir yerel siyasetin-yurtseverliğin sosyalizmden ve “sınıf siyaseti” çizgisinden uzaklaşmak olduğunun bilincindedir (Hiç kuşku yok ki sınıfsız, duvarsız ve sınırsız bir sosyalist gelecek kurduğumuzda yurtseverlik, anlamını ve tarihsel gerçekliğini yitirecek ve tarihsel olarak aşılacaktır.).

Enternasyonalizmin, aynı zamanda “uluslar”ın varlığını meşru kabul ettiğini, bunun kabulü üzerinden bir ilişkilenme düzeyi olduğunun farkındadır. Ulusların; kapitalizm çağının bir ürünü olduğunu ve kapitalizmin, komünizmle bütün dünyada aşılmasıyla birlikte, ulusların da eriyeceğini bilir. Bu erimenin, yurtseverliğin maddi nedenlerini ortadan kaldıracağını ve onu gereksizleştirecek sonuçlar yarattığının bilincindedir. Bunun aynı zamanda, tersinden söylemek gerekirse, artık enternasyonalizmi gereksiz kılacak yeni bir durum anlamına geldiğinin de farkındadır (Sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte nasıl ki “felsefe kendini gerçekleştirmiş” olacaksa, benzeri şekilde ezilenlerin ulusötesi çıkarlarının somutlaşmış ifadesi olan enternasyonalizm de, ulusların/ulusal sınırların ortadan kalkacağı tarihsel koşullarda kendini gerçekleştirip, gereksizleşecektir.).

Politik eğilimler olarak bugün ülkemizde kendini, “ulusalcı” , “milliyetçi” ve “yurtsever” olarak tanımlayan çevrelerin izledikleri çizgi problemlidir. Aralarında derece farklılıkları olmakla birlikte, hepsi giderek ırkçılaşmakta, Kürtler başta olmak üzere başka halklara karşı düşmanlaşmakta ve Türklüğü, onların üstünde egemen bir kimlik haline getirmektedir. Ortaya çıkan bu burjuva ulusal Türk kimliğinin içeriğini yeniden tarifleyeceğiz. Egemen bir ulus olmak ile ezilen bir ulusun mensubu olmak arasındaki farkın ve ezen bir milletin milliyetçiliği ile ezilen bir milletin milliyetçiliği arasındaki ayrımın bilincinde olarak bunu tanımlayacağız. İkisini aynılaştırarak üretilen politik hat, ezen ve ezilen arasındaki farkı silikleştirir; bizi sosyal şoven hale getirebilir. Bundan dolayı başka halklarla kuracağımız ilişkide hiyerarşik olmamak, “devlet milliyetçiliği” başta olmak üzere her türden egemenlik kuran egemen ulusçu zihniyeti reddetmek ve öncelikle Kürtlerin özgür iradesini tanımak çok önemli. Bunu yaptığımız ölçüde Türk kimliğimizle barışık-sağlıklı bir ilişkilenme inşa edilebilir. Fakat öte yandan egemen sınıfların inşa ettiği ulusçu zihniyetin mevcut şovenist tavrı, bizim açımızdan içinden çıktığımız kültürü reddetmek, Türk kimliğini silikleştirerek-aidiyetsiz bir sosyalist gibi davranmak sonucunu doğurmamalı. Kendi kimliğimize sahip çıkmaksızın ezilen sınıfların ana gövdesini oluşturan Türk ve Sünni Müslüman kitleyle aramızda sürmekte olan yabancılaşmayı aşamayız. Kimliğimize sahip çıkmayı tabi ki politik anlamda “araçsalcı” kaygılar nedeniyle değil, bu toprakların kültürüne bağlı olduğumuz için, köklerimiz bu topraklarda olduğu için, zihinsel ve duygusal dünyamızın doğal seyri bunu gerektirdiği için yapacağız.  

Bütün bunların nasıl gerçekleşeceğini ve pratik politikada nasıl inşa edileceğini görmek için 1920’de Bakü’de kurulan Mustafa Suphi TKP’sine bakmak gerekir. TKP, Batı’da değil, Doğu’da, Bakü’de kurulmuştur ve bu tesadüf değildir. Orada kurulması nasıl tesadüf değilse, kuruluş felsefesi de rastgele oluşturulmamıştır. Suphi TKP’si içinden çıktığı topluma yabancı olmayan, İslam’ın toplumsal gerçekliğini reddetmeyen, bu toprakların kültüründen beslenen, enternasyonalist olduğu kadar yerel ve yurtsever bir harekettir. Şimdi de bu tecrübeyi gören bir yerden kendimizi inşa etmeliyiz.

Şurası açık ki, Türkiye Devrimi’ni soyut/herhangi bir “işçi sınıfı” değil, ana gövdesini “çoğunluğun” oluşturduğu “Türkiye işçi sınıfı” yapacak. Yerel bir siyasi güç olma zorunluluğunu işte bu baştaki (coğrafik/kültürel/tarihsel) “Türkiye” tanımlaması gerektiriyor (İbni Haldun; “coğrafya kaderdir!”). “İşçi sınıfı” ne kadar genel ve soyutsa “Türkiye işçi sınıfı” da o kadar somut ve yereldir. Dünya’nın hiçbir yerinde soyut bir işçi sınıfı yoktur. “İşçi sınıfı” kavramı, bir tarihi ve coğrafi mekânı imleyen bir sıfatla soyut halden somut bir kuvvete dönüşür. Bu topraklarda da, 15/16 Haziranlar’ın unutturulan hafızası yeniden somut bir güce dönüşecektir.

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.