Yabancı olduğunuz ve belki ömrünüz boyunca “misafir” hissedeceğiniz bir ülkede yaşanılabilecek en kötü şeylerden biri ırkçı şiddet. Her gün sokak düzeyinde küçük izlerine rastladığımız, bazen ismini koymakta zorlansak da canımızı acıtan pratikler, bazen de başaramadığımızı kendimize itiraf edemememizin adı. İnsani standartların sürekli aşındırıldığı, güvencesiz çalışma ve yaşam koşullarının giderek normalleştiği bir hayatın sürdürülmesini mümkün kılabilecek “değer görme” duygusunu yitirmesi günümüzün en büyük problemi. Sözkonusu boşluğu telafi edecek alanların ise kapitalist değer üretimi içinde nasıl göründüğü veya patronu için ne kadar vazgeçilmez olduğu hatta ulusal ve dini kimliği ile şekillenerek “diğerlerinden” üstün olduğu üzerine kurulu hale gelebiliyor. Diğerleri ise içi sürekli farklı yok-öznelerle doldurulan bir kategori. Kendisi gibi olmayanlar, diğerleri. Değer hissinin yitirilmesini sağlayan her şeyi, bu boşluğun için dolduruyor illüzyonu ile daha da şiddetli sonuçlar yaratan gündelik pratiklere ve siyasal söylemlere dönüştürüyor bu hal. Hem siyasi iktidar hem de kapitalistler için son derece kullanışlı ve kontrol edilebilir bir kendiliğinden-eylemlilik ve içine patlayan isyan dalgası yani.
Sürekli ezilen, iğdiş edilenler için bir pazarlık da barındırıyor belirli belirsiz. Erkeklerden, kadınların itaati karşılığında beklenen iktidara itaat gibi. Avrupalı batılılardan, Avrupalı olmayanlara üstünlük taslamaları karşılığında beklenen biat gibi. Dinsel grupların dışında kalanların günahkar olması, cennetin sadece aidiyet duyulan grubun girebileceği sonsuz hayat vaadine dönüşmesi gibi. Tüm çığlıklarını acılarından ve kayıplarından doğan isyankar kızgınlıklarını yönelttikleri diğerini yarattıkları sürece, varlıklarını değerli kılacak uluslarına, dinlerine, hükümetlerine veya kıymetli soyadlarıyla hatta kendi tarihleri ile gurur duyabilirlerdi. Meslekleri ile gurur duyarak Araplardan veya Kürtlerden nefret etmek, işsizlik veya ev kiralarının yükselmesini, hatta ekonominin kötüye gitmesini göçmenlere/sonradan gelenlere bağlamak imtiyazı, çoğunluk olabilmenin asli koşulu değil miydi zaten?
sınıf kininin yokluğunda, dayanışma unutulup, iyiliklere ve iyiliğin gizlediği tahakküm ilişkilerine emanet ediyoruz geleceğimizi…
Hanau katliamında hepsini buluyoruz. Katil ardında bıraktığı manifestoda, kadın düşmanlığından homofobiye, ırkçılığa ve yabancı nefretine birbirine paralel işleyen aşırı sağ saldırganlığın tüm karakteristiğini üzerinde taşıyor. Joker filminden hatırlayacağınız karakter gibi. Politik söylemlerin mümkün kıldığı arenada, gündelik hayatta belli belirsiz size çarpıp geçen ve insani değer ve saygınlık duygusunu her seferinde aşındıran ırkçılık, doğallaştığı ve suç haline açıkça gelmediği her durumda yeni katliamlara fırsat verecek açık ki.
Saldırı üzerine Almanya’nın küçüklü büyüklü her yerinde, hatta hayatın biz göçmenler için son derece zorlaştığı yerlerde bile, tepki verilmesi, yas tutulması ve ırkçılığın lanetlenmesi son derece önemli, hatta güven verici. Giderek artan saldırılara karşı, kategorilendirilmeyi reddederek içinde yaşadığımız toplumun parçası olduğumuzu görünür hale getiren yerellerdeki sosyal bağlarımız en güçlü tutunacak dalımız. Tarih boyunca acıları karşılaştırmak ve mağduriyetlerden örülü pazarlık alanları yaratmanın acılı sonuçlarıyla dolu; mağduriyetlerin doğurduğu pazarlık alanlarında politika aşınıyor, vicdanın doldurduğu sınıf kininin yokluğunda, dayanışma unutulup, iyiliklere ve iyiliğin gizlediği tahakküm ilişkilerine emanet ediyoruz geleceğimizi… zor zamanlar, en çok yakındaki bariyerleri görmekte ise; aynı zamanda en yakındaki dayanışmayı kendine rağmen güçlendirmekte direniş ve Umut.