arama

Öfkeyi Örgütlemek

Nevra AKDEMİR
...yalnızlık, sosyal mesafe ve çaresizlik anlamına gelebilir. İlk bakışta işçilerin kendi iş zamanlarına kendilerinin karar verdiğine dair bir yanılgıyı barındırsa da rekabet şartları ve işsizlik düşünüldüğünde, her açıdan sermayedarın elini kuvvetlendiriyor.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Nevra Akdemir Nevra Akdemir
  • 1 Star
    Loading...

 

Salgın döneminde devletler güçlerini artırmanın fırsatını buldu. Bir yandan bazı kentlerde ve ülkelerde karantina koşulları sürerken pek çok iş kolunda da üretim aralıksız devam ediyor. Evde çalışabilecek olan işçiler evden işlerine devam ediyorlar hatta bazı işlerde evde çalışmanın daha verimli olduğunu fark eden işverenler, olağan üstü koşullar geçtikten sonra da evden çalışmaya devam edeceklerini duyurmuşlar bile. İşin gereklerinin ev içindeki zamana yayılması, emek gücü açısından iş zamanını emekçilerin büyük mücadelelerle kazandığı bir yasal sınır olan sekiz saatle sınırlandır(a)mama sorununu beraberinde getirecek gibi görünüyor.

Arbeit macht frei. Yakında firma köylerini göreceğiz, bir disütopya filminden çıkmış kareler yerine gerçeklikte.

Mutlak artık değer üretiminde olduğu gibi işin yoğunluğunun ve teknolojik donanımının değişmesi ise (hesaplamak mümkün olabilir) nispi artık değer üretiminin de bazı sektörlerde bu şartlardaki bir üretimin devam etmesiyle yükselebileceğini düşündürtüyor insana. Dahası ise evinden çalıştığı için izole hale gelmiş, çalışma şartlarından kaynaklanan sorunları birbiriyle paylaşamayan ve gerektiğinde üretimi durdurup üretim alanını işgal etme kapasitesinden yoksun bir işçilik örüntüsü. Sendikalaşmayı veya sadece bir araya gelmeyi imkansız kılan izolasyon, ücret pazarlığında işçilerin elindeki önemli kozları yok edecektir. Dahası sosyal ağlarda mümkün görünen işçiler arası iletişim ve örgütlenmenin de hızlıca, sermaye ve devletin kontrol ağına takılması an meselesi olabilir. Yalnızlık anahtar kelime. Zira yalnızlık, sosyal mesafe ve çaresizlik anlamına gelebilir. İlk bakışta işçilerin kendi iş zamanlarına kendilerinin karar verdiğine dair bir yanılgıyı barındırsa da rekabet şartları ve işsizlik düşünüldüğünde, her açıdan sermayedarın elini kuvvetlendiriyor.

Gelin cinsiyetlendirelim bu iş formunu. Evde 24 saat süren ve son derece eşitsiz bölüşülen görevlerle birlikte düşünelim yani. Evde çalışma, çalışma olarak görülmediği için çocuk, hasta ve bakım yükü için destek alma kapasitesi sınırlandığında, temizlik ve yemek için piyasadan hizmet satın alma olanağı kısıtlandığında, zaten günün ortalama altı saatini alan karşılığı ödenmeyen ev işlerinin yanı sıra bu işlerin yapıldığını düşünün. Gece yarısı gelen ve acil cevaplanması gereken mesajlar, e-mailler, bitmesi gereken işleri, çocuğunuzun ağlama sesi ile beraber yapmanın hissettireceği çaresizliği.

Öfkeli kalabalıkların kullanışlı aptallara mı yoksa devrimci öznelere mi dönüşeceği önümüzde duran.

Evdesin zaten denilerek, (hala kaldıysa) komşuluk yapmak isteyen bir arkadaşı ağırlarken ki telaşınızı düşünün. Kabus gibi. Sermayedarın prova etme fırsatı bulduğu bu üretim formu, muhafazakar, aile temelli yaşamı da açıkça dayatıyor. Partiyarkanın tüm baskı unsurları, kapitalizm koşullarının sürekliliğini sağlarken, sermayedarın elini de son derece güçlendiriyor, insanlığın ve doğanın geleceğini kontrol etme açısından. Eve kapanmayan çalışma biçimleri da çok daha büyük şanslar içermiyor. Fabrikalar, tarlalar, tersaneler, yollar, büyük plazalar, küçük atölyeler veya ofisler, hastaneler, havaalanları, alışveriş merkezleri… aklımıza ne gelirse, her yerde çalışmak zor.

İşçilerin örgütlü ve güçlü bir mücadele deneyiminin olmadığı her yerde, olağanüstü koşullar, sermayedar ve devletlerin ezilenler aleyhine ellerini güçlendiriyor. Bugün Türkiye’de MÜSİAD işçilerin aileleriyle beraber yaşayacağı çalışma kamplarının saraydan iznini almış durumda. Dünyada benzerleri faşizm ve darbe dönemlerinde prova edilen bir sistem olarak önümüze düşüyor: Arbeit macht frei. Yakında firma köylerini göreceğiz, bir disütopya filminden çıkmış kareler yerine gerçeklikte. Dünya Bankası’nın mülteci kamplarının verimli yatırım alanları olması için önerdiği projelerde benzerlerini görüyoruz. İşin kötüsü, kentler de artık işçiler için bir iğneli yatak. Olağan üstü koşulların pekiştirdiği patriyarka-kapitalist çelişkiler, insanların daha fazla canını acıtıp, öfkelendirip, düş kırıklığı yaşamasına neden oluyor.

Kapitalizmin yarattığı her yara, bir karlı piyasaya ya dönüşüyor hızlıca. Her can acısı ve öfke ise bir başka ezileni dışlayan ve tehdit eden nefret suçuna dönüşüyor. İşte bu yüzden öfkeyi ve benzeri duyguları örgütleyen ise tarihi yazma kapasitesine sahip oluyor. Öfkeli kalabalıkların kullanışlı aptallara mı yoksa devrimci öznelere mi dönüşeceği önümüzde duran; dahası isyanın bir egemene biatı yoksa eşitlikçi, barışçıl bir geleceği kurma idealini mi besleyeceği tarihsel bir soru.