arama

“Kızıl’ı Mor’a Boyamak” mı? Hayır, Teşekkürler![*]

Sibel ÖZBUDUN
Feministlerin bir üçüncü zaaflı tutumu ise, “kadınlığı inhisar altına alışları”ndaki tuhaflıktır. Sanki kadınlar adına konuşmaya yetkili kılınmış tek hareket, kendileridir
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Sibel Özbudun Sibel Özbudun
  • 1 Star
    Loading...

Bu yıl ‘25 Kasım Kadına Şiddetle Mücadele Günü’ gösterilerine iki olay damgasını vurdu. İlki, bir grup sosyalistin üzerinde “Ya Sosyalizm Ya Ölüm” yazılı bir pankartla İstanbul’da gösterilerin yapıldığı alanına girmesi; ikincisi ise, polisin gösterinin sonlandırılması için göstericilere saldırması…
İlginçtir, olaylardan ilki, sosyal medyada daha fazla tepki konusu oldu, daha fazla tartışma konusu edildi. Feminist cenahtan yükselen itirazlara göre, feministlerin “uhdesinde”ki(?) bir yürüyüşe “alâkâsız” bir sloganla “eril” ve “dışarıdan” bir müdahalede bulunmuştu Kaldıraç’çılar…
Feministlerin sesini bastırmaya, meydana “kızıl” rengin damgasını vurmaya kalkışmışlardı. Oysa “25 Kasım (tıpkı 8 Mart gibi) feministlerin damgasını taşıması gereken bir gündü”, “Alana mor renk hâkim olmalı” ve “Sadece feminist grupların benimsediği, uygun gördüğü sloganlar atılmalı”ydı! Bunun dışındaki her türlü girişim, erkeklerin kadınların sesini bastırma çabasından ibaretti…
Hemen her 25 Kasım ve 8 Mart’ta tekrar edilegelen bu savlar, sosyalist saflarda da -sanırım feminist iddialar bu saflarda artık bir “işba” hâli yarattığı için- bir tepkiyi tetikledi. Tartışma -sosyal medya üzerinden- uzayıp gidiyor…
Sosyal medya, verimli bir tartışma ortamı değil. 140 harf kullanarak “tribünlere oynama”, “taşı gediğine oturtma”, ve izleyicilerden azami “beğeni” ve “mention” alma mantığına dayanan hiçbir tartışma, kanımca verimli olmaz. Ve ne yazık ki, görebildiğim kadarıyla muhalif çevrelerin büyük bölümü indinde tek geçerli “tartışma aracı” da bu.
“Dinozor” damgası yemeye alışkınım nasıl olsa. Bu tartışmaya bu nedenle “twitter”dan değil de, matbaadan çıkmış dergi sayfalarından katılmayı yeğliyorum.
Feminist argümanları birkaç açıdan zaaflı buluyorum.
İlki 25 Kasım’ı (ve 8 Mart’ı) “temellük etme” gayretkeşliği.
8 Mart’ın 1910’da Clara Zetkin’in önerisiyle İkinci Enternasyonal’e bağlı ‘Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda ‘Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ olarak kabul edildiğini; ilk yıllarda farklı günlerde kutlanmakla birlikte, 1917 8 Mart’ında Rusya’nın kadın emekçilerinin Şubat Devrimi’ni başlatan ayaklanmasının ardından, 8 Mart tarihine sabitlendiğini duymayan, bilmeyen kalmadı. Sonradan BM tarafından “emekçi” sözcüğü çıkartılarak “Uluslararası Kadınlar Günü”ne dönüştürülse de, 8 Mart’ın tarihi, kızıldır.
Gelelim 25 Kasım’a. Bu günün BM tarafından “Kadına Şiddetle Mücadele Günü” ilan edilmesinin gerisinde yatan olay, Dominik’te diktatör Trujillo’ya karşı mücadele eden Mirabel kız kardeşlerin Trujillo’nun özel servis elemanları tarafından dövülerek öldürülmesidir. Dikkat; Mirabel kardeşler, kocaları, babaları ya da herhangi bir “erkek” tarafından değil, ABD uşağı Trujillo rejimi tarafından, diktatörlüğe karşı örgütlü bir mücadele yürüttükleri için katledilmişlerdi… Daha da çarpıcısı, ve kız kardeşlerden en büyüğü Minerva Fidel Castro’ya olan hayranlığını gizlemeyen bir komünist sempatizandı. Hani şu “Ya Sosyalizm ya Ölüm!” sloganını ilişkinsiz, kaba ve “erkeksi” bulduğunuz Fidel Castro’ya…
Şu hâlde, bu iki günü feministlere mal etme girişimindeki manipülasyon ne olursa olsun, her ikisinde de devrimcilerin, sosyalistlerin emeği ve hakkı ağırlıklıdır.
İkinci zaaf ise, işi salt “temellük” çabasında bırakmayıp, bu günler üzerinde “inhisar kurma” girişimleridir.
Oysa protestolar hiç kimsenin tekelinde olmayan “kamusal alanlar”da gerçekleştirilir. Belirli bir konuyu sorun edinen herkes insanları gösteriye çağırabilir; ancak çağrı konuyu sorun edinen herkesedir. Protesto gösterisi “özel mülkiyet” olarak değerlendirilebilecek bir alanda (örneğin çağrıcının evinin bahçesinde!) gerçekleşmediği sürece, çağrıcı katılımcıların soruna hangi açıdan yaklaştıkları, hangi talep ve gerekçelerle protestoya katıldıkları, protesto boyunca nasıl davranmaları, hangi sloganları atıp hangilerini atmamaları, hangi renklerde giyinmeleri… vb.’ni dikte etme hakkına sahip değildir.
Protesto edilen görüngüyle sorunu olan herkes, organizasyon komitesinin güvenlik önlemlerini ihlâl etmemek koşuluyla gösteriye katılma, kendi gerekçelerini slogan ya da pankart ve dövizlerle ifade etme hakkına sahiptir. En fazla, görüşlerinizle bağdaşmadığınızı düşündüğünüz kişi ya da grupların sizin kortejinize katılmasını sağlayabilirsiniz. Aksi tutum, feministlerin hoşlanmadıklarını sıkça ifade ettikleri ve erkeklere mal etmekten hoşlandıkları “dayatmacılık”tır…
Bu açıdan bence örnek alınması gereken tutum, 1 Mayıs organizasyonlarıdır: 1970’li yılların acılı deneyimlerinin ardından, 1987’den itibaren yeniden alanlarda toplandığımız 1 Mayıs’lara sömürü düzeniyle sorunu olan herkes, kendi renk ve sözleriyle katılabilmektedir: işçiler, kamu çalışanları, Alevîler, devrimci gruplar, CHP’liler, kadın örgütleri, LGBTİ topluluklar, sanatçılar, anarşistler, antikapitalist Müslümanlar… Sistemle sorunu olan herkes…
Feministlerin bir üçüncü zaaflı tutumu ise, “kadınlığı inhisar altına alışları”ndaki tuhaflıktır. Sanki kadınlar adına konuşmaya yetkili kılınmış tek hareket, kendileridir; kendini başka terimlerle tanımlayan hiç kimse kadınlar için mücadele edemezmiş, etmemeliymiş gibi, kendileri dışındaki herkesi, özellikle de sosyalist kadınları “erkek sözü” söylemekle suçlayan ilginç bir ego şişkinliği…
Oysa feminist eğilim(ler) kadın hareketi içindeki unsurlardan bir tanesi (ya da feminist heterojenlik göz önünde bulundurulduğunda birkaç tanesi)dir sadece. Aslına bakılırsa her siyasal ideolojinin, her felsefi akımın kadınların nasıl yaşamaları gerektiğine dair fikirleri, görüşleri vardır. (Ve feminist heterojenliğin en önemli kaynaklarından biri de budur: Liberal feminizm, radikal feminizm, İslâmcı feminizm, sosyalist feminizm, liberter feminizm…)
Soru(n) şu ki, sosyalistler, devrimciler kadın sorunuyla, kadınların kurtuluşu perspektifiyle ilgili olan herkesin kendini “feminist” olarak tanımlamak zorunda olmadığını -feminizme karşı en sert eleştirileri dile getirmelerine rağmen sık sık “feminist” olarak damgalanan- Clara Zetkin’lerden, Alexandra Kollontai’lardan bu yana biliyorlar.
Sosyalistlerin kadın kurtuluşu perspektifi, tarih-ötesi, tahlili üzerinde anlaşmaya varılmamış, muğlak bir “patriyarka” kavramına karşı mücadeleden değil, her türlü sömürü ve tahakküm ilişkisine karşı emek eksenli bir başkaldırıdan geçmektedir. Bu mücadelenin yüz yılı aşkın bir süredir aktif öznesi olan sosyalist kadınların bunu dile getirmek için “erkek yoldaşları”nın delaletine ihtiyacı yoktur.

N O T L A R
[*] Kaldıraç, No: 221, Aralık 2019…