arama

Siyaseti Yeniden Kurmak (I)

Bülent PARMAKSIZ
Mevcut haliyle sol eskimiştir. Bir direniş odağı olmanın ötesinde geleceğe dair bir umut vermiyor. Kitleler nezdinde siyasal bir özne olma konumunu yitirdi. Hem teorik hem de pratik anlamda kendini tekrar ediyor. Tekrar ve yenilenememe onu çürütüyor. Kitlelerle arasındaki mesafe her geçen gün daha da açılıyor. Daha da kötü olanı, dönemin sorunlarını kavrayamıyor ve görevlerin gereklerini yerine getirecek güce sahip değil.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Bülent Parmaksız Bülent Parmaksız
  • 1 Star
    Loading...

Geride bıraktığı büyük deneyler ve içerilip aşılması gereken doğrularıyla, bir dönemin sosyalizm anlayışı bitti. Ekim Devrimi (1917) ve III. Enternasyonal’in (1919) kuruluşuyla başlatılabilecek bu süreç, 1989’da reel sosyalist blokun çöküşüyle sona erdi. Yıkılan sadece sosyalist ülkeler olmadı, onlarla birlikte Rusya Marksizm’i ve Marksizm’in III. Enternasyonal yorumu da büyük darbe aldı. Ortaya çıkan sonuçlar çok öğretici ve öncesinde yapılan birçok tartışmayı da bitirdi. Arnavutluk, Yugoslavya, Polonya ve Doğu Almanya’nın… Sovyetler Birliği’nin peşi sıra yıkılması ve Çin’in kapitalist gelişme (“devlet kapitalizmi”) yoluna girmesi, onların da aynı sosyalizm anlayışına ve aynı sorunlara sahip olduklarını gösterdi.

Kurucu referanslarını reel sosyalizmden alan Türkiye Solu da benzeri bir akıbeti yaşadı. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir dönemin sosyalizm ve mücadele anlayışı ömrünü doldurdu. Bir bütün olarak Devrimci Hareket yenildi. 12 Eylül sonrasında yaşanan örgütsel yenilgi, 1989 sonrasında, referans aldığı kaynakların çözülmesiyle aynı zamanda ideolojik bir yenilgiye dönüştü. Sol’un yaşadığı yenilgi tek başına güncel, politik, taktik ve örgütsel değildir. Bunlar da var, ama yenilgi daha derindir. Teoriyle ilgili boyutları görmezden gelinemez. Ancak dünyadaki yenilgi ile ilişkilendirildiği ölçüde sorunların çapı anlaşılabilir. Dünya çapında yaşanan yenilginin ülkemizde hissedilmemesi zaten eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Çünkü sol’u belirleyen ana referansların yenilgiye uğradığı bir süreçte, onun türevlerinin hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmesi ya da gelişmelerden hiç zarar görmeksizin dönemi atlatabilmesi söz konusu olamazdı. Kaldı ki dünyada yeni bir durumun ortaya çıkması ardından bundan sadece sol değil her türden muhalif toplumsal gruplar,  “üçüncü dünya ülkeleri”, ulusal hareketler, sendikal yapılar, bölgemizde ise Baas Partileri, Arap milliyetçiliği, İslami hareketler ve gerici krallık rejimleri de etkilendi. Saddam ve Kaddafi bu koşullardan dolayı devrildi, Yugoslavya bunun için parçalandı, Kafkaslar’da ulusal dinsel çatışmalar bunun için arttı, Suriye bunun için Lübnan’dan çekildi (ve sonraki yıllarda parçalandı), Kürt devrimi bunun için belirlediği kimi hedeflere ulaşamadı…

Mevcut haliyle sol eskimiştir. Bir direniş odağı olmanın ötesinde geleceğe dair bir umut vermiyor. Kitleler nezdinde siyasal bir özne olma konumunu yitirdi. Hem teorik hem de pratik anlamda kendini tekrar ediyor. Tekrar ve yenilenememe onu çürütüyor. Kitlelerle arasındaki mesafe her geçen gün daha da açılıyor. Daha da kötü olanı, dönemin sorunlarını kavrayamıyor ve görevlerin gereklerini yerine getirecek güce sahip değil. Ne türden bir kuşatılmışlık içinde olduğunu göremiyor. Bundan dolayı ciddi bir yenilenme çabası içine girmiyor. Yaptıklarıyla yetiniyor. Daha fazlasını isteyecek ufku ve mecali yok. Alışkanlıkları ayak bağı olmuş durumda. Örgütler araç olmaktan çıkıp amaç haline gelmiş. Hareketi yaşatmak bütün faaliyetin ekseni haline geldi ve tüm enerjisini alıyor. Tam bir çıkmaz yaşanıyor. Problemlerin kısmen farkında ama eski dünyasına toz kondurmuyor. Zayıflıktan hem şikâyetçi hem de yenilenmekten ödü kopuyor. Liberal, ulusal ve her türden ideolojik kuşatma karşısında, hesaplaşmaktan çok kendini koruma adına içe büzülüyor.

Sol, ne dünyayı yorumlayabiliyor ne de onu değiştirebiliyor. Eğer ortada sosyalizmin dünya çapında yaşadığı yenilgi ve buhran olmasaydı, sorunların çözümü daha fazlasıyla “pratik”ten ve “yerel”den üretilebilirdi. Ama önümüzde koca bir yıkıntı var ve bunun temizlenmesi gerekiyor. Bugün her zamankinden daha fazla, hem varolanı anlamaya hem de değiştirmeye ihtiyaç var.  Bu kavranmadığı sürece sol, ne sorunların farkına varabilir ne de kalıcı kazanımlar elde edebilir.

 Birlik, sol’un sorunları çözebilir mi?

Kendine ayrı ayrı varoluş alanları tanımlayan sol’un mevcut dağınıklığı anlamsızdır. Özellikle 1989’da reel sosyalist blokun çöküşü ardından bu iyice gün yüzüne çıkmıştır. Grupların eski halleriyle kendini devam ettirmesi örgütsel alışkanlıklarla ilgilidir. Ayrı durmanın teorik-politik gerekçelerini göstermek ancak zorlama ile mümkün olabilir. Zaten 1970’lerden beri büyük ölçüde yanlış olan bu durum şimdilerde iyice kendini gösteriyor. Geçmişteki dağınıklık yereldeki iç dinamiklerin etkisiyle ortaya çıkmadı. Esas olarak bölünmeler, dış merkezlerdeki kutuplaşmaların izdüşümü olarak yaşandı. O dönemde, ağırlıkla dışarıdan alınan referansların Türkiye gerçeğine uyup uymaması hiç önemli değildi. Kim, hangi sosyalist güce yakınsa onun bütünlüklü görüşleri doğrultusunda bir mücadele ekseni oluşturuyordu. Güçler buna göre bölündü, varolan enerji ağırlıkla grupların varlığını devam ettirecek şekilde harcandı, sol içi çatışmalar yaşandı.

Fakat bugün bahsi geçen “dış merkezler” yok. Grupları ayrıştıran dışsal nedenler ortadan kalktı. 1970’lerde çok önemli olan “Türkiye yarı feodal mi, kapitalist mi?”, “sınıf mücadelesinin öncüsü olabilecek düzeyde işçi sınıfı var mı, yok mu?”, “temel mücadele alanı şehir mi kır mı?”, “toplu ayaklanma mı halk savaşı mı?”, “Mücadele yasal mı, gizli mi sürdürülecek?” türünden kimi tartışmalar da anlamsızlaştı. Hayatın kendisi bu türden temel tartışmaları sonuçlandırdı. Artık bugün -neredeyse- herkes “kapitalizm” ve “işçi sınıfı” diyor. Köylülük eridi, “kırlardan şehirlerin kuşatılması stratejisi”ni savunan neredeyse kalmadı. Kürtler’in varlığı ve kendi kaderlerini belirleme hakkı tartışma götürmeyecek düzeyde kabul edilmiş bir gerçeklik. Velhasıl, grupların ayrı duruşlarına neden olan farklılıklar önemsizleşti. Herkes büyük ölçüde birbirine benzedi. Ama buna rağmen geçmişten gelen alışkanlıkla bölünmeler kabul edilmiş olarak devam ettiriliyor. Üstelik bugün bunun sonuçları geçmişe göre daha ağır yaşanmakta. Çünkü gruplar o denli zayıfladı ki, çok sınırlı olan enerji, mücadelenin gereklerini yerine getirmek için değil, örgütsel devamlılığın sağlanmasına harcanıyor. Doğadaki, “en az enerjiyle en çok iş” ilkesi tersine çevrilmiş durumda. Onlarca dergi, ciddi sonuçları olmayan irili-ufaklı etkinlikler/eylemler grupların varlıklarını kanıtlamaktan başka bir işe yaramıyor.

Başından itibaren ciddi nedenleri olmayan bu bölünmeler artık günümüzde iyice gereksizleşti. Bundan dolayı aynılar aynı yerde durmalı. Sol’da sadeleşmeye, ideolojik-politik-örgütsel anlamda aynıların güçlerini birleştirmelerine ihtiyaç var. Bu durum bile sol’un şimdiki halinden daha ileri bir pozisyon almasına yol açacaktır. Ancak birliğin, sosyalizmin dünyada ve ülkemizde yaşadığı sorunlara ciddi bir çözüm olabilme imkânı yoktur. Çünkü sosyalizmin sorunları çok derin ve bu durum, geçmişe çok ciddi anlamda eleştirel bakmayı gerektirir. Sol’un ana gövdesi ise hala bu tartışmaları yapmak gerekliliğinin çok uzağında duruyor. Problemlerin farkında değil, ufuk kaybı var ya da varolanla yetinmek onları rahatsız etmiyor. Dolayısıyla sol’un mevcut dünyalarıyla bir araya gelmesi çok sınırlı bir başarı sağlayacaktır.

Çok sınırlı sayıda çevre bütünüyle olmasa da yaşanan sorunların önemli ölçüde bilincine varmış durumda. Krizi salt Türkiye Solu’nun yaşadığı tıkanıklık üzerinden tarif etmiyor. Dünya çapında sosyalizmin bir evresinin kapanıp, yeni bir dönemin öngünlerinin yaşandığının farkında. Sol’un, güncel-politik görevlere kilitlenmiş dar ufkuyla, en fazla eskiyi daha iyi tekrar edeceğini biliyor. Sol, mevcut halini -eski dünyasını koruduğu müddetçe ne sosyalizmin krizini anlayabilecek ne de çözüm gücü olabilecektir. Üstelik kendini tekrar eden ve çağı izah etmeyen bir teorik ve pratik faaliyet, sol’u adım adım çürütecektir. Bundan dolayı mevcut durumlarını korumayı maharet sayan sol’la birlik yapmanın gerçek anlamda ilerletici olmadığını düşünüyoruz. Sosyalizmin derinleşen sorunları, eski dünyalara sahip sol’la kurulacak “çatı partisi”, “güç birlikleri” veya “ideolojik-örgütsel birlik”ler türünden oluşumlarla aşılamaz. Hem onu çokça eleştirip hem de mevcut halini korumakta inat eden sol’la birlik yapılmasını savunmak zaten çelişkili bir durumdur.

Öte yandan sol’un güç birliği ya da siyasal birlik pratiklerinin sicili parlak değildir. Bu konuda yaşanan deneyler bir iki istisna dışında ya başarısız ya da çok sınırlı etkilere sahip olmuştur. 1982’deki FKBDC, 1986’daki Sol Birlik, 1980’lerin sonu ve ’90’ların başında, esas olarak Kürt Hareketi’yle yapılan “Devrimci Güç Birliği” çalışmaları ciddi sonuçlar yaratamadan dağıldı. Yine ÖDP başarısız bir örgütsel birlik tecrübesidir. Belirli sınırlılıklar dâhilinde, başarılı birlik faaliyetine örnek olarak ESP ve SYKP deneyleri gösterilebilir.

Yaşanmakta olan sorunları derinlemesine kavramayan sol grupların birbirleriyle yapacakları çeşitli düzeylerdeki birlikler yol açıcı olmayacaktır. Kuşkusuz birbirine yakın olan grupların bir araya gelmesi desteklenmeli ama bunun çok sınırlı getirileri olacağını akıldan çıkarmamak gerekir.

Yeniden yapılanma nedir?

a) Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?

Bu topraklardan beslenen değil, ona yabancı bir güç olması; siyasal özne rolünü yitirmesi ardından içe büzülüp-tutuculaşması; 1989 sonrası dünyada yeni bir durumun ortaya çıktığının farkına varamaması; sosyalizmin bir evresinin bitip yeni bir dönemin başladığını görememesi ve yeni bir paradigmayı oluşturacak teorik ve pratik yenilenme tartışmalarına uzak durması nedeniyle mevcut sol hareketlerin birlik ekseninde bir araya gelmelerinin ön açıcı olmadığını düşünüyoruz.

 Peki, var olan sorunlar derinlemesine nasıl irdelenecek ve sonrasında nasıl aşılacak? Çözüm yollarından biri olarak önerilebilecek “birlik” yapmanın anlamlı olmadığı düşünülüyorsa ne yapılmalı?

“Ne yapmak gerekir?” sorusunun cevabını tartışmadan önce olan biteni iyi kavramak gerekiyor. Geçmiş ne kadar derinlemesine eleştirilirse ve günümüzün sorunları ne denli köklü kavranırsa cevaplar da o ölçüde sorunlara çözüm gücünü içinde taşıyacaktır. Güncel değil tarihsel, sadece taktik-politik değil, aynı zamanda teorik sorunlarla karşı karşıyayız. Bundan dolayı palyatif çözümlerle yol alınamaz.

“Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?” sorusuyla başlamak gerekiyor. Marks’ın, “Feurbach Üzerine Tezler”in ünlü 11. maddesinde, “filozoflar şimdiye dek dünyayı sadece yorumlamak yetindiler ama asıl olan onu değiştirmektir” diye yazdığı biliniyor. Asıl olan “değiştirmektir” saptaması hala doğruluğunu koruyor. Fakat dünyada son yüzyılda olup bitenlerin yeniden yorumlanmaya ihtiyaç duyduğu da bir gerçekliktir. Yaşananların değerlendirilmesi ve değişen yanların açığa çıkarılması için gerçeğin bilgisi yeniden oluşturulmalıdır. Bu durum, Marksizm’in aşıldığı ve çağımızı açıklayamadığı anlamına gelmez. Marksizm’in temel tezleri son yüzyılda yanlışlanmamış, aksine doğrulanmıştır. Marksizm hala tarihsel-toplumsal gerçekliği açıklamakta ve çağımızın bilgisini elde etmemizi sağlayacak yöntemleri bize sunmaktadır. Ancak böyle bir saptama, “Marksizm’e eleştirel yaklaşmayı ve güncelleştirmeyi” dışlamaz. Yöntemimizin esasını tam da bu bakış açısı oluşturacaktır.

1989’da reel sosyalist blok’un çözülmesi ardından ortaya çıkan “yeni dünya”nın gerçekliği, sadece politik-stratejik analizlere indirgenerek kavranamaz. Meydana gelen yeni duruma daha geniş bir perspektiften bakmak gerekir. Böylesi bir bakış, yaşanmakta olan sorunları derinlemesine açığa çıkartacaktır. Buradan bakıldığında şöylesi bir dünya ile karşı karşıya olduğumuz görülebilir: ’89 sonrası reel sosyalizmin çöküşü ardından yepyeni bir durum çıkmıştır ortaya. Teoriden politikaya, kültürden toplumsal yaşayışa dek birçok alanda, yerleşik yargılar işlevsizleşmiş, yanlışlanmış ya da yeniden gözden geçirilmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır. Abartarak söylenirse, dün önemli olan her şey bugün önemini yitirmiştir. Burjuvazi de oluşan bu yeni durumu sonuna dek kendi lehine kullanmak istedi. Bu doğrultuda kendi temel bilgisi olan Aydınlanma’yı ve aklı bile post-modernizm ile tartıştırır-inkâr eder hale geldi. Din dâhil her türden geriliği yeniden yeşertti. İnsanlığın ve emekçilerin tarih içinde biriktirdiği bütün kazanımlara saldırdı. Artık kabul gördüğü üzere, insanlığı yeniden Batı’nın karanlık Ortaçağ’ına döndürdü. Bir yandan ortaya çıkan bu yeni ideolojik ve kültürel gerçekliğin kendisi diğer yandan eleştirel bir gözle değerlendirilmesi gereken sosyalizm pratikleri, yeni bir dünya gerçekliğinin varolduğunu gösteriyor.

Marks, teoride sosyalizmin kaçınılmazlığını iddia eder ama pratik anlamda insanlığın sosyalist bir düzene geçişi başarabileceğini mutlaklaştırmaz. Sadece bunun gerçekleşmesi imkânının bulunduğunu ve insanlık tarihinin bu yönde evrimleştiğini bilimsel anlamda gösterir. Fakat sosyalizmin gelecekte kurulabilmesi, insanlığın üzerinde yaşayabileceği bir dünyanın varolabilmesi ön koşuluna bağlıdır. Çünkü canlı yaşamına elverişli bir dünyanın varlığını koruyup koruyamayacağı artık tartışmalı hale gelmiştir. Marks’ın döneminden farklı olarak yeni karşılaşılan bir durumdur bu. Doğadaki canlı yaşamı bundan öncesinde beş kez, yüzde 90’lara varan oranlarda yok oluşla karşılaştı. Dolayısıyla daha öncesinde benzeri bir durum yaşandı. Meteor çarpması, volkanik patlamalar, küresel soğuma… bunun nedenidir. Fakat her seferinde doğa kendini yenileyerek canlı yaşamına elverişli bir ortam oluşturdu. Bugünse dünden daha farklı bir süreç yaşanıyor. İlk kez insanlık eliyle canlı yaşamı risk altına sokuluyor. İnsanlık, hem kendinde hem de doğada devam eden evrime müdahale ediyor. İnsan türünün yaşam koşullarını sona erdirecek bir doğa yıkımı yaşanabilir. Sosyalist ülkelerde de bu konuda farklı bir pratik yaşanmadı. Reel sosyalizm, doğayla uyumlu ilişkiyi gözeten değil, onu sınırsızca sömüren ve üzerinde egemenlik kuran kapitalist kültürü yeniden üretti.

Üretici güçlerin gelişme seyri de yeniden değerlendirilmelidir. Marksizm’e göre üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluğun, toplumsal devrimin başlangıcı olarak kabul edildiği biliniyor. Bundan dolayı üretici güçlerin hangi düzeyde bir gelişme içinde olduğu, tek belirleyici faktör olmamakla birlikte, önemlidir. Kapitalizmin kimi alanlarda üretici güçleri geliştirdiği söylenebilir (en büyük üretici güç olan insan için bu durum söz konusu değildir). En genel anlamda üretimin teknik temelinin gelişimi (teknolojideki gelişme), sermayenin dolaşım hızının artması, finans kapitalin yeni bileşenleri, AR-GE’lerin üretim içinde artan oranı; özelleştirilerek devam edilirse bilim, tıp, yapay zekâ, bilişim, iletişim, nükleer enerji, uzay, süper iletkenler, atomaltı fiziği, genetik vs.’deki gelişmeler bunun göstergesidir.

Üretici güçlerdeki gelişmelerin sonuçları ihmal edilemez. Marks buhar gücünün (buharlı gemi…) ve telgrafın ortaya çıkardığı sonuçları çok önemser. Geçmişle kıyaslanırsa, hız o süreçte belirgin bir şekilde artmıştır. (Binlerce yıl boyunca bir noktadan bir başka noktaya hareketin –malların ve sermayenin dolaşımı, orduların intikali da dâhil- hızını belirleyen temel güç “at”, “beygir gücü”dür. Bütün sınıflar da aynı hızla hareket etmiştir. Sanayi Devrimi ile birlikte içten patlamalı motorların ve fosil yakıtların hareket ettirici gücü, hız’ı muazzam düzeylerde artırmış ve bu hareket kabiliyetinden bütün sınıflar aynı düzeyde yararlanamamıştır). Artan hızın sonuçları kültürel ilişkiler dâhil hayatın her alanını etkilemeye başlar. Hızla birlikte pazar genişler, meta ihracı ve ticaret hacmi artar. Hızın artması burjuvazinin çıkarınadır. Şimdilerde ise, mesafeleri çok kısaltan ulaşım araçlarındaki ve dünyanın bir ucundan diğerine anında haberleşmeyi sağlayan teknolojilerdeki ilerlemeler daha da arttı. Sermayenin ve metaların dolaşım hızı korkunç derecede büyüdü (mesela “sıcak para”, Brezilya ile Uzakdoğu borsaları arasında günübirlik hareket edebilmektedir). Emperyal sermaye, hızın artmasının beraberinde getirdiği güçle, mal ve sermaye hareketleri üzerindeki kontrolünü derinleştirdi, dünyayı tek bir pazar haline getirdi. Değişim sadece bunlarla da sınırlı değil. Lenin, emperyalizmi, meta ihracının yanı sıra sermaye ihracı olarak tarifler. Bugün dünden farklı olarak, meta ve sermayeye ek olarak, üretim araçları da hareket halindedir. Burjuvazi artık, kendi ulusal sınırları içinde yaptığı üretimin bir kısmını, emek gücünün daha ucuz olduğu bölgelere kaydırıyor. Aynı şekilde, geçmişle kıyaslanırsa, çağımızdaki emek hareketliliği de çok fazladır.

Özellikle Gramsci’nin altını çizdiği ideolojik hegemonyanın ve okul, aile, medya, din… gibi “rıza üreten kurumlar”ın öneminin arttığı, alt yapı ile üst yapı arasındaki ilişkide “göreli özerklik” rolünü aşan düzeyde üst yapı tartışmalarının fazlalaştığı ve bunca yoksulluğa-eşitsizliğe karşı emekçi sınıfların varolan sistemi hala onaylamalarını sağlayan “yanlış bilinç”in yarattığı yanılsamanın derinleştiği bir dünyada yaşıyoruz. Kurumlar, her zamankinden daha fazlasıyla insanları eziyor. Postmodernizm, bütüncül ideolojilere karşı saldırısıyla insanın bütünlüklü düşünce yapısında büyük bir yıkım yarattı. Postmodernizme göre insan artık her şeye yerelden bakmalı, iktidarı hedeflememeli, devrimin yıkımla sonuçlandığını görmelidir! “Kurumlara ve varolan düzene karşı gelmek anlamsızdır, zaten bunlar yıkılmaz, yıkılsa da bu daha büyük felaket getirir” anlayışı bilinçlere kazındı.

Politik anlamda ise “tek kutuplu” bir dünya gerçeği çıktı karşımıza. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler ’89 sonrası dünyayı yeniden paylaşmaya başladılar. BOP projesi bunun en somut adımıdır. Artık önlerinde onları frenleyecek bir sosyalist blok da kalmadı. Bunun verdiği fütursuzlukla açık askeri işgallere yöneldiler. Sermaye, 19. yy’ın son dönemini aşacak şekilde, dünya çapında bütün ulusal pazarları kapitalist merkezlere bağladı. “Küreselleşme” kavramı bu yayılmacı saldırının ideolojik olarak ifade edilişidir. Emperyal sermaye, hareket alanını kısıtlayacak bir engel olarak gördüğü ulusal devletleri, onların hukuk düzenini yıkmaya ve “uluslararası tahkim” vs ile de yeni dönemin hukukunu oluşturmaya çalışıyor. Potansiyel anlamda direnç gösterebilecek ulusal ya da rakip emperyalist devletler etnik, dinsel, kültürel farklılıkları kışkırtarak, bölmeye-zayıflatmaya çalışıyor.

Var olan dünyanın bilgisini elde etmek için gerçekliği, genel olarak, çok yönlü biçimde tarif etmeye çalıştık. Daha fazlası da söylenebilir. Ama temel sorunlar ve gelişmeler gösterildi. Böylesi bir dünya gerçekliği olduğu bilince çıkarılmadan, ne var olan kriz derinlemesine anlaşılabilir ne de bu sorunları çözecek bütünlüklü bir görüş oluşturabilir. Sol’un ağırlıklı kesiminin mevcut dünyası, sorunları bu genişlik ve derinlikte kavramaktan uzaktır.

b) Yeniden yapılanmadan ne anlamak gerekir?

Yeniden yapılanma; sorunların bildik biçimlerde açığa çıkmadığı ve bildik şekillerde verilen cevapların çözücü olmadığı koşullarda, bir başka biçimde söylenirse her zamanki yol ve yöntem arayışlarının tekrardan öteye ilerletici sonuçlar yaratmadığı durumlarda, teorik ve pratik faaliyetin yeniden kurulmasıdır. Yeniden yapılanma; eskinin eleştirisini yapmak, yeninin bilgisine ulaşmaktır. Yeniden yapılanma; sadece gelecekte kurulacak sosyalizmin, onun örgütlenmesinin ve yeni insanın yaratılması değil, aynı zamanda onu bugünden başlayarak adım adım örecek sürecin tartışılması demektir. Bu türden dönemlerde sorunlar artık taktik-politik-konjonktürel değil (bunlar da olmakla birlikte) daha fazlasıyla teoriktir.

Yeni koşulların ortaya çıkması ardından değişmenin izah edilmesi zorunlu hale gelmiştir. İzah edilemediği koşullarda ise gerçekliğin doğru bilgisine ulaşılamamakta ve dolayısıyla değiştirilememektedir. Yeniden yapılanmanın zorunlu olduğu koşullarda eski ayrımlar ve ortaklaşılan noktalar önemsizleşmiş, yeni ayrım noktaları ortaya çıkmıştır. Yeni bir süreç başlamış ve artık önceki döneme ait birçok bilgi önemsizleşmiş ya da yanlışlanmıştır. ‘89’da reel sosyalizmin çöküşü böylesi bir eşik noktasıdır; hiçbir şey olmamış gibi yola devam edilemez. Geçmişin eleştirilmesi ve geleceğin de geçmişten farklı olarak yeniden kurulması gerekir. Sınıflar mücadelesinde benzeri eşik noktaları hep yaşandı. 1848 devrimleri ardından işçi sınıfının bilincinde bir sıçrama olmuş, sınıf artık kendisi için ve kendi talepleriyle mücadeleye başlamıştır. 1871 Paris Komünü’nde ise ilk kez iktidar alınmış ve sosyalizm mücadelesi yeni bir evreye girmiştir. Kapitalizmin emperyalistleşmesi bir başka eşiktir. 1917 Ekim Devrimi ise insanlığın zihinsel düşünüşünde ve tarihsel-güncel yaşam pratiğinde çok önemli bir sıçrama noktasıdır. ’89 ise tersine bir sıçramadır. Büyük bir yenilginin yaşandığı tarihtir. Paris Komünü de yenildi ama olumsuz sonuçları asla bu düzeyde olmadı. ’89 çöküşü sadece emekçi sınıfların değil bir bütün olarak insanlığın birikimlerinin gerilemesine neden oldu. Yaşanan bu yenilginin ardından ileriye doğru hamle yapılabilmesi ancak ciddi bir yenilenme ile yani yeniden yapılanma ile becerilebilir. Kendini köklü biçimde yenileyemeyen bir faaliyet tasfiye olmaktan kurtulamaz.

Yeniden yapılanma her şeyden önce teorik bir sorundur. Teoriyi ve pratiği yeniden gözden geçirme ve yeni dönemin beraberinde getirdiği sorunların ve olanakların bilgisini açığa çıkarmaktır. Yeniden yapılanmaya ilişkin bu teorik bakışı güncelleştirdiğimizde şu söylenebilir: Yeniden yapılanma; 72 yıllık reel sosyalizmde yaşanan pratiğin ve o pratiğin yaslandığı teorinin gözden geçirilmesi ardından elde edilen sonuçları teorileştirmek, Marks’tan bu yana son 100 yılda dünyada meydana gelen değişimi açığa çıkarmak ve bu bilgiler ışığında geleceği olabildiğince kurgulamaktır. Daraltarak söylenirse, reel sosyalizmin eleştirisi ve geleceğin sosyalizminin yeniden tariflenmesidir. Reel sosyalizm ne denli güçlü eleştirilirse yenisi çok daha güçlü kurulacaktır. Sosyalizmi bir kere daha kurup, aynı biçimde tekrar yıkılmasını istemiyorsak, geçmiş deneyleri iyi eleştirmek gerekir. Marks, 70 günlük Paris Komünü eleştirisi üzerinden, sınıflar savaşımı, proletarya diktatörlüğü, devlet, devrim, işçi-köylü ittifakı… türünden geleceğe dair birçok sonuçlar çıkarttı. Lenin’in önünde de bundan daha ileri bir teorik ve pratik miras yoktu. Oysa bizim önümüzde, hem de bir tane değil, farklı ülkelerde yaşanmış 70 yıllık sosyalizm deneyleri var. Dolayısıyla güçlü dersler çıkarmanın ve olması gereken sosyalizmi kurmanın imkânı mevcuttur. Sorunu çok yönlü incelemek gerekir.

Sosyalizmin nasıl yıkıldığına ilişkin yapılan tartışmalar aslında yeniden yapılanmanın bir ihtiyaç olup olmadığını da belirliyor. Bu konudaki farklı yaklaşımlar şu biçimde özetlenebilir: a)” Teoride bir sorun yoktur. Sorun pratiktir. Sosyalizmin kurucu özneleri (parti v.s) reel sosyalizmi yanlış kurdu.” Bu türden görüş sahipleri, “Marksizm çağımızı izah etmektedir. Bugün yaşanan kriz pratik, konjonktürel ya da örgütsel bir sorundur” diye düşünüyorlar. b) “Teoride problem var. Marksizm sorunludur. Çağımızı izah edemiyor. Aşılmıştır. Reel sosyalizmin çözülüşü bu durumla ilgilidir. Teorinin yeniden inşa edilmesi gerekir.” Bu görüşe sahip olanların bir kısmı Marksizm’i tamamen reddederken bir kısmı da Marksizm’i, sosyalizmi teorileştiren herhangi bir kuramsal çaba ya da sosyalizmin bir türü olarak görüyorlar. Ki bu da Marksizm’in önemini azaltan bir yaklaşımdır.

Çözülüşü sadece pratikle izah etmek sorunlu bir yaklaşımdır. Bu bakış, kolaylıkla bütün sorunları, mesela Kruşçevle başlatarak yıkımın izahını yüzeyselleştirmiş oluyor. Üstelik soruna böyle bakanlar açısından yeniden yapılanma diye bir ihtiyaç kendiliğinden gereksizleşmiş oluyor. Diğeri ise Marksizm’i önemsizleştirmesi veya reddetmesi itibariyle problemlidir. Bir yandan sorunların teorik yönlerine işaret ederken, diğer yandan da çözümü Marksizm’i reddederek, teorinin yeni baştan kurulması şeklinde formüle ediyorlar.

Her iki bakışın dışında yeni bir yaklaşım geliştirmek gerekiyor. Sorunu sadece pratiğin alanına hapsetmek yüzeysel sonuçlar çıkarmaya ve ufkun daralmasına neden olur. Reel sosyalizmin çözülüşünü pratik nedenlerin yanı sıra, esas olarak teorik yaklaşımlardaki problemler üzerinden yapmak gerekir. Fakat sorunun bu biçimiyle ortaya konuluşu, bunun ancak Marksizm’in dışına çıkılarak yapılabileceği anlamına gelmez. Marksizm çağımızı hala izah ediyor ve onu aşan herhangi bir bütüncül ideolojiden bahsetmek mümkün değil. Öte yandan çözülüşün teorik nedenlerini öncelikli hale getirmek, yeniden yapılanmayı da zorunlu bir ihtiyaç haline getirmektedir.

Sosyalizmin nasıl kurulacağına dair Bolşevik Parti’nin önünde -Paris Komünü dışında- herhangi bir pratik ve teorik bir miras yoktu. Bundan dolayı Bolşevikler, sosyalist kuruluşun teorisini de kendileri yaptı. NEP’e, UKKTH’ye, hızlı kolektifleştirmeye, merkezi planlamaya, sanayileşmeye ağırlık vermeye, Doğu Halkları Kurultayı’na, sosyalist demokrasinin işleyişine, tek partili sosyalizme… hep kendileri karar verdi. III. Enternasyonal kongreleri bu türden sorunların teorik tartışmalarıyla geçti. Yaptıkları pratiği teorileştirdiler, Marksist teoriyi yorumlayarak elde ettikleri sonuçları pratikleştirdiler. Bu durum, sosyalizmin çözülüşüne teorik bir bakışı zorunlu kılıyor.

Sosyalizmin çözülüşünün nedenleri arasında mülkiyetin toplumsallaşamaması, yeni insanın yaratılamaması, sosyalist demokrasinin eksikliği, devrimin içe büzülmesi-yanlış bir enternasyonalizm anlayışı, kapitalizm ile girişilen yarış, parti ile devlet aygıtının iç içe geçmesi…  sayılabilir ama bunların da ötesinde daha temel bir teorik sorun vardır. Bu da, “üretici güçlerci ve ilerlemeci bakış açısı”dır. Sosyalizm bu temel tez üzerinden kendini kurmaya çalıştı ve bunun ortaya çıkardığı sonuçlar da yıkılışın koşullarını oluşturdu. Üretici güçlerci tez, teorik temellerini Marksizm’e dayandırır. Bu tez, tarihin doğrusal bir ilerleme içine olduğunu ve buna yön verenin de üretici güçlerdeki gelişme olduğunu söyler. Sınıflar mücadelesini ve tarihte öznenin rolünü önemsizleştirerek, tarihin devindirici gücü olarak üretici güçleri koyar. Üst yapıyı ihmal eder. Aynı şekilde, sosyalizmin inşasını sağlayan temel faktörün de üretici güçlerde kaydedilen gelişme olduğunu belirtir. Sosyalizmin gelişimini üretici güçlerdeki gelişmeye indirgemesiyle, onu bir kalkınma modeli haline getirir. Bu gelişmenin kendiliğinden sosyalizmi kuracağını ve geleceğin sosyalist insanını yaratacağını öngörür. Biraz zorlandığında bu bakışın varacağı yer ekonomizmdir. Reel sosyalizm tam da bu anlayış üzerine kurulmuştur. Sonuçlar çok öğretici; yıkım, ardındaki sorunlu teorik anlayışı ve bunun sosyalizm, doğa ve insan üzerinde yarattığı tahribatı ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz, akıl dışılığı ve insanlığı yabancılaştırıcı yapısıyla kapitalizm ve onun krizlerinin neden olduğu savaşlar sosyalizmin çözülüşünü hazırlayan en temel nesnel nedendir. Emperyalist burjuvazi aşırı kar elde etme isteği, krizlerini aşma çabası ve rekabet hırsıyla, doğanın sınırsızca sömürülmesi ve insandaki yabancılaşmayı derinleştirme pahasına, aşırı üretimi zorladı. Reel sosyalizmi de kendi alanına çekerek çöküşe neden oldu.

İlerlemeci bakış, burjuva aydınlanmasının en temel tezlerindendir ve 19. yy’ın dokunulmaz düşünme biçimidir. Bunun bilgisi Descartes’in yönteminden, Newton’un mekaniğinden, Aydınlanma Aklı’ndan ve özellikle Hegel’in tarihin erekli ilerlemeci bakışından çıkarak, A. Comte ve Weber tarafından sosyal bilimlere ilişkin bir kuram haline getirilir. Bu kuram, toplumların gelişimini ve tarihini aşamalı bir ilerleme süreci olarak açıklar. 17. yy’daki bilimsel buluşlar ve 19. yy’daki sanayi devriminin yarattığı üretici güçlerdeki somut gelişmeler, insanlığın doğrusal biçimde ilerlediği görüşünü belirginleştirdi. Sanayi, bilim-teknoloji, matematik mantık yüceltildi. Bilimin sonuçlarını mutlaklaştıran ve onu hayatın her alanına empoze etmeye çalışan pozitivizm, bu görüşü ideolojikleştirdi. Bilimi, yeni yüzyılın dini haline getirdi. Politik anlamda “ileri Avrupa”nın, “barbar medeniyetleri” sömürgeleştirmesi, ilerletici olduğu gerekçesiyle olumlandı. Sanayinin, teknolojinin, gelişen üretim tekniklerinin kendiliğinden insanlığı ilerleteceği havası yayıldı. Fakat sanayi uygarlığının yıkıcı sonuçları ortaya çıktıkça, yüzyılın ikinci yarısından sonra iyimserlik yerini insanlığın geleceğine dair karamsar görüşlere bıraktı. Her ne kadar Marksizm bu karamsarlığı ciddi biçimde yıktıysa da teknoloji övgüsüne dayalı ilerlemeci bakışın sonuçları giderek ağırlaştı. Üretici güçlerdeki her gelişme, kendini yenilemesine izin verilmediğinden dolayı doğanın geleceğini belirsizleştirdi. İnsanın kendine, topluma ve doğaya olan yabancılaşmasını artırdı, sınıfsal eşitsizliği derinleştirdi. Adeta tersten bir ilişki yaşandı. Bilim, teknoloji, üretim araç ve teknikleri geliştikçe insan geriledi, yabancılaştı, mutsuzlaştı. Rönesans’ın başkaldıran ve Aydınlanma felsefesinin kendi kaderine hükmeden insanı yerine, kendi ürünü olan teknolojiye eklemlenmiş bir insan tipi çıktı ortaya.

Reel sosyalizm bu bakışı aşamadı ve teknolojik determinizmle bunu kendi içinde yeniden üretti. “Yaşasın elektrifikasyon” temel slogan oldu. Tarımda hızlı kolektifleştirmeye ve sanayileşmeye ağırlık verildi. Sanatta makine, fabrika, üretim, çalışma övgüsü öne çıktı. Sosyalizm, hızla kalkınmayı sağlayacak bir sistem düzeyine indirgendi. Kapitalist ülkelerin teknolojik gelişkinliğini aşmak öncelikli hedef haline getirildi. Üretici güçlerin gelişmesi ve daha fazla üretim, kendiliğinden sosyalist insanı ortaya çıkaracakmış gibi düşünüldü. Ancak hayat bu yaklaşımı doğrulamadı. Üretici güçler temel dönüştürücü bir güç olarak algılandığından dolayı hızlı sanayileşmeye ve kolektifleştirmeye ağırlık verilmesi, kapitalizmde yaşananlara benzer problemler ortaya çıkardı. Sosyalizm, insandaki yabancılaşmayı yeniden üretti. Amaçsız, edilgen, duyarsız, apolitik, nesneleştirilmiş kişilikler ortaya çıktı. Doğa aynı biçimde tahrif edildi. Kuşkusuz sosyalizm insanların “karnını doyurmayı” ve üretimde bolluğu sağlamalıdır. Bu anlamda üretici güçleri geliştirmeye uğraşır. Ama sosyalizm, daha çok üretmeyi hedefleyen ve gelişmenin ölçüsü olarak bunu alan bir “kalkınma modeli” düzeyine indirgenerek tariflenemez. Sosyalizm, esas olarak, Marks’ın gösterdiği şekilde “bütün insan”ın yaratılması ve her türden yabancılaşmanın aşılarak insanda yeni bir bilinç durumunun geliştirilmesidir. Hegel dini, “(…) halkın ne olduğunun ve onun en yüksek varlığının bilincidir” şeklinde tanımlar. Fakat dinin, insanın yabancılaşmasının en çok görülen biçimi ya da yabancılaşmayı üreten en önemli kurumlardan biri olduğu bilinir. Marksist teoriye göre ise tarihte komünizm konağında insanlığın her türden yabancılaşmayı aşmasının önünde bir engel kalmayacaktır. Dolayısıyla üretim araçlarında özel mülkiyete son verilmesi ardından bu bilincin yaratılması çok temelli bir sorundur. Bu bilinç oluşturulduğu ölçüde kendiyle barışık, her türden yabancılaşmaya son vermiş, doğayla uyum içinde yaşayan, her durumla ilişkilenen ve değiştirme gücünü kendinde gören insan ortaya çıkartılmış olur. Frankfurt Okulu düşünürlerinden Walter Benjamin’in devrimden beklentisi ve ilerleme konusuna nasıl bakmak gerektiğine ilişkin görüşleri anlamlıdır: “(…) Benjamin için de devrim, kendinden önceki düzenli toplumsal ilerlemenin bir devamı değil, bu ilerlemenin yol açacağı felaketten kurtulmanın yoludur. ‘Tarih Felsefesi Üstüne Tezler’de devrimin tarihsel süreklilikte bir kopuş olduğunu, ilerlemenin frenine basmak anlamına geldiğini söyler.” (O. Koçak’tan aktarma. Sosyalizm Ansiklopedisi, İletişim Yay. 1988, III. Cilt. S. 1007).

c) üretici güçlerci ve ilerlemeci bakışın teoride kökleri var mı?

Reel sosyalizmde hâkim olan üretici güçlerci görüşler Marksist teoriye dayanarak kendini temellendirmiştir. Bu temellendirmenin bir gerçekliği olup olmadığı sorunu önemlidir. Eğer böyle bir durum varsa, bu, Marksizm’e eleştirel yaklaşmayı gerektirir.

Marks’ta tarihin devindirici gücü kimi yerde “üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki karşıtlık”, kimi yerde “sınıf savaşımları” olarak gösterilir. Bu durum kimi sorunları yaratmakla birlikte ağırlık, üretici güçlerdeki gelişmeye, bununla bağlantılı olarak da üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki ilişkiye verilir. Marks, üretici güçlerin yarattığı değişimi olumlayarak, ilerleme çağları olarak belirtir: “Geniş çizgileriyle Asyatik, antik, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, ekonomik toplum biçimlerinin ilerleme çağları olarak nitelendirilebilirler.” (K. Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, 1979, Sol Yayınları, Önsöz, S. 26). “Felsefenin Sefaleti”nde bu üstü örtük biçimde anlatılır: “(…) uzlaşmaz çelişkinin olmadığı yerde ilerleme de yoktur. (…) Bu uygarlığın izlediği yasadır. (…) Şimdiye kadar üretici güçler bu uzlaşmaz sınıf çelişkileri sisteminden dolayı gelişmiştir.” (K. Marks, Felsefenin Sefaleti, Bölüm 1’den aktaran; Marksist Düşünce Sözlüğü, 1993, İletişim Yayınları, s. 553). Hindistan üzerine yazdığı iki makaledeyse bu bakış daha net görülebilir. Marks, İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirirken Hintlilere yaşattığı acının daha önceki Hindistan fatihleri olan Moğollar, Müslümanlar ve kendi despot yöneticilerinden daha fazla olduğunu söyler ve bu durumu canavarlık olarak nitelendirir: “İngiltere henüz herhangi bir onarım belirtisi göstermeksizin Hindistan toplumunun tüm çerçevesini parçalamıştır” der. Marks, tarımsal sulamayı ortaklaşa ve ekonomik kullanma zorunluluğunun, Flanderler ve İtalya’da olduğu gibi gönüllü işbirliği ile sağlanamadığını, “uygarlığın çok düşük düzeyde kaldığı ve coğrafik boyutların çok geniş olduğu Doğu’da, hükümetin merkezi gücünün müdahalesini zorunlu…” kıldığını belirtir. Merkeziyetçiliğin yıkıldığı durumlarda ise bu uygarlıkların büyük bir yıkımla karşılaştığını söyler: “Hindistan’ın geçmişinin siyasal yönü ne denli değişmiş görünürse görünsün, toplumsal koşulları en eski uygarlığından beri, 19. yy’ın ilk on yılına dek, değişmeden kalmıştır. (…) Bu küçük kalıplaşmış toplumsal organizma biçimleri, İngiliz vergi tahsildarının ve İngiliz askerinin sert müdahalesinden çok, İngiliz buharlı makineleri ve İngiliz serbest ticareti ile büyük çapta çözülmüşler ve yok olmaktadırlar. (…) bu küçük yarı-barbar, yarı-uygar toplulukların iktisadi temellerini ortadan kaldırarak bunları dağıtmış ve böylece, Asya’da o zamana dek görülmemiş en büyük ve doğruyu söylemek gerekirse, biricik toplumsal devrimi yaratmıştır.” Marks, Hindistan’daki geleneksel küçük üretimin, “Bu on binlerce çalışkan ataerkil ve zararsız toplumsal organizmanın (…) saf ve sevimli köy topluluklarının (…) her zaman Doğu despotizminin temellerini oluşturduklarını (…), (Hindistan’daki yaşamı kastederek y.n) bu haysiyetsiz, hareketsiz ve bitkisel yaşamın, bu edilgen varoluş biçiminin” onaylanamayacağını; “bu küçük toplulukların kast ayrılıkları ve kölelik yüzünden bozulmuş olduklarını (…) kendi kendine gelişmekte olan bir toplumsal durumu hiç değişmeyen doğal bir yazgı haline dönüştürdüklerini,” dolayısıyla İngiltere’nin böyle bir Hindistan’a müdahale ettiğini unutmamak gerektiğini belirtir. Marks, “İngiltere’nin Hindistan’da bir toplumsal devrimi yaratırken, ancak en iğrenç çıkarlara göre hareket ettiği(ni)…”, ancak(…) “insanoğlunun, Asya’nın toplumsal durumunda köklü bir devrim olmaksızın yazgısını tamamlayamayacağı(ndan)” dolayı “suçu ne olursa olsun, bu devrimi getirmekle İngiltere, tarihin bilinçsiz aleti olmuştur. Öyleyse, eski bir dünyanın çöküşünün yarattığı korkunç manzara bize ne denli acı gelirse gelsin, tarih açısından Goethe ile birlikte şöyle haykırmaya hakkımız vardır: Daha büyük haz veriyor diye / Bu acı bizi yiyip bitirmeli midir? / Timur yönetimi altında değil midir ki / Ruhlar ölçüsüzce telef edilmiştir” diyerek, İngiltere’nin oynadığı rolü, zorunluluk olarak görür ve olumlar. (yazım tarihi: K. Marks, Hindistan’da İngiliz Egemenliği, Haziran 1853. Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, 1976, Sol Yayınları, I. Cilt, s. 589-596).

Marks, “Hindistan’daki İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları” isimli diğer makalesini Temmuz 1853’te yazdı. Aynı bakış açısı bu makalede de kendini göstermektedir. Marks, Avrupa-merkezci bir söylemle Hint halkının tarih dışı olduğunu vurgular: “Hindistan toplumunun bir tarihi, hiç değilse bilinen bir tarihi yoktur.” Doğulu devletlerdense, İngilizler’in Hindistan’ı işgalini yeğlemektedir. Çünkü Hindistan’ı işgal eden Araplar’ın, Türkler’in, Tatarlar’ın, Moğollar’ın Hintliler’e göre daha alt bir uygarlık olduğunu, oysa İngilizler’in Hintliler için erişilmez olduğunu belirtir: “Sorun, İngilizler’in Hindistan’ı fethetmeye hakları olup olmadığı değil, Türkler, Persler, Ruslar tarafından fethedilmiş Hindistan’ı, İngilizler tarafından fethedilmiş Hindistan’a yeğleyip yeğlemeyeceğimizdir. İngiltere’nin Hindistan’da yerine getirmesi gereken ikili bir görevi vardır: Biri yıkıcı, öteki yenileyici-eski Asyatik toplumun ortadan kaldırılması ve Asya’da Batı toplumunun maddi temellerinin atılması.” Uygarlığın Batı’ya benzeyerek kazanılabileceği söyleniyor. Bu doğrultuda Marks, elektrikli telgrafın, buharlı gemilerin ve demiryollarının Hindistan’ı Batı dünyasına yakınlaştıracağını belirtir. Ama en ilginci, durgun küçük köy üretimini yıkacak olan, toprakta özel mülkiyet sisteminin geliştirilmesine yol açtığı için iki tür toprak vergisine biçilen olumlu roldür. “Bizzat Zewindaree ve Ryotwar (İngiliz yöneticilerinin 18. yy. sonu ve 19. yy’ın başında Hindistan’a getirdikleri iki tür toprak vergisi sistemi), iğrenç olsalar bile toprakta iki ayrı özel mülkiyet biçimini gerektirmektedir.” Aynı şekilde ikiyüzlülüğünü ve barbarlığını vurgulasa da, Avrupa burjuvazisi için “(…) Bengal’dekine, Madros’takine ve Bombay’dakine benzer bir tarımsal devrimi hiçbir devrimci parti başlatabilmiş midir?” sorusuyla Hindistan’da yapılanların geliştirici olduğunu vurgular. Marks, makalenin son paragrafında yazdığı şu cümle ile tarihsel ilerlemenin nasıl geliştiğini anlatıyor. Hindistan üzerine yazdıkları, bu cümleden sonra daha anlaşılır hale gelmektedir: “(…) Jeolojik devrimler yeryüzünü nasıl yarattılarsa, burjuva sanayi ve ticareti de bir yeni dünyanın maddi koşullarını öyle yaratırlar.” (Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, 1976, Sol Yayınları, I. Cilt, s. 597-603).

Marks’ın bu makalelerinden anlaşılacağı üzere, Hindistan tarihine ilişkin bilgisinin, Hintliler’in tarihi olmadığını iddia edecek kadar yetersiz olmasıdır. Fakat bundan daha kötü olanı ise Hindistan’ın gelişimi için önerebileceği yegâne yolun, “(…) Asya’da Batı toplumunun maddi temellerinin atılması (gerektiği y.n.)” şeklinde ifade edilen, Avrupa’nın geçirmiş olduğu evrimi önermesidir. Marks bu makalelerde üretici güçler övgüsü yapıyor, “biricik toplumsal devrimi” İngiltere’nin yaptığını iddia ediyor, Asya’da Batı toplumunun maddi temellerinin inşa edilmesini öneriyor, Hintliler’i tarihi olmayan bir halk olarak nitelendiriyor, Doğu’nun durgun Batı’nın ise dinamik olduğunu söylüyor. Makaleler, İngiltere’nin yaptıklarını çok vahşice bulmasına rağmen, üretici güçlerin geliştireceği muazzam dönüşümü olumluyor.

Marks’ın bu makaleleri günlük bir gazete için yazmış olması, sorunlu yaklaşımın yanlışlığını göstermeyi gereksiz kılmaz. Kaldı ki benzeri bakışın izlerini Engels’te de görebiliriz. Üretim tarzlarının birbiri peşi sıra gelişmesi ya da tarihte insanlığın ilerleme içinde olduğu inancı Engels’te daha net olarak gösterilebilir: “(…) Kölelik bulunmuştu. Kölelik, kısa zamanda, gelişmesi eski topluluğu aşan bütün halklarda egemen üretim biçimi, ama aynı zamanda, bu halkların başlıca çöküş nedenlerinden de biri durumuna geldi. Tarım ile sanayi arasında oldukça geniş ölçüdeki bir işbölümünü ve sonradan, eski dünyanın doruğunu, Helenizm’i olanaklı kılan tek şey, kölelik oldu. Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı. Ne var ki, Helenizm ve Roma İmparatorluğu temeli olmasaydı, modern Avrupa da olmazdı. Bizim tüm iktisadi, siyasal ve entelektüel evrimimizin, köleliğin genel olarak kabul edilmiş bulunduğu ölçüde zorunlu da olduğu bir durumu ön koşul olarak koştuğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Bu anlamda şöyle diyebiliriz: eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizm olmazdı. Kölelik ve ona benzer başka şeylere karşı genel formüller ile savaşa girişmek ve böylesine bir alçaklık üzerine yüksek bir ahlak öfkesi yağdırmak, pek para etmez. Ne yazık ki, böyle yapmakla herkesin bildiği bir şeyden, yani bu eski kurumların artık bizim bugünkü koşullarımıza ve bu koşulların bizde belirlediği duygulara uygun düşmediğinden başka hiçbir şey anlatılmış olmaz. Ama bu da bize, bu kurumların doğuş biçimi, varlık nedenleri ve tarihte oynadıkları rol üzerine hiçbir şey öğretmez. Ve eğer bu sorun üzerine eğilirsek o zaman ne kadar çelişik ve ne kadar aykırı görünürse görünsün, o zamanki koşullar içinde köleliğin ortaya çıkışının büyük bir ilerleme olduğunu söylemek zorunda kalırız. (…) Eski topluluklar varlıklarını sürdürdükleri her yerde Hindistan’dan Rusya’ya kadar, binlerce yıldan beri en kaba devlet biçiminin, Doğu despotluğunun temellerini oluştururlar. Ancak bu toplulukların dağıldığı yerlerdedir ki, halklar kendilerini geçmişlerdir ve ilk iktisadi ilerlemeleri de üretimin köle çalışması aracılığıyla artması ve gelişmesi olmuştur. Sorun açıktır: İnsan çalışması henüz zorunlu yaşama araçları ötesinde ancak çok az bir artı sağlayacak kadar üretken olduğu sürece, üretici güçlerin artışı, alışverişin yaygınlaşması, devletin ve hukukun gelişmesi, sanat ve bilimin kuruluşu, ancak ve ancak, ister istemez yalın kol emeği sağlayan yığınlar ile kendini, çalışmanın, ticaretin, devlet işlerinin yönetimine, daha sonra da sanat ve bilim uğraşlarına vermiş az sayıdaki ayrıcalıklı arasındaki büyük işbölümü temeline dayanacak güçlendirilmiş bir işbölümü sayesinde olanaklıydı. Bu işbölümünün en yalın, en doğal biçimi de, köleliğin ta kendisiydi. Eski dünyanın, özellikle Yunan dünyasının önertileri nedeniyle, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu bir toplumun ileriye doğru gidişi ancak kölelik biçimi altında gerçekleşebilirdi.” (F. Engels, Anti-Dühring, 1977, Sol Yayınları, s. 297-298. Kitap 1876-78 arasında yazıldı).

Engels, eski kölelik olmasaydı, modern sosyalizmin olamayacağını, “Bizim tüm iktisadi, siyasal ve entellektüel evrimimizin” bununla bağlantılığı geliştiğini, köleliğe karşı “yüksek bir ahlak öfkesi yağdırma”nın pek para etmediğini, o zamanki koşullar içinde köleliğin ortaya çıkışının büyük bir ilerleme olduğunu, üretimin gelişkin olmadığı koşullarda devlet, hukuk, sanat ve bilimin gelişmesinin ancak işbölümü ile yani kölelik sayesinde olanaklı olduğunu söylüyor.

1875’te yazdığı “Rusya’daki Toplumsal İlişkiler Üzerine” isimli makalesinde de Engels, Rusya’daki olası devrimin, gelişme imkânı ve sonrasında yaşama şansının Batı ülkelerindeki mücadeleye bağlı olduğunu söylemektedir. Engels, devrimin ancak üretici güçlerin en gelişkin olduğu yerlerde mümkün olabileceğini, sosyalist devrimin proletarya kadar burjuvazinin gelişmesini de gerektirdiğini belirtir. “Modern sosyalizmin başarmaya ulaştığı devrim kısaca proletaryanın burjuvazi üzerindeki zaferi ve her türlü sınıf ayrımlarının yok edilmesiyle yeni bir toplum örgütlenmesinin kurulmasıdır. Bu, yalnızca bu devrimi yapacak bir proletaryayı değil, toplumun üretici güçlerini kendi ellerinde sınıf ayrımlarının kesin olarak yok edilmelerine olanak verecek kadar geliştirmiş olan bir burjuvaziyi de gerektirir. Vahşiler ve yarı vahşiler arasında da çoğu kez sınıf ayrımları bulunmaz ve her halk böyle bir durumdan geçmiştir. Bu durumu geri getirmek aklımızdan geçemez, çünkü toplumun üretici güçleri geliştikçe, sınıf ayrımları zorunlu olarak bu durumun bağrından ortaya çıkarlar. (…) Ama üretici güçler bu gelişkinlik düzeyine ancak burjuvazinin ellerinde ulaşmıştır. Dolayısıyla burjuvazi, şu bakımdan da, sosyalist devrimin proletaryanın kendisi kadar zorunlu bir önkoşuludur. Şu halde, proletaryası olmasa bile, burjuvazi de olmadığı için, böyle bir ülkede bu devrimin daha kolay yapılabileceğini söyleyen kimse, olsa olsa, sosyalizmin alfabesini hala öğrenmesi gerektiğini tanıtlar.”

Böyle bir girişten sonra Engels, ortak toprak mülkiyetinin bulunmasının Rusya için sosyalizme geçişi kolaylaştıracağını iddia eden Tkaçov’a karşı, önce bunun birçok ülkede bulunduğunu söyleyerek sıradanlaştırmaya çalışır ve sonra Rusya’daki ortak mülkiyetin artık ayak bağı olduğunu anlatır: “Rus köylülerinin ortak mülkiyeti, Prusya hükümeti danışmanı Haxthausen tarafından 1845’te keşfedildi ve sanki olağanüstü bir şeymiş gibi bütün dünyaya duyuruldu. (…) Kendisi de bir Rus toprak sahibi olan Herzen de, kendi köylülerinin toprağı ortaklaşa sahip olduklarını ilk kez Haxthausen’den öğrendi ve bu olguyu Rus köylülerini, sosyalizmin gerçek taşıyıcıları diye, sosyalizmin ilkin yapay olarak edinme cenderesinden geçmek zorunda olan yaşlanmış, çürümüş, Batı Avrupa işçilerinin tersine, doğuştan komünistler diye tanımlamak için kullandı. Bu bilgi Herzen’den Bakunin’e ulaştı ve Bakunin’den de Bay Tkaçov’a. (…) Aslında ortak toprak mülkiyeti, Hindistan’dan İrlanda’ya kadar düşük bir gelişkinlik düzeyindeki bütün İndo-Cermen halklarda rastlanan bir kurumdur. (…) Almanya’da bu geneldi; orada burada ortak toprak kalıntılarına hala rastlanmaktadır ve bunun uzak geçmişteki izlerine, ortak toprakların geçici olarak bölünmelerine vb’de hala rastlanmaktadır. (…) Polonya ve Küçük Rusya da dâhil, Batı Avrupa’da, toplumsal gelişmenin belli bir aşamasında, bu ortak mülkiyet tarımsal üretim için bir ayak bağı, bir engel haline geldi ve gittikçe daha çok tasfiye edildi. Büyük Rusya’da (yani asıl Rusya’da) ise bugüne kadar yaşamıştır ve bu da, her şeyden önce, tarımsal üretimin ve kırsal bölgelerde buna tekabül eden toplumsal koşulların burada hala az çok gelişmiş olduğunu kanıtlar; ki durum gerçekten de budur. Rus köylüsü yalnızca kendi köy topluluğunda yaşar ve varlığı oradadır; bunun dışında kalan dünya, kendisi için, ancak onun bu kendi köy topluluğuna müdahalesi oranında vardır. (…) Tek tek toplulukların bütün ülkede benzer, ama ortak olmanın tamamen tersi çıkarlar yaratarak böylesine tamamen yalıtılmış oluşları, Doğu despotizminin doğal temelidir. (…) Ortak mülkiyette bulunan toprak, Rusya’da, ürünün bölüşülmesine olanak tanıyan ve Hindistan’ın bazı yörelerinde hala olduğu gibi, köylüler tarafından ortaklaşa ekilmemektedir; tersine, toprak, zaman zaman çeşitli aile başları arasında paylaşılmakta ve bunlardan her biri kendisine düşen toprağı kendi başına ekmektedir. (…) Bu koşullar altında ve vergilerin ve tefecilerin baskısı altında, toprak üzerindeki ortak mülkiyet artık bir nimet değil, bir ayak bağı olur.” Makalenin devamında Engels, Rusya’da bu koşullarda devrimin ancak Batı proletaryasının zaferine bağlı olduğunu belirtir: “Görülüyor ki, ortak mülkiyet, Rusya’da serpilme dönemini çoktan geçmiştir ve her bakımdan dağılmaya doğru gitmektedir. Bununla birlikte, eğer bunun için koşullar olgunlaşıncaya kadar yaşayacak olursa ve eğer köylülerin toprağı artık tek tek değil, kolektif olarak işleyebilecekleri bir biçimde gelişebilme yeteneğinde olduğunu gösterecek olursa, bu toplum biçiminin daha üst bir toplum biçimine ulaştırma, Rus köylüsünün burjuva küçük mülkiyeti ara aşamasından geçmesine gerek kalmaksızın onu bu daha üst biçime ulaştırma olasılığı kuşkusuz vardır. Ama bu, ancak, ortak mülkiyet tamamıyla parçalanmazdan önce, Batı Avrupa’da, Rus köylüsüne böyle bir geçiş için gerekli ön koşulları, özellikle tüm tarımsal sistemine zorunlu olarak bağlı bulunan devrimi yapması için gerekli olan maddi koşulları yaratacak bir proleter devrimi başarıyla yapılırsa olanaklıdır. Dolayısıyla Bay Tkaçov’un Rus köylüsünün, ‘mülk sahibi’ olsa bile, ‘sosyalizme’ Batı Avrupa’nın mülksüz işçilerinden ‘daha yakın’ olduğunu söylemesi koskoca bir palavradır. Tam tersine Rus ortak mülkiyetini hala kurtarabilecek ve ona yeni, gerçekten geçerli bir biçim alma olanağını tanıyacak bir şey varsa, o da Batı Avrupa’daki bir proleter devrimdir.”

Engels bir başka yerde, Avrupa’dan önce Rusya’da sosyalist bir devrimin olabileceğini söyleyen Tkaçov’u eleştiriyor: “Rus köylülerinin içinde bulundukları durumun serflikten kurtulduklarından beri dayanılmaz bir hal aldığı ve bunun daha uzun bir süre devam ettirilemeyeceği ve eğer bir başka nedenle değilse bile, salt bu nedenle, Rusya’da bir devrimin yakın olduğu açıktır. Sorun yalnızca şudur; bu devrimin sonucu ne olabilir, ne olacaktır? Bay Tkaçov bunun bir toplumsal devrim olacağını söylüyor. Bu katıksız bir totolojidir. İktidara yeni bir sınıfı getirmesiyle ve ona toplumu kendisine göre yeniden biçimlendirme olanağı vermesiyle, her gerçek devrim toplumsaldır. Ama o, bunun, sosyalist bir devrim olacağını, bunun Batı Avrupa sosyalizminin hedeflediği toplum biçimini Rusya’ya getireceğini söylüyor, hem de Batı’da bunu bizler yapmazdan önce -o da, hem proletaryanın ve hem de burjuvazinin ancak şurada burada görüldüğü ve aşağı bir gelişkinlik aşamasında bulunan bir toplum koşullarında.” (Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, I. Baskı, 1977, Sol Yayınları, II. Cilt, s. 462-489).

Engels, bu makalenin ardından 20 yıl sonra, yine Rusya’ya ilişkin, 1894’ün ilk yarısında, “Rusya’daki Toplumsal İlişkilere Son Söz” başlıklı bir makale daha yazdı. Makalenin ilk giriş paragrafı Avrupa-merkezci bir dille kaleme alınmıştı. Herzen’in Rusya’da ortak köy toplulukları üzerine, Avrupa’dan önce, devrimin olanaklı olduğu görüşünü alaysı bir üslupla yanıtlar. Engels önce, topraktaki ortak mülkiyetin sadece Ruslar’da değil, Cermenler, Keltler ve Hintliler’de de görüldüğünü, zamanla bunun bir biçimiyle özelleştiğini, “Gelişmenin belli bir aşamasında, bütün halklar için ortak bir olgu olan ve ölmekte olan bir tasarruf biçimi olduğunu” belirtir. Devamında da, “Olsa olsa sözde-sosyalist bir pan-slavist olarak, köy topluluğunu, tamamıyla yozlaşmış ve eskimiş Batı’yı gerektiğinde silah zoruyla gençleştirmekle ve yeniden hayata getirmekle görevli kendi ‘kutsal’ Rusya’sını ve onun bu görevini, çürümüş Batı’ya daha da parlak bir biçimde göstermenin bir bahanesi olarak gördü. Bu işe yaramaz hale gelmiş Fransızlar’ın ve İngilizler’in bütün çabalamalarına karşın yapamadıkları şey, Ruslar’ın kendi ülkesinde hazır duruyordu!” diyerek, Rus aydınlarının beklentilerinin anlamsızlığını vurgular. Fransız ve İngilizler’in yapamadığı şeyi Ruslar yapacakmış diye de alay eder.

Engels, “Rus topluluğu kendisini daha üst bir ortak mülkiyet biçimine geçirmek için bir kez olsun kendi içinden bir dürtü yaratmaksızın, yüzyıllardır varola gelmiştir, tıpkı ilkel komünist düzenlere sahip Cermen markı, Kelt klanı ve Hint toplulukları ve ötekiler gibi” diyerek sosyalizme geçişin dinamiklerini içinde taşımadığını belirtmiş ve devamında, “Rus topluluğunun eninde sonunda geçireceği böyle bir dönüşüm için, girişimin hiçbir zaman kendisinden değil, ancak Batı’nın sanayi proletaryasından gelebileceğini göstermektedir. Batı Avrupa proletaryasının burjuvazi karşısındaki zaferi ve bunun sonucu olarak kapitalist üretimin yerine toplumsal olarak yönetilen bir ekonominin konması -Rus topluluğunun aynı gelişkinlik aşamasına yükselmesinin zorunlu ön koşulu işte budur” demektedir. Engels’e göre devrim zorunlu olarak Batı’dan gelecektir.

Engels, makalenin devamında Marks’ın Rusya üzerinde giriştiği birtakım polemiklere yer verir. Marks, Rus liberalleri gibi kendisinin de, Rusya’nın en ivedi görevinin köylülerin ortak mülkiyetini dağıtmak ve kapitalizme atılmak olduğunu söylediği şeklindeki iddiayı kesinlikle reddetmektedir. Marks şöyle devam etmektedir: “Kapital’in ikinci Almanca baskısının son sözünde, büyük Rus bilgini ve eleştiricisinden (Çernişevski) hak ettiği büyük saygıyla söz ettim. Dikkate değer makalelerinde, bu bilgi, şu soruyu ele almıştır: Rusya kapitalist sisteme geçmek için, liberal iktisatçıların arzuladıkları gibi, işe köy topluluklarını yıkmakla mı başlamalıdır, yoksa kendi tarihsel yeteneklerini geliştirirken, bu sistemin sıkıntılarına katlanmaksızın, onun bütün meyvelerini elde edebilir mi? Kendisi bu ikincisinden yana olduğunu söylemektedir. (…) Rusya’nın iktisadi gelişmesi konusunda bilgilere dayanan yargılarda bulunabilmek için, Rusça öğrendim ve (…) vardığım sonuç şu oldu: Rusya 1861’ten beri izlemekte olduğu yolda ilerlemeyi sürdürecek olursa, tarihin bir halka sunduğu en büyük şansı kaçıracak ve kapitalist sistemin bütün kötü sonuçlarını tatmak zorunda kalacaktır. (…) Eğer Rusya, Batı Avrupa ulusları gibi, kapitalist bir ulus haline gelmeye çalışacak olursa (…) daha önceden köylülerin büyük bir kısmını proleterler haline getirmedikçe, bunu başaramayacaktır; bunu bir kez yapıp kendisini kapitalist sistemin bağrında buldu mu, bütün öteki dinsiz halklar gibi onun amansız yasalarına maruz kalacaktır. Hepsi bu.” Marks, Rusya’da köy topluluklarının dağıtılması pahasına kapitalizmin geliştirilmesini desteklemez. Toprağın yarısından fazlasına köylülerin ortaklaşa sahip olmalarından dolayı şu tartışmayı yapar (Marks ve Engels’in, Manifesto’nun Rusya baskısına 1882’de yazdıkları önsözden. Alıntı, Engels’in makalesi içinde var): “Şimdi soru şudur: Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de ilkel bir toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina’sı, doğrudan doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da tersine, ilk önce Batı’nın tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir? Buna bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus devrimi, Batı’daki bir proleter devrimin habercisi olur ve bunlar, böylelikle, birbirlerini tamamlarlarsa, Rusya’daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.”

Makalenin bütünü üzerinden bir değerlendirme yapıldığında, Engels’in Rusya’daki köy topluluğunun kendi içinden bir dürtü ile dönüşüm yaşayabileceğini düşünmediğinden dolayı, esas olarak kapitalizmin gelişmesine baktığı söylenebilir. Kapitalizme geçişin gerekli olup olmadığı tartışmasında yansız davranır gibidir ama bunun devrimin imkânlarını daha da artırdığını söylemekten geri kalmaz. Ayrıca Marks’tan farklı olarak kapitalist gelişmenin yarattığı olumsuz sonuçlara karşı da ilgili davrandığını gösterir herhangi bir ibare yoktur: “Böylelikle, kapitalist üretim tarzının bütün temelleri Rusya’da kısa bir zamanda atıldı. Ama bu durumda balta, Rus köy topluluğunun köklerine de indirilmiş oluyordu. Şimdi bundan yakınmanın bir yararı yok” demektedir. Hatta kapitalizmin gelişmesinin mücadeleyi hızlandırdığını vurgulamaktadır: “(…) Rusya’da kapitalizm hızla ilerliyor ve teröristlerin (Narodnikleri kastediyor, y.n.) ulaşmayı başaramadıkları hedefe doğru gittikçe daha çok yaklaşıyordu: Çarlık’ı teslim olma zorunda bırakmak.” Engels ayrıca Marks’la ortak kaleme aldıkları Manifesto’nun önsözündeki (yukarıdaki alıntı, y.n.), “Rusya’daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir” görüşünü, bu makalede değiştirmiş gibidir. Son paragrafta söylediği şu sözler bir muğlaklığa işaret etmekte: “Bu topluluğun (obşinler, y.n.), fırsat doğduğunda ve Marks’ın ve benim 1882’de hala umduğumuz gibi, Batı Avrupa’daki bir devrimle uyum içerisinde komünist gelişmenin başlangıç noktası olup olmayacağı konusunda bir şey diyemeyeceğim.” Engels, Rus devriminin olabilirliğini de Batı devrimlerinin ardından mümkün görmektedir. Proletaryanın zaferi gerçekleşti mi, kapitalizm öncesi toplumlarda bile sosyalizme ilerleyişin hızla gerçekleşeceğini söyler (Bu saptama yeni bir bilinç durumuna işaret ediyor. Son makalenin, 1875’te yazılan makaleden en önemli farkı tam da burasıdır): “Ama proletarya bir kez zafere ulaştı mı ve Batı Avrupa uluslarında üretim araçları ortak mülkiyete geçti mi, kapitalist üretime geçmeyi henüz başarmış olan ve kabile kurumlarının ya da bunların kalıntılarının hala kendilerini korudukları ülkelerin, bu ortak mülkiyet kalıntılarını ve buna tekabül eden halk alışkanlıklarını, sosyalist topluma ilerleyişi oldukça kısaltmanın güçlü araçları olarak kullanabilmeleri ve bizim Batı Avrupa’da içinden geçmek zorunda olduğumuz çilelerden ve mücadelelerden kendilerini büyük çapta kurtarmaları yalnızca olanaklı değil, kaçınılmazdır da. Ama bugünkü kapitalist Batı örneği ve onun etkin desteği bunun kaçınılmaz koşuludur. (…) Ve bu yalnız Rusya için değil, kapitalizm öncesi gelişme aşamasında olan bütün ülkeler için de geçerlidir. Ne var ki, yerli halkın devrim döneminde toplumsal dönüşümlerin Batı ile hemen hemen aynı anda yapılabilmesini sağlayacak olan kapitalist gelişmenin entelektüel ürünlerini benimsemiş bulunduğu Rusya’da bu, görece daha kolay olacaktır.” (Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, I. Baskı, 1977, Sol Yayınları, II. Cilt, s. 462-489).

Marks ve Engels’in bu makalelerinin toplamından (Engels’in Rusya üzerine yazdığı son makalede kimi farklılıklar vardır), Avrupa-merkezci kimi etkilenmelerin olduğu, üretici güçlerdeki gelişmenin esas alındığı ve yaratacağı vahşice sonuçları göstermekle birlikte (özellikle Marks’ta), üretici güçlerin ortaya çıkardığı muazzam dönüşümlere kayıtsız kalamadıkları sonucu çıkarılabilir. Yine buradan devamla, Hegel’in, tarih içinde insanlığın ilerleme kaydettiği biçimindeki düşüncesinin Marks ve Engels tarafından onaylandığı söylenebilir. Marks’ın Hindistan’a ilişkin makalesinde, Engels’in Anti-Dühring’den alıntılanan görüşlerinde ve Rusya’ya ilişkin yazdıklarında vurgu, üretici güçlerin yarattığı dönüşüme yapılmaktadır. Üstelik Hindistan’daki dönüşüm İngiltere eliyle gerçekleştiği halde bu, “biricik toplumsal devrim” diye ifade edilmektedir. Bu makalelerdeki bakışa göre tarih, ekonominin zorunlu yasaları doğrultusunda, bir diğer deyimle sadece üretici güçlerdeki gelişmeye göre ilerlemektedir. Marks’ta tarihin devindirici gücü olarak kimi yerde “sınıf savaşımları”, kimi yerde “üretim ilişkileri-üretici güçler ilişkisi” olarak gösterilirken, bu makaleler üzerinden değerlendirildiğinde üretici güçler vurgusunun esas alındığını söylemek gerekir. Sadece bu makaleler üzerinden konuşulacak olunursa öznesiz bir tarih anlayışı var gibidir.

Marks’ta üretici güçlerin temel alınmasının anlaşılır nedenleri var. Çünkü Marks, insanlık tarihi içinde üretici güçlerin en fazla gelişmiş olduğu Avrupa’da doğdu. Bu üretim ilişkileri içinde kapitalizmin ekonomik yasalarını tanımladı ve devrimin hangi sınıflar eliyle nasıl gerçekleştirileceğini gösterdi. Bunu bir yandan ekonominin nesnel yasalarını diğer yandan da öznel boyutu, merkezinde işçi sınıfının olduğu sınıf savaşımlarını göstererek yaptı. Dolayısıyla daha geri üretici güçlerin (yani üretim ilişkilerinin) bulunduğu Avrupa dışı bölgelerde, üretici güçlerde bir tamamlanmışlık (yani kapitalist gelişme) araması anlaşılabilir bir durum. Çünkü devrimin işçi sınıfı eliyle ancak olgunlaşmış üretim ilişkileri koşullarında olabileceğini göstermiştir. 1853’te yazılan Hindistan üzerine makaleleri bundan dolayı böyledir. Üretici güçlerdeki tamamlanmışlık meselesini, 1859’da yazdığı ünlü “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın Önsöz’ünde şöyle ifade eder: “Bir toplumsal oluşum, içerebileceği bütün üretici güçler gerekir yeterlilikte gelişmeden önce asla yok olmaz; ve yeni, daha yüksek üretim ilişkileri, maddi varlık koşulları eski toplumun bağrında olgunlaşmadan önce eskilerinin yerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar; çünkü yakından bakıldığında her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da oluşmakta olduğu yerde ortaya çıkar.” (K. Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, 1979, Sol Yayınları, Önsöz, S. 26). Marks, modern sosyalizmin, kapitalizm koşulları içinden ve işçi sınıfının savaşımıyla kurulabileceğini düşündüğünden dolayı, yukarıdaki makalelerin ruhu, o biçimiyle şekillenmiştir. Engels’in Anti-Dühring’de ve Rusya üzerine 1875’te yazdıkları da aynı mantığın ürünüdür.

Engels’in 1894’te yazdığı makale ise yukarıda bahsi geçen algılayış tarzından kimi farklılıklarıyla ayrılmaktadır. Engels’in, Batı’da proletarya devrimleri geliştikten sonra, kapitalist ilişkilere henüz girmiş ya da kapitalizm öncesi ilişkileri yaşayan halklar için de artık sosyalizme geçişin olanaklı olduğunu söylemesiyle, Önsöz’de belirtilen, “bir toplumsal oluşum, içerebileceği bütün üretici güçler gerekir yeterlilikte gelişmeden önce asla yok olmaz” bakış açısından koptuğu söylenebilir. Tabi temel şart Batı’da proleter devrimlerin gerçekleşmesidir. Bu yeni bir bilinç durumudur. Üretici güçlerin gelişimini tamamlamasını beklemeden bir devrimin gerçekleşebileceğini söylemesi, aynı zamanda mücadelenin öznel yanına vurgu anlamına gelmektedir. Engels’in bilinç ya da üst yapının rolüne ilişkin vurguları tam da bu süreçte artmıştır. 1890’da Bloch’a, 1894’de Borgius’a yazdığı mektuplarda bunu işler: “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son kertede yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marks da ben de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse ekonomik etken biricik belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir ama çeşitli üstyapı ögeleri (…) hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar. Ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirler.” (Bloch’a). “Onun içindir ki, şurada burada salt kolaylık olsun diye düşünülmek istendiği gibi, ekonomik durumun otomatik bir etkisi yoktur.” (Borgius’a).

Makalelerdeki eleştirilen görüşler, konuyla ilgili Marks’ın söylediklerinin hepsini içermemektedir. Tersini söyleyen, yani Avrupa’nın geçirdiği evrimin aynısını diğer halkların da yaşamasının gerekmediğini belirten görüşleri de vardır. Marks, mütevazı biçimde, bütün dünya tarihini izah ettiği gibi bir iddiaya sahip olmadığını, tezlerinin de Avrupa’da yaşananlardan yola çıkılarak oluşturulduğunu belirtmiştir. Marks ve Engels’in düşünüş şeklini çağının koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Bunu hesaba katmaksızın yapılan eleştiriler kolaycı olur, eleştirilerden öğretici sonuçlar çıkartılamaz. 19. yy’ı gözümüzün önüne getirelim. Yüzlerce yıl –neredeyse- birbirini tekrar eden Ortaçağ Avrupası’nın ardından sanayi devrimiyle birlikte olağanüstü denilebilecek bilimsel ve teknolojik gelişmeler yaşanmaktadır. Üretici güçler, tarihte görülmemiş bir hızla gelişmektedir. Üstelik bütün bunlar bir insan ömrüne sığacak denli kısa zaman aralığına sığdırılmıştır. Yaşamı kolaylaştıran yenilikler, zihinlerde meydana gelen sıçrama muazzamdır. Kapitalizm bir yanıyla sefalet üretmektedir ama aynı zamanda üretici güçlerde insanlık tarihinin gördüğü en büyük gelişme yaşanmaktadır. Üretimdeki artış ve tıptaki gelişmeler nedeniyle, dünya nüfusu bile ilk kez o dönemde katlanarak artmaya başlamıştır. Demiryolları, telgraf ve buhar gücü, haberleşme ve ulaşımdaki mesafeyi kısaltan etkisiyle, sermayenin dolaşım hızını artırmış ve üretim ilişkilerini yeni döneme ayak uydurmaya zorlamıştır. Manifesto’da belirtildiği gibi kapitalizm, feodal dönemle kıyaslandığında daha net görülebilir, öyle bir sıçrama yaratmıştır ki, Marks, bu duruma bakarak, bütün tarihsel çelişkilerin düzlenerek, emek-sermaye ekseninde kutuplaşacağını öngörmüştür. Marks’ın üretici güçlerin geliştiriciliğine olan vurgusunun ardında böylesi bir zihinsel arka plan vardır. Diğer yandan Marks’ın, kapitalizmin o dönemde insanlık üzerinde yarattığı tahribatın sonuçlarını bugünkü düzeyde görmesinin imkânı yoktu. I. ve II. Dünya Savaşları, faşizmin barbarlığı, doğanın karşılaştığı yıkım, tüketim çılgınlığı… sonraki süreçte açığa çıktı. Bu iki durumu bilerek Marksizm’i değerlendirmek gerekir. Kuşkusuz bunlar, Marksizmin eleştirilemeyeceği anlamına gelmez. Eleştirilebilir. Marksizme eleştirel yaklaşılması ve güncelleştirilmesi gerekir. Tabi içinde doğduğu tarihsel koşulları göz ardı etmeden. Üstelik eleştirel yaklaşımın Marksizm’i güçlendireceği de kesindir.

(devamı var)