arama

Eşyanın Dilinden Anlamak

Arif ARSLAN
Eşyaların ve makinelerin tamiriyle uğraşmak onların işleyişini tanımak, kişiye kendi kurallarını koymadığı bir dünyanın işleyişini kavratacaktır; böyle bir işleyişi tanımak gücünün sınırını bilmeye götürür kişiyi ki bu kibrin ve hadsizliğin törpülenmesi olarak kişiye yararlı olacak bir şeydir.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

 

Eşyanın Dilinden Anlamak: Emeğin Değeri ve Anlamı Üzerine Felsefi Bir Tartışma[1]

“Zanaat altın bileziktir” geleneksel sözünün hâlâ muteber kabul edildiği bir yerde Matthew Crawford’un kitabı çok ilginç sayılmaz belki ama çok temel bir meseleyi gündemine aldığı için bakmak gerekiyor. Yazarın düşünce buluşlarının kendi hayat deneyiminden çıkması, kitap olarak okunduğunda bir kurmaca metni havası vermiş. Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı romanının sevenlerin ondan ayrı tutamayacağı bir deneme kitabı Eşyanın Dilinden Anlamak. Bu ilgiyle de “felsefi tartışma”dan ziyade güngörmüş bir babanın evlatlarına kendi tecrübelerini hikaye etmesini hatırlatıyor. Yazarın hayatının ilginçliği anlatılanların, öz deneyimlere dayalı olduğunu doğruluyor. 

Üniversite eğitimini fizik üzerine yapmış olmasına karşın doktorasını siyaset felsefesinde tamamlayıp piyasada itibarlı bir düşünce kuruluşunda (think-tank) çalışsa da bir şeyler eksik kalıyor. Çok uzun sürmeyen bu iş organizasyonu ve danışmanlıktan sonra romantik bir yeni karar alma ağır basıyor. Gençlik yıllarında komünde geçirdiği yıllardaki yaşantıdan edindiği deneyim ve beceriler onu el emeğine dayalı bir işin başına taşıyor: motosiklet tamirciliği. Elin parasının peşinde koşturmaktansa kendi elinin becerisine sarılarak tamirciliğe yönelmek günümüz açısından bir cesur atılım sayılabilir. Crawford sıradan bir tamirci olarak kalsaydı yakın çevresi dışında kimsenin haberinde olmayacaktı elbette. El beynin uzantısıdır ilkesinden hareketle Crawford tamircilik yanında yaşadıklarını yazmaya hevesli biriymiş ki burada da başarılı olmuş. Bir dergide yazı yazmaya başlamış ve kısa zamanda geniş bir okur kitlesi edinmiş. Bir motosiklet tamircisinin bu dikkat çekici yönü yerel bir üniversitenin dikkatini çekmiş ve onu misafir öğretim üyesi olarak davet edip ona ders de vermişler. Crawford da bu deneyimlerinin verimini iki tane kitapla taçlandırmış. Biri bizim elimizdeki Eşyanın Dilinden Anlamak [2009]. Şirket mantığının bürokratik cenderesi yerine eşyayla elin ve bir bütün olarak bedenin temasına dayalı işlerin kendini özgürleştirmenin bir yolu olduğunu daha iyi anlamış oluyoruz bu kitapta anlatılanları dikkate alınca. 

Crawford’un iddiası, en kısa ifadeyle, insanın el emeğini bir zanaat üzerinden faal kılması onun dünya kavrayışını, ruhsal sağlığını, iletişimsel becerisini, umut duygularını daima güçlendirecektir. Çünkü insan böyle bir uğraşıyla, öncelikle kendi zihninin dışına çıkar, ki kendi zihnine gömülmek her açıdan sağlıksızlık ortaya çıkaracaktır. Eşyaların ve makinelerin tamiriyle uğraşmak onların işleyişini tanımak, kişiye kendi kurallarını koymadığı bir dünyanın işleyişini kavratacaktır; böyle bir işleyişi tanımak gücünün sınırını bilmeye götürür kişiyi ki bu kibrin ve hadsizliğin törpülenmesi olarak kişiye yararlı olacak bir şeydir. Bu yüzden el becerisine dayalı bir mesleğin kişiye verdiği entelektüel bilgi öncelikle içinde bulunduğu sistemi anlaşılır kılarak kendini de sakin, huzurlu ve ağırbaşlı bir konuma çekmeye yardımcı olmasıdır. Ayrıca el emeğine dayalı bir meslek kişiye kendi değerini ispatlayabilme olanağı sunar.

Yaşadığımız zamana dair bir gözlemi var Crawford’un, artık endüstriyel üretim, ürettiklerinin bilgisini mümkün olduğunca kullanıcıdan gizlemeye çalışıyor. Okullar da artık öğrencilerin el becerisinin gelişimiyle neredeyse hiç ilgilenmiyor ve bütün motivasyonları öğrencilerin “zihin emekçisi” olacak şekilde yetiştirme gayretinde. Bir eşyalar dünyasında yaşıyorsak da üretimcilerin mümkün olduğunca “işleyişi gizleme” yönelimi, tamirat yerine yenisiyle değiştirme anlayışıyla ilişkili. Sadece ev aletleri değil, arabalar da içi açılıp incelenemeyecek şekilde sarılıp sarmalanmış vaziyette oluyor. Bir zamanlar insanlar eşyalarıyla daha yakından ve kişisel bir bağımlılık içerisindeyken şimdilerde çok daha edilgen bir vaziyette onlarla karşılaşıyor. Tamir yerine yenisiyle değiştirme anlayışı aslında bütün sistemin kritik bir eğilimini bize sunar. Etrafımızdaki eşyalarla, makinelerle bu kadar yakınken uzak kalmak temel becerilerin gelişmesinin de engelidir; bu maddi gerçekliğin git gide kaybolduğu yaşam tarzı, zahmetsizce tüketime yönelmeye neden oluyor. Eşyaların Dilinden Anlamak baştan sona işte bu tamir deneyimi üzerine odaklanıyor. Tamiratın sadece bir eşyayla ilgili olmadığını, psikolojik ve felsefi bir boyutu olduğunu da muntazam bir şekilde anlatmış da oluyor.

Sürekli olarak “zihinlerimizi geliştirmek” odaklı yaşıyoruz ancak el ile iş yapmanın geri çekilmesi karşılığında. Bu ise önemli bir zaaf yaratıyor; insanın yeterlilik ve faillik duygusunun kaybolmasına çünkü zihnin tasavvurları ile elin dokunsal gerçekliği arasında bambaşka kazanımlar söz konusudur. İlginç şekilde şimdiye kadar zihinsel emeğin yüceltilmesine karşılık el emeğinin küçümsendiğine şahit olmuşuzdur çokça. İnsanlığın geniş tarihinde de bu böyledir çoğu kez. Bu anlayış temelde bir eksik bakıştan kaynaklanır; Marx’ın “yaparlar ama bilmezler” ifadesinde de karşılık görür hatta, pratik eylemin teoriden kopuk olduğu düşüncesidir bu. Teorinin imgeleminde bir pratik tahayyül edilir ama bu yiyecek düşünmenin karın doyurmaması gibidir; pratik ise daima soyutlamadan uzak kalmış olmakla suçlansa da her pratiğin aslında bir teorisi vardır, eyleyen de bu teoriden muaf değildir. Ancak el becerisi de bütün beceriler gibi zamanla kazanılır ve onun teorisi de bu mesaidedir. Ustalığın dili söz ile anlatılamasa bile iş başında konuşabilmesidir.

Eğitimde el becerisinin ortadan kaybolmasını da masum bir ihmal olarak veya gözden kaçan bir zaaf olarak almamak gerekir. Burada sistemli bir hasır altı etme operasyonu söz konusudur çünkü tamirat ve el işçiliğinin günlük hayattan çekilmesi tüketim odaklı biçimlenmiş bir hayatın içindedir. Ortadan çekilen sadece bir “kendine yetme” becerisi değil ki aynı paralelde işleyen zekanın da kaybolduğu ortada. Gençlerin evdeki basit musluk tamirini bile yapamayışı, eşyaların işlevleriyle ilgili bilgisizlik yanında bütünsel işleyişin bilgisinden de mahrum olmalarına neden oluyor. Örgü örerek kendi kazağını üreten biri tutumluluk bir tarafa, kendi becerisini görebilme, ortaya bir ürün/eser çıkarabilme ve özyeterliliğini tanıma imkanı bulacaktır. Kendi işlerini halledememe faillik duygusunun kaybına yol açar ki bu da yaşamın tamamen gayrişahsi güçler tarafından düzenlendiği, yönlendirildiği algısını güçlendirerek bariz bir sinizme kapı aralar. Gücünün seviyesini bilemeyeceğimiz tasarımcılara karşı eylem üretmek pek “akıl kârı” gözükmez o zaman. İnsanın etrafındaki eşyaları tanımayışı aynı zamanda aptallığımızı da arttıracaktır çünkü zeka dediğimiz şey, insanın öteki insanlar ve çevresiyle kurduğu ilişkiden başka bir şey değildir. Bizde bir laf vardı eskiden “zanaat/sanat altın bileziktir”; bu yalnızca geçimsel bir değer üretme anlamında sınırlandırılmamalı, aynı zamanda yaşamsal ve zihinsel bir değer üretimi bir arada gelişir, bir işe yaramak, bir baltaya sap olmak her ne kadar sonuca odaklı yönelimleri çağırsa da işleyen elin beynin bir uzantısı olarak görülmesi buradaki vurgunun önemini görür. Gerçekten de el beynin uzantısıdır ve karşılıklı bir diyalektik işleyiş ile maluldür. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki el, düşünür.

Ellerin Ustalığı (Wisdom of the Hands) kitabında Doug Stowe şunları yazmış: “Çocuklar, okullarda sunulan yapay öğretim ortamlarının ne denli uyduruk olduğunun farkındadır ve derse pürdikkat katılım göstermeye tenezzül bile etmiyorlar. Ellerimizi kullanarak öğrenmeye imkan tanınmadığında, dünya bizim için soyut ve uzak bir yer olarak kalıyor.”[2] İnsan bir fail olarak iş ürettiğinde, sadece içinde bulunduğu dünyayı değiştirmez, ürününde kendisini de tanır, kendisini de değiştirir; Marx’ın emek ile ilgili en önemli vurgusu da buradadır. Onun günün birinde “aklı başına gelecek” bir sınıf olarak proletarya fikri, tam da dünyayı tanıdığı ölçüde kendini de tanıyacak bir sınıf olmasından, üretimin faili olmasından kaynaklanır. İnsan yaptığı üretimle kendi gerçekliğini görür, kendi öznel konumu ile dünyanın nesnel konumunu tanır. İnsan elinden çıkma bir dünyanın insana verdikleri hakkında H.Arendt de çok laf eder İnsanlık Durumu adlı kitabında. İnsan elinden çıkma eşyalar dünyaya aşinalık kazandırır, hem insanlar arasında hem de insanlar ile eşya arasında bir etkileşim ve alışkanlık yaratır: “İnsani dünyanın gerçekliği ve inanılırlığı esas olarak, onları üretmiş olan etkinlikten daha kalıcı, hatta potansiyel olarak faillerinin yaşamlarından bile daha kalıcı şeylere çevrelenmiş oluşumuza dayanır.” Teknolojinin gelişimi ise insanın dünyaya dokunuşunu engeller hale gelmiştir; aletler insanın uzantısı olarak işlevselken teknoloji, insanın uzantısı bir alet olmaktan öte bir anlam kazanmıştır; hatta insanı kendi uzantısı haline getirmeye başlamıştır. İşte burada psikolojik bir gözlemi de işin içine katmalı belki de. Çevresiyle ve eşyalarla eylemsel olarak daha çok haşır neşir insanlardaki sükunet ve kavrayış, teknoloji devrinde narsizm hezeyanı ile maluldür. Narsizm büyüsel düşünüş evresinin bir psikolojisi olarak kavranmalıdır ki adı bile mitolojiden gelir malum. Şu halde teknoloji, el emeğinin dünyayı tanırlığından eşya ile mesafeli duruşa bir geçiş anlamına gelmiştir. Crawford’un harika ifadesini alıntılarsak: “Nesnelerle kurduğu ilişkide gerçek idrake dayalı, daha sağlam bir hakimiyet sergiler. Tam da bu sebepten, tamircinin yaptığı iş, modern kültüre nüfuz etmiş olan kolay hakimiyet fantazisini terbiye etmiş olur. Tamirci, başladığı her işte önce kendi zihninin dışına çıkar ve dikkatini şeylere yöneltir.”[3]

Antik dönem komedi yazarı Aristophanes, Bulutlar adlı komedisinde Sokrates gibi aylakça dolaşıp felsefi spekülasyon yapanlara çatar ve “düşünce deposu” anlamına gelen phrontisterion kavramını uydurur. Her şeyi kafasında gerçekleştiren filozofçuluk da bir yere kadar demeye getirir. Sokrates’in öğrencisi olmak isteyen Müstakbel Öğrenci, asılı bir sepetin içinde oturan Sokrates’e sorar: “Ne halt ediyorsun öyle yukarıda?”, Sokrates, “Havada süzülerek Güneş’i düşünüyorum” der, niçin yerden bakmadığını soran öğrenciye, “Yerde dursaydım, yeryüzü düşüncemin şerbetini emerdi, yerden bakıyor olsam yukarılara keşif yapamazdım” der. Sokrates elbette kendi durumunu haklılaştıracak bir mantık üretir ve günlük işlerin kendisini engellediğine vardırır işi, ancak insanlık tarihi bize pek de öyle olmadığını da düşündürür. “Alet işler, el övünür” der bir atasözü, aleti kullanan da eldir bunu da görmek gerekir.

Bu mevzuya devam edeceğiz.


[1] Crawford, M. (2019). Eşyanın Dilinden Anlamak: Emeğin Değeri ve Anlamı Üzerine Felsefi Bir Tartışma, Çeviren: Banu Karakaş, İstanbul: Metropolis Yayıncılık.

[2] Aktaran Crawford, s.23

[3] Crawford, s.28.

mobil porno izle takipci33.com