Günlerdir bizim evde hummalı bir hazırlık var. Çok modern oldukları, bütün mahalle esnafı ve sakinlerince dile getirilen, mahallemize yeni taşınan komşular, misafirliğe gelecek çünkü. Tabi bizde bir telaş, bir telaş, sorma gitsin. Bir haftayı geçti temizlik hala bitmedi. Yaşım dört onluğu geçti, temizliğin böylesini hayatımda görmedim. Silmekten, pencerelerde cam var mı yok mu belli değil. Tozu alınmadık eşya; yerinden oynatılmadık çanak, çömlek kalmadığı gibi, her akşam cümbür cemaat, misafirlerimize nasıl modern davranılacağının provalarını yapıyoruz.
Evet resmen prova, günlerdir her gece ev halkı olarak sahnedeyiz. Bizim Panter, yani kedimiz de tek seyircimiz olduğundan alkış yerine “miyav” alıyoruz. Diyeceksiniz ki pekiyi prova yapıyorsunuz da, neyin nesi kimin fesi bu prova…Ben başroldeyim evin modern erkeği olarak…Bütün provalar, öncelikle benim modern erkek rollerini benimsemem üzerine, bizim hanım ise senarist. Aklına estikçe senaryo değiştiriyor.” Paşa, o gece bütün çay servislerini sen yapacaksın. Yok yok Güneş ‘te sana yardım etsin.” Ben, “Tamam hayatım bütün çay servislerini ben yaparım, sen hiç merak etme.” demeye kalmadan kızım;” Ama anne sadece babam mı modern erkek olacak, abimin de modern erkek çocuk olması gerekmez mi? ” deyiveriyor. Oğlan zaten öfke deposu. Sınavlara hazırlanıyor hergele. Yakında 17 yaşını bitirecek, hala ergenliğin yalın halinde. Ondan, değil modern erkek çocuk; test kitapçığından bir modern matematik sorusu bile olmaz. Ama çaresiz, ona da çok modern misafirlerimizi ağırlayıp gönderene kadar, modernleşmenin bütün yöntem ve tekniklerini öğreteceğiz.
Bizim hanım, her akşam komşuları bahçe kapısında nasıl karşılayacağımızı, önce kimin hoş geldiniz efendim, sefalar getirdiniz diyeceğini, kimin havalar da ne yağmurlu geçiyor diyeceğini, tek tek bıkmadan, usanmadan ezberletiyor. Beğenmeyip değiştiriyor. Hatta Panter’e de rol vermeyi düşünüyor ama henüz ona göre bir rol bulmadı. Bizim hanımın bir kitabı sonuna kadar okuyup bitirdiğine, bir şarkıyı ezberleyip söylediğine ya da bir sanatçının sanat hayatı veya fikirleriyle ilgilendiğine tanık olduğumu söyleyemem. Ama öyle şeyler konuştuğuna tanık oldum ki… Mesela geçen gün benim beşinci dereceden bir akrabamın dünürü tesadüfen bize gelmişti. Adam, biraz futboldan anlıyor. Bir futbol maçıyla ilgili konuşurken Maradona’nın adı geçti. Bizim hanım hemen” Ha, Madonna mı, ne güzel şarkılar söylüyor ama, çok modern bir şarkıcı, kendisini pek severiz. “ demez mi? Tutturmuş bir modern olun lafıdır gidiyor…Dilinde pelesenk. Geçen gün bizim oğlan “ Baba, Orhan Pamuk neden çok anlaşılmayan romanlar yazıyor ?” dedi. Ben “Oğlum, her yazarın bir tarzı, stili var onunki de öyle işte…” demeye çalışırken bizim hanım” O çok modern bir yazar da ondan. Modern yazar zor anlaşılır.” diye cevabı yapıştırdı. Tabi ben sus pus. Konuşsam modernlik elden gidecek. Bilirsiniz bizim ev Kent Müzesi’ne çok yakın. Picasso’nun resimleri sergileniyor. Ta Fransalardan alıp getirmişler, bin bir zahmetle resimleri. Müze, bizim mahallede olduğu için yöneticiler, mahalleye kıyak olsun diye, geçen çarşambayı mahalle günü ilan edip mahalleliye bedava sergiyi gezdirmişler. Bizim hanım Guernika’nın bir reprodüksiyonu karşısında durup hayran hayran bakarken, tesadüfen sergiye gelen ressam Balaban “ Bu resmin öyküsünü biliyorsunuz değil mi?” demiş. Bizim hanım gayet rahat” modern bir tablo, biliyorum evet. Ama bu resimde, Picasso’nun kafası karışıkmış galiba, baksanıza neyi çizeceğine tam olarak karar verememiş. Kararsızlık modernliğin düşmanıdır” deyivermiş. Balaban bizim hanımın yüzüne tuhafça bakıp yürümüş gitmiş. Kim bilir ne düşünmüştür Nazım Usta’nın hapishane arkadaşı koca Balaban baba.
Modernlik peşinde evdeki hayatımız her gece provalarla, yeni yeni icatlar, alışkanlıklar edinme ile geçerken, iş yerinde de arkadaşlarımın şaşkın, tuhaf bakışlarıyla karşılaşmaya başladım. Sanki beni yeni tanıyorlarmış gibi, bir konu ile ilgili fikrimi söylediğimde “öyle mi, ne tuhaf!” demeye başladılar. Tabi yıllardır bıyıklı bir erkek olarak meydanlarda dolaşan ben, “ Dün akşam yaptığım kek çok nefisti!” dediğimde iş yerindeki bütün kadın ve erkek arkadaşlarım hep bir ağızdan “ Ya, öyle mi?..” deyip, çok saçma bir şey yapmışım gibi birbirlerinin yüzüne imalı imalı bakıp duruyorlar.. Ben, modern erkek olma idealinden hiç taviz vermeden; “ Evde bulaşık yıkarken esinlenip romantik şiirler yazıyorum. Bulaşık yıkamanın bana sağaltıcı bir etkisi oluyor.” dediğim de, iş yerindeki bütün kadınlar başına elma düşmüş Newton gibi aynı şaşkın bakışlarla beni süzüp,. “ yazık, garibe tımarhane yolu görünüyor” hissiyle iç geçirmelerine sık sık tanık olup duruyorum.
Ama bunların hiç birisi beni etkilemiyordu. Ben bizim hanımın bütün desteğiyle modern erkek olma yolunda bütün engelleri aşmaya kararlıydım. Evdeki, iş yerindeki bütün hayatımı modernleştirmeye kararlıydım. Hatta çok klasik bulduğum imzamı bile değiştirdim. Eskiden bizim site yöneticisinin suratı gibi düz bir çizgi ve üç yuvarlaktan olan imzamı, Eğe kıyıları gibi girintili çıkıntılı ve anlaşılmaz yaptım. Yeni imzamı buluncaya kadar epey uğraştım fakat buna değdi. Önüme çıkan bütün boş kağıtlara, imza denemesi yapıp durdum. Bizim hanım da yeni imzamı çok beğendiğini söyledi. Modernlik yolunda epey yol kat ettiğimi söyleyince; bir kabardım bir kabardım, neyse ki kanatlarımın olmadığının farkına vardım da balkondan uçma denemesi yapmadım.
Bütün bu güzel gelişmelerle beraber pek anlam veremediğim terslikler de oluyordu. Mesela geçen gün, müdür beni odasına çağırdı; şaşkın bakışlarım arasında karşısındaki koltuğa oturtarak, çay söyleyip hal hatır sordu. Daha önceleri odasına girdiğimde, başını kaldırıp hiç yüzüme bakmayan, değil çay ısmarlamak, edasıyla, odadaki koltuktan ya da herhangi bir eşyadan daha değersiz hissettiren müdür; şimdi kalkmış, beni hani VIP diyorlar ya, çok önemli adam muamelesi yapıyordu. “ Yahu birader, nedir bu senin son zamanlardaki hallerin? Arkadaşların senin son zamanlardaki hallerinden pek tasa içindeler. Bir problemin mi var evde falan?” diyerek, oturduğu koltuğa iyice yaslandı ve tam gözümün içine bakarak sanki de ” Ulan bana haber vermeden nasıl farklı şeyler düşünüp davranırsın? Ben burada eşekbaşı mıyım?” der gibiydi. Ben ezildim tabi o bakışlardan ve acaba ne desem de modernliğe ters düşmesem diye bir yanıt arıyordum ki masadaki telefon çaldı. Müdür ahizeyi kulağına götürür götürmez, eli hemen bilinçsizce ceketinin düğmesine gitti ve yaslandığı koltuktan toparlanarak, elinin tersiyle dışarıyı gösterip kaş göz işaretiyle dışarı çıkmamı istedi. Ya genel müdür falan arıyordu, ya nüfuzlu bir vekil, ya da adı sanı gizlenmesi gereken bir hatun kişi… Gerçi hangisi olursa olsun beni ilgilendirmezdi, hem ne yanıt vereceğimden kurtardı beni, daha ne isterim.
Böylece müdüre yanıt bulmaktan kurtulmuştum ama, bir taraftan da nerede yanlış yapıyorum da iş arkadaşlarım, müdür, hepsi birden benim için kaygılanıyorlar diye düşünüyordum tabii. Daireden çıkıp, mahalledeki durakta otobüsten inip eve doğru giderken, bizim kadim terzi Asım’a, iki lafın belini kırarız diye uğradım.
Ama ne gezer!. Daha içeri adımımı atmadan, aylardır borcunu ödeyemeyip sokakta ev sahibiyle karşılaşan kiracı gibi, bütün yüzü kara bulutlarla kaplandı. Onun derdini de öğrendik sonunda. Neymiş, eski köye yeni adet mi getirilirmiş? Kadim mahallenin kadim sakini olan ben, bunca yıllık geleneklerimizden ne kötülük görmüşüm de modernlik diye ecnebi uydurmaların peşinden koşuyor muşum. İki güzel lafın belini kırarız diye uğrayan ben aniden patladım.” Yahu sen ne diyorsun Asım usta? Ecnebi dediğin komşulara, çok modernler çok diyen de; bu şehirde bu insanlardan daha modern insanlar hayatta bulunmaz, iyi ki mahallemize yerleştiler, hiç olmazsa biraz modernleşiriz diyen de; sen, kasap Maksut, bakkal Süslü Hacı ve dahi pastaneci Şakir değil mi?” dedim. Dedim ama, o canhıraş sesin benden nasıl çıktığına şaşırdım kaldım. Bu tavrımla modernliği ihlal etmiş miydim acaba diye tedirgin olmaya da başlamadım değil. Terzi Asım büyümüş gözbebekleriyle bana acır gibi bakıp, kısık sesle: “ Yahu senin aklın başında değil mi? Biz tabiki dedik ve diyoruz. Zengin bir aileymiş, yurt dışında ticaretle uğraşıyorlarmış. Hem memleketi özlemekten, hem de biraz memlekete yararımız dokunsun diye gelmişler. Modern olmakla övünüyorlar ve memleketi ancak modernliğin kurtaracağını söylüyorlar. Biz de onlar memnun olsun diye her gördüğümüzde, karşılaştığımızda çok modern olduklarını, iyi ki mahallemize yerleştiklerini söylüyoruz. Niye? Çünkü kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez. Adam da, kadın da bana ikişer takım elbise ısmarladılar, dikip teslim ettim bile. Hem yukarıda Allah var, çok da hoş sohbetler. Aynı şekilde, bakkal Süslü Hacı, kasap Maksut ve pastaneci Şakir de gayet mutlular, onların yüklü alışverişlerinden. Ama biz, evde ayakkabılarla dolaşmakmış, çatalı-bıçağı yok şöyle tutmakmış, ince belli güzelim cam bardaklar dururken, koca fincanlarla çay hüpletmekmiş, konken partileriymiş gibi ananemize uygun düşmeyen şekli işlerle zamanımızı doldurmuyoruz.” Bir solukta söylemişti bütün bunları ve derin bir nefes alarak, “Yani senin anlayacağın modernliğin getireceği parayı ve teknolojiyi, alıp kullanacağız elbette ama geleneğimizi ve göreneğimizi korumak da bizim görevimiz değil mi? Görmüyor musun mahallenin gençlerini? Onlar mahalleye taşınalı beri delikanlıların küpe takmaları, saç uzatmaları arttı. Gençlerimiz onların çocuklarına özeniyor. Kızlar evde parti vermeye başladılar. Bunun sonu nereye gider, düşünebiliyor musun?”
Arkamı dönüp çıkmıştım. Daha fazlasını dinlemek istemiyordum. Hemen eve gitmek gelmiyordu içimden. Bari bir çay içeyim diyerek, mahallelinin Tenteli Kahve dediği; kapısının önünde bir çınar ağacı ve birkaç masa olan Rıza’nın kahveye uğrayıp, ahşap bir sandalyeyi altıma çekip oturdum. Terzi Asım’ın söylediklerine takılmıştı aklım. Galiba her söylemin altında bir neden yatıyordu. Bu neden ekonomik, kişisel veya siyasal olabiliyordu. Ama terzi Asım’ın sözlerinde, doğru davranış olduğuna inandığım açık sözlülük yoktu. İnsanlar arasında açık sözlü davranmanın yararına her zaman inanmışımdır. Garsonun, masaya bıraktığı çay bardağının yanındaki şekeri, ıslanmasın diye masanın üzerinde yan tarafa koyarken; terzi Asım’ın, çayı şekersiz içişime bile, uydurma ecnebi modernliği deyip laf söyleyebileceğini aklımdan geçiriyordum.
Aklımdan daha başka şeyler de geçiyordum. Gerçekten modernlikten ne anlamalıydık? Günlük hayatta takındığımız bazı şekilsel değişiklikler miydi modern olmak? Örneğin, çatalı, bıçağı nasıl tutmamız gerektiği, veya kıyafet tarzımız ile nerelerde nasıl giyinebileceğimiz modernlikte ne kadar önemliydi? İnsanlar arasında saygı, sevgi, dostluk ve dürüstlüğün modern olmada önemi neydi? Ya da yeni komşularımızın geldiği Avrupa ülkeleri ve orada yaşayanlar nasıl modern olmuştu? Sorular kafamda dolaşıp dururken, bizim çevirmen Kerim “ Hayırdır, pek dalgın görünüyorsun! ” diyerek, bir sandalye de o çekip masama oturdu. Bilgisine, görgüsüne, aynı zamanda dostluğuna ve kişiliğine güvendiğim biriydi çevirmen Kerim. Kitaplarla arasının iyi olduğunu, okumayı sevdiğini, hem edebiyat hem de bilimsel kitaplar çevirdiğini, bazı mahalle sakinlerinden duymuştum. Ayrıca İngilizce ve Almanca bilmesi, başka ülkelerde olanı biteni de okuma, öğrenme imkanı veriyordu. Mahalleye seyrek takılır, esnafla ölçülü ilişkiler kurardı. Ben kısaca terzi Asım’ın söylediklerini ve yeni komşuları anlatınca, söylediklerime ilgisinin arttığını, direk gözümün içine bakarak dinlemesinden anlıyordum.
Çayından hızlıca iki yudum alıp: “ Yani sen, ne menem şeydir bu modernlik diyorsun. Zor soru üstadım, tek yanıtı yok ki, ne diyeyim.? Aslında tersini söylersem belki daha iyi anlaşılır. Modernliğin tersi muhafazakarlık; yani tutuculuk, değişikliği pek sevmemek, var olanı korumak demek çok kabaca.” diyerek çayından bir yudum daha aldı ve devam etti çevirmen Kerim: “Aslında teknoloji sürekli gelişiyor, insanlar teknolojiyi kullanırken bazı gelenek, davranış kalıpları ve inançlar da ister istemez teknolojiden etkilenerek değişebiliyor. Bazen değişime direngenlik gösterme hallerine rastlıyoruz ama sonuçta hiç kimse işimizi kolaylaştıran teknolojiyi kullanmamazlık edemiyor. Bir süre direnilse de yaygın hale gelen teknoloji kendisini kabul ettiriyor.“ dediğinde, terzi Asım’ın “modernliğin getireceği parayı, teknolojiyi, alıp kullanacağız elbette ama geleneğimizi ve göreneğimizi korumaktan” söz edişini anımsadım. Çevirmen Kerim” Değişim iyidir elbette; ama aynı zamanda bu değişim gelişmeyi de içeriyorsa, doğaya uyumlu, insana ve insanlığa zarar vermeyen bir değişim ise modernlik adına da iyidir elbet. Biz insanlar doğaya ait olduğumuza göre, bizi var eden doğaya uygun düşen bir yaşam felsefesini benimsemeliyiz. Bu felsefenin özünü kavrayıp içselleştirmezsek yaptıklarımız şekilde kalır. Terzi Asım işin özünü kavramamış belki ama şu senin bahsettiğin yeni komşuların modernliği de pek kuşkulu” diyerek sustu. Ben yüzüne garip garip bakınca açıklama ihtiyacı duydu.” Dediğim gibi, modernlik biraz dünyadan anlamaktır, sanattan, edebiyattan…Geçen gün, Şakir’in pastanesine gitmiştim. Elimdeki poşette kitaplar vardı. Söz okumanın öneminden açılınca, aldığım kitapları merak ettiğini söyleyerek, kitaplarım elinde, ayrıntılı olarak inceliyor pozundaydı. Konuşmalarından ne yerel, ne ulusal, ne de dünya edebiyatından pek haberdar olmadığını çıkardım. Bir de “ticari işlerim ” diyor ama, bana sorarsan tam olarak nasıl bir ticari işle uğraşıyor, o da belli değil.” diyerek kuşkularını dile getirdi ve çantasından çıkardığı aylık bir edebiyat dergisinin sayfalarına göz atmaya başladı.
Tenteli Kahve’den ayrılırken, çevirmen Kerim’in konuştukları kafamın içinde dolaşıp duruyordu. Doğaya uyumlu ve insana zarar vermeyen bir değişme iyi de, nasıl olacaktı bu iş? Teknoloji ürünleri fabrikalarda üretiliyordu, fabrika değişimdi. Modernliğin en önemli özelliği ise değişim yanlısı olmaktı. Pekiyi bu üretim sonucunda oluşan atıklar doğaya atılıp, doğanın kirlenmesine sebep olunca, doğayı kirleten modernliği savunmak ne kadar doğruydu? Çevirmen Kerim, bütün bu modern olma sevdasını mahalleye yayan, yeni komşulara kuşkuyla bakıyor, en azından temkinli davranıyordu. Esnaf ise geleneklerimiz deyip bir sınır çiziyor ama alışveriş, ticaret ve kazanç söz konusu olduğundan memnun görünüyordu. İşin içinden çıkamamıştım, eve gidip dinlenmek en iyisiydi.
Ama evde modernlik provaları kesintisiz devam ediyordu. Dinlenmek bana haram olmuştu. Ayakkabımı çıkarıp kanepeye uzanmadan benim dinlenebildiğim görülmemiştir. Pijamaları giymeden rahat etmem mümkün değildi ama çaresi yoktu, son güne kadar dayanmalıydım, lakin nasıl dayandığımı bir de bana sorun. Ben heyecandan her şeyi birbirine karıştırıyordum. Kızımdan geçtim, o a-sosyal ergen oğlum bile “baba senden olsa olsa modern bir kütük olur” demeye başladı. Çünkü, çayı hangi bardaklarda ikram edeceğimi sorduğumda, bizim hanımın fincannnn !.. diye yüzüme bağırdığını duymuştu. Evde normalde terlikle dolaşırken, bütün ayakkabıların altını sabunlu bezle silip, kolonyalı mendillerle temizleyip geçirdik ayaklarımıza. Evdeki bütün terlikleri de bodrum kattaki kömür deposuna sürgün ettik. Böylece modern hayatımızın ilk sürgünleri evdeki terlikler oldu. Evin içinde sırtımda takım elbise, boynumda kravat, ayağımda ayakkabıyla halılara basa basa yürüyüşten garip bir zevk duyuyordum. Sanki bana yıllarca eziyet eden birini esir almışım da öcümü alıyordum. Modernlik nelere kadirdi Tanrım!. Bizim hanım, benim ayakkabılarımla halıyı ezer gibi yürüyüşüme bakıp içi eziliyordu ama ne yapsın, serde modern olmak vardı, katlanacaktı.
Her gün yeni provalar, yeni replikler ile modernlik yolunda engelleri aşarken, mahallemizin medar-ı iftiharı haline gelen, modern komşularımızı ağırlama günü gelip çattı. İşten çıktıktan sonra hiçbir yere takılmadan, adetten olan esnafa bir selam bile vermeden, direk eve gelmiştim. Ev teftişe hazırdı. Bugün ne hanım, ne de çocuklar hiç dışarı çıkmamış, evdeki hazırlıklara yoğunlaşmış, tek bir eksik kalmamacasına her şeyi yeniden gözden geçirmişlerdi. Her taraf pırıl pırıl bir temizlik içindeydi. Çocuklar dahil hepimiz rolünü gayet iyi ezberlemiş tiyatro oyuncusu pozundaydık. Bizim hanım, bütün bu işlerin mimarı olmanın verdiği gururla, gayet şık giysileri içinde oturmuş; mağrur etrafı süzüyor, bana ve çocuklara; gelsinler de modernlik görsünler şu yeni komşular der gibiydi.
Saatime baktım, yarım saat vardı gelmelerine. Salondaki yemek masası; zeytinyağlılar, salatalar, tatlılar ve kuruyemişlerle süslü bir Japon bahçesi görünümündeydi. Bizim hanım, kimin nereye oturacağını belirlemişti. Şimdiye kadar hiçbir heyecan belirtisi göstermeyen oğlumda bile bir olağanüstülük seziliyordu. Yarım saat geçti gözümüz saatte, kulağımız kapıda pür dikkat bekliyorduk. Tam bir sessizlik içinde ve her birimizin nefes sesleri birbirine karışarak, adeta bir nefes korosu oluşturuyordu. Duvardaki saatte, dakikalar ilerliyordu fakat misafirlerden herhangi bir ses, seda yoktu. Kedimiz Panter kulaklarını dikmiş, parlak, mavi-yeşil gözlerini hepimizin üzerinde gezdirerek, durumu anlamaya çalışan bir sessizlik içinde kuyruğunu usul usul sallıyordu. Ama ne apartman giriş kapısından, ne de dairemizin kapısından, ne bir ayak sesi, ne bir insan sesi gelmiyordu. Dakikalar almış başını gidiyor; dönüp birbirimize, masadaki yiyeceklere bakıyor ama aklımızdan geçeni söylemeye cesaret edemiyorduk. İki haftadır koşturup durduğumuz bütün çabamız boşa mı gitmişti? Neredeyse bir saat olmuştu ama uğrayan olmadığı gibi, bir haber de gelmemişti. Demin mağrur bir şekilde etrafı izleyen bizim hanımın yüzü, mumyadan bir heykelin cansız yüzüne dönmüş, gözleri duvardaki saate sabitlenmiş kıpırtısız bakıyordu.
Panter’in miyavlayıp kızımın ayaklarına sürtünmesiyle sessizlik bozulmuştu. Başıma bir ağrı girmiş, göğsüme bir ağırlık inmiş, boğazım yanmaya başlamıştı. Hiçbir tarafa bakmadan ve hiç kimseye bir şey söylemeden, yürüyüp dış kapıdan sessizce çıktım. O zamana kadar bir lokma bir şey yemediğim halde hiç açlık hissetmiyordum. Yürümeye başladım. Dışarıda, hafif rüzgarlı ılık havanın yüzümü okşaması iyi gelmişti. Adımlarım beni Tenteli Kahve’ye doğru götürüyordu. Bu saatte az da olsa birileri olurdu mutlaka kahvede. Açılmak için yolumu uzatıp, yokuş aşağı inerek deniz tarafından yürüdüm. Denizden gelen serinlik ve temizlik başımın ağrısını almıştı biraz. Pastane, kasap ve bakkalın bulunduğu sokağın başına varmıştım ki, gözüme bir kalabalık ilişti. Akşamın bu saatinde bu sokakta bu kalabalık pek normal değildi aslında.
Kalabalığa yaklaştığımda “Yahu nasıl farkına varmadık, hiç mi açık vermediler? Aslında anlamalıydık, ama ne iyi ve hoşsohbet insanlardı, Yapma yahu onu da mı dolandırmış? Karakola kim haber verdi? Nerede o eski komşuluk? Ah insanlar ah!..” cümleleri, peş peşe kulaklarımdan girip, ağzımdan burnumdan çıkıp, tekrar kulaklarıma geliyordu. Terzi Asım kaldırıma çömelmiş üzgün önüne bakıyordu, kasap Maksut öfkeli ve üzgün bir yüzle ayakta dolanıp duruyordu. Bakkal Süslü Hacı, telefonun başında birileriyle konuşuyordu. Her şey anlaşılmıştı, modern yeni komşularımız dolandırıcı çıkmıştı. Hoşsohbet davranışları, pahalı marka giysileri ve seçkin görünme çabalarıyla, bütün mahallelinin sempatisini toplayıp güven kazanmış; sonra da bu güveni kullanarak mahalleliyi dolandırmışlardı. Kiralarını ödemeyip, kasaba, bakkala, terziye, pastaneye ve hatta kahveciye borç takmış, postanenin bitişiğindeki hırdavatçıdan da “acil havale etmem lazım postaneden, birazdan bankadan çekip getiririm.” diyerek, bir miktar nakit de ondan alıp, cebe atarak, kayıplara karışmıştı.
Ay, ıssız kaldırıma cılız ışıklar gönderen yalnız bir sokak lambası gibi, denizin tepesinde somurtup duruyordu. Geçen arabaların gürültüsü ve denizin kokusuna karışan martı çığlıklarının eşliğinde, sahil boyunca ağır ağır yürüyordum. İç dünyam, kışa erken yakalanan sonbahar gibi üşümeler içindeydi. Birkaç haftalık, modern olma yolundaki maratonumuz yarış tamamlanamadan bitmişti. Esnafın inanıp benimsemeden, sadece kazanç elde etmek için modern görünme numaraları ve yeni komşulara pohpohlayıcı yaklaşımları, gerçeği görmemizi engellemişti. Bundan sonra, çevirmen Kerim gibi insanlarla sohbeti derinleştirmenin yollarını bulmalıydım. Sadece görüneni değil, görünenin arkasında duran asıl gerçeği görmek için bilmek; bilmek için de öğrenmeliydik. Hayatın raflarına yalnızca kap kacak, alet edevat değil; iyi ve bilgili dostlar, güzel kitaplar koyduğumuzda; modern dünyanın çağdaş bahçesinin gerçek bir ağacı veya alımlı renkleriyle parlayan bir çiçeği olabilirdik.