Kadın isyan ve ağlama karışık bir tonlama ile ağıt yakarcasına, bir gazetenin uzattığı mikrofona konuşuyor: “Değil, kötü değil benim kocam, kötü değil… kimse ona katil demesin, benim yavrumu öldürdü ama katil değil, iyileşsin gelsin… kızına ‘çiçeğim’ derdi, ‘benim prensesim’ derdi… yavrusuna hiç kıymazdı, yavrularının hiçbirine kıymadı, olacağıydı besbelli. Alnımıza bu yazılmış, kötü baba, canı baba, cani koca demeyin, öyle değil, benim kocam can idi can.”
Kadının büyüdüğü yetiştiği, sokaktaki şiddet ihtimali karşısında koşa koşa sığındığı “huzurlu ev” ise artık cinayet mahalli.
Önceki gün toprağa verdikleri henüz 17 yaşındaki bir genç kadın ve bir katil erkek için söyleniyor bu cümleler. Daha hayatının başında olan genç kadın, hata yapa yapa edineceği hayat deneyimlerinin, başarı, başarısızlık, kaygı, hüzün, neşe, aşk, coşku, kızgınlık, mutluluk ve acılarla dolu her birimizin geçtiği yolun daha başında, sevgisizliğe mahkûm erkek tarafından öldürüldü. Erkeğe baba denmesi, yukarıdaki sözleri sarf eden kadına anne denmesi ise “kutsal aile” idealini paramparça ediyor. Kadının büyüdüğü yetiştiği, sokaktaki şiddet ihtimali karşısında koşa koşa sığındığı “huzurlu ev” ise artık cinayet mahalli.
Kadının sözleri ne çok şey anlatıyor. Şiddetin sıradanlaşması ve muktedir olanın şiddetinin haklı bulunması veya istisna (hastalık, cinnet, vb.) kabul edilmesi ilk göze çarpan. Kadının etrafındaki ağlama eşlikçilerinin de kadını destekleyen tepkilerinden oluşan mırıltılar, en büyük kâbusun gerçeğe dönüşmesi gibi. Daha önce kirli bir gösteriye dönüşen Palu ailesinin istisna olmaması gibi. Sadece biri üzerinde her şeyi yapabilecek kadar mutlak bir güç hissedilmesi ve bu gücün verilmesiyle başlıyor aslında cinayetler dizisi. Yeniden söyleyelim: Arendt’in deyişiyle kendilerinde “kadir-i mutlaklık” görmesidir. Yani, başkalarını önemsizleştirecek kadar önem biçmesidir insanın kendisine. Başkalarının hayatı üzerinde karar verme hakkını görmesindendir bunca otoriterliğin zemin bulduğu şiddet. Öyle ki içinde yaşadığımıza benzer bir otoriter sistemi yürütenler, sessiz kalan kitleyi de böylelikle suç ortağı haline getirir.
Kadınlara erkeklerin hegemonyasını kabul etmeleri, üstlerine yapışık olan görevleri sorgulamadan yerine getirmelerinin karşılığı olan bir pazarlık gibi.
Maktul ve katili en yakından tanıyan kadın, düzenin nasıl işlediğini bize kendi cümleleriyle anlatıyor, açıkça. Toplumsal rollere uygun ve ailenin değerleriyle uyumlu hayatı sürmelerinin karşılığında alınan bir sevgi bu. Kadınlara erkeklerin hegemonyasını kabul etmeleri, üstlerine yapışık olan görevleri sorgulamadan yerine getirmelerinin karşılığı olan bir pazarlık gibi. Sanki sevgi sözleriymiş gibi ağızdan çıkıveren, çiçeğim ve prensesim gibi kelimelerin, kadınlara dair konumlamaları ima ettiği açık aslında. Tanrıça olarak nesneleşen kadınların, geçmişte tanrılara adak olarak sunulan hayatlarını veya kadınları erkekler üzerinden tarifleyerek kutsallaştırılan böylelikle de sorgulanamaz şekilde kadınları kendi kararlarını verebilen özgür, politik ve sosyal özne olmaktan çıkaran ataerkiyi ne güzel de anlatıyor hızlıca. İnsan olma haysiyetine, her gün her cümlesiyle saldıran erkek-liği, bir anda İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’nda sürüklenerek parçalanan uçağın sorumlusunu kadın-pilot olarak ilan ediyor şuursuzca, diğer yandan analık güzellemesi ile kadınların bedenlerine ve cinselliklerine dair karar vermeye muktedir olabilir veya politikada aynı konumda beraber mücadele ettiği kadınlara nasıl yürüyeceğini öğretme haddini kendinde bulabiliyor. Kadın düşmanlığı ve kadın hayranlığının aynı tür şiddeti içererek, kadınları eşit-insan kabul etmemenin bir yolu olarak giderek daha hızla yayılıyor.
Ursula Le Guin, Yerdeniz Öyküleri kitabında “söz sessizlikte, ışık karanlıkta, yaşam ölürken; bomboş gökyüzünde uçarken parlar atmaca” derken eminim Türkiye’deki şiddet düzenini anlatmıyordu. Türkiye’de dün bir genç kadın öldürüldü, yine. Türkiye’de liyakata dayalı kamu hizmeti ortadan kalktığı her gün kitlesel halde insan öldüren kazalar meydana geliyor veya kazalar sonrasında ise tablo daha da ağırlaşıyor. Türkiye’de sadece ocak ayında 7 göçmen ve 3 çocuk olmak üzere 112 kişi çalışırken öldürüldü. Suç ve ceza kavramları iktidardakilerin siyasi reflekslerine göre şekillendiği için bu sistem, daha fazla insan canını alarak devam ediyor. Sustuğumuz sürece de devam edecek.
www.ruz4.c