Dünya garip bir hal içinde. İktidarların sürekliliği için insanı korunmasızlığını çıplaklığını ortaya koyan, yaratılan olağanüstü hallerden farklı olarak herkes doğanın evrimi karşısında çıplak, tüm iktidarlar kırılgan, tüm hayat motivasyonlarımız eğreti. Çin’deki salgın bölge çapında neredeyse kontrol altına alınabilme sürecinde iken, dünyanın “ekonomik ve sosyal hak cenneti” gibi tasavvur edilen Avrupa mitinin sona erdiğine şahit oluyor. İtalya’da başlayan karantina ile sonuçlanan süreç, Avrupa’da yaşayan herkesin hayatlarını yeniden düzenlemesine neden oluyor. Türkiye’de ise başta olağanüstü bir PR çalışması ile başarılı ve radikal tedbirleri “dünyayı kıskandıran” hükümet, umreden gelen 21 bin kişinin karantinada kalması ricasıyla bu salgını ne kadar ciddiye aldığını gösterdi. İngiltere ise korkunç rahip Malthus’un nüfusun aşırı artması durumunda güçlüler ayakta kalacağına dair “doğal düzene” iman eden tavrını haklı çıkarırcasına açıklamalar yapıyor.
Saramago Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabında, ölüm meleğinin bir süreliğine işine ara verdiği bir durumu resmeder. Ölümün olmaması, başta herkesi sevindirir ve diğer ülkeleri kıskandırırken bir süre sonra sigorta şirketlerinin mali sorunlarına, sağlık sisteminin çökmesine, cenaze işlemleri yapanların iflasına, kraliçenin ölmemesinden dolayı siyasi krize nasıl yok açtığını ironik bir dille anlatır. Saramago’nun muazzam romanını tersine çeviriyoruz bugün. Dünya tarihi pek çok salgına şahitlik etmesine rağmen, bunca “öğrenmemiş” olmamız şaşırtıcı değil. Liberal aklın iyimserliği, insanların benzer panik, korku veya iyiliklerden oluşan tepkilerini yönlendiren devlet aklına güvenirken, teknolojinin insanlığın büyük iyiliği için çalışacağına dair ütopyasına ikna ederken piyasa sisteminden başka insanlığı alternatifin olmadığını da böylelikle doğallaştırır. İnsanların kıymetini sermaye için yararlığından ibaret hale gelmesi de böylelikle ulus, din veya etnisite soslarıyla sunulabilir tabi. Çok makaleli akademisyen, yüksek kademedeki bürokrat, fotoğrafını sıkça magazin sayfalarından gördüğümüz sanatçı veya uluslararası firmalardaki üst düzey yöneticilerin diğer insanlardan daha yetenekli olduğu için hak ettiği parayı kazanıp o standartta yaşan kişi olarak daha kıymetli hale geliverir.
kâr hırsıyla örgütlenen her tür aptallık ve şiddetle dolu rejimleri değiştirmesi, bizim örgütlülüğümüzle ancak gerçekleşir
Gözümüzün önünde yaşanan, bu koşuşturmacalı, hızlı ve bizim dışımızda belirlendiği için stratejiler kovalayarak sürdürdüğümüz hayatımıza ara vermemizi gerektiriyor. Felaket filmlerinde gördüğümüz sahneler gözümüzün önünde beteriyle canlanıyor. Dahası bunca güvenilen sistemler, hayatımızı organize ettiğimiz sistemler çöküveriyor. Çevremdeki bazı dostların devlete dair hayal kırıklığını görüyorum. Halbuki depremlerde fark ettiğimiz bir yok-güç değil miydi o? Ofise gidemedim için üzgün olduğumu fark ettiğimde, bu sistemi sürdüren şeyin -muhalif bile olsak- içinde yaşamak bir yana o sistemi sürdürmek için çok uğraştığımızı en derinden hissettiğim an oldu. Hasta veya acı içinde giderek kendimize yabancılaşıp işimizi hakkıyla yerine getirmenin mecburiyet olduğu bir sınıfa mensupsanız, bunu düşünmezsiniz bile. İşçi sınıfına mensup olmak için, fabrikada işçi olmak gerekmiyor. En lüks binalarda üstünüzü kirletmeden aynı mecburiyeti taşıyarak çalıştığımız ortada ve çalışmadığımızda hayatımızı biyolojik olarak da sürdüremeyeceğimiz. Peki şimdi ne olacak? Bunca hazırlıksız yakalandığımız felaketlerin içinde, sermayedarlar ve devletlerin yarattığı iktidarın yetmezliği ve kırılganlığında bunca ortadayken, hayatımızı nasıl dönüştüreceğiz?
Liberalizmin ve aynı bağlamda ele aldığım otoriter sistemlerin asla hoş görmediği şeyi yaparak elbette, her felakette yaptığımız gibi: kendimiz örgütleyerek, etrafımızı gözeterek ve dayanışmacı yerel süreçler yaratarak. Yerel ilişkilerimiz ve işyeri ağlarımızı ne kadar süreceğini bilmediğimiz bu sürece göre örgütlememiz gerekir. Örgütlü cehaletin yaydığı panik havasından da boşvermişlik cengaverliğinden de uzak durmamız şart. Birbirimizi kollarken mesafeli durmamız da bunun bir parçası. Bu sürecin dünyadaki kâr hırsıyla örgütlenen her tür aptallık ve şiddetle dolu rejimleri değiştirmesi, bizim örgütlülüğümüzle ancak gerçekleşir. Bu dönemi ciddiye almanın anlamı, hayatı nasıl yaşamak istediğimizle bağlantılı; ölümle karşılaştığımız her deneyimin gerçek hayatı hatırlatması gibi.
Görsel: Hugo Gerhard Simberg, “The Wounded Angel” (1903)