arama

Kurumların Sosyal Gerçekliğine İlişkisel Realist Bir Yaklaşım

Özgür ELİBOL
Kurumların ontolojik pozisyonunun işlevlere hapsedilemeyeceğini söyleyebiliriz. Bu onları basit aygıt benzeri algılanmasına yol açabileceği gibi, analitik olarak yanlıştır. Hakeza, işlev bir amacı olması hasebiyle eylemliliğe uygulanabilir.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Özgür Elibol Özgür Elibol
  • 1 Star
    Loading...

 

Bu metin Vefa Saygın Öğütle’nin Kurumların Sosyal Gerçekliği[1] kitabının bir incelemesidir.

F. Vandenberghe, Alman Sosyolojisinin Felsefi Tarihi[2] adlı eserinde “korelasyon ile kanıtlamayı birbirine karıştıran ve önceden yaşananlara asla güvenmeksizin regresyon analizine girişen empirist-pozitivistlerin yetiştirdiği ana akım bir sosyolog olarak, daima onların oyuncaklarını parçalayacak felsefi çekici aradım. Ve bu çekici nihayet eleştirel realizmde buldum” der. Ben de, bilim felsefesi üzerine okuduğum dönemde, daha ziyade yapısalcı açıklamalara meyletmişken, hermeneutik ve pozitivizm ile tartışmaların belli noktalarda tıkandığını hissederdim. Sorularımın sıkı bir örgüye döndüğü noktada, yumağı çözecek ipin uçlarını, Roy Bhaskar’ın kavramları ve açıklamalarında buldum.

Bhaskar’ın Türkçedeki ilk eseri Naturalizmin Olanaklılığı[3] adıyla çevrilen eseridir. Devrimsel eseri A Realist Theory of Science’ta[4] açıkladığı pozitivist ve Kantçı bilgi kuramlarını eleştirerek geliştirdiği ve özellikle doğa bilimlerinde eleştirel realist bilim felsefesinin açıklandığı transandantal realizmden sonra, toplum bilimlerinde pozitivizm ve hermeneutik yaklaşımlar ötesinde natüralist bir bilim kavrayışını açıkladığı bu eseri Vefa Saygın Öğütle çevirmişti. Öğütle’nin çalışmalarını bu aşamadan sonra izlemeye başlamıştım.

Kurumların Sosyal Gerçekliği, İlişkisel Realist Bir Yaklaşım, sosyal bilim alanını, akademi kurumu içinde bir özdüşünüme çağıran, bunun imkanlarını açıklayan eleştirel realist bir metin. Öğütle, sosyolojinin tarihsel macerasını açıklayarak işe başlıyor. Alanın kendine özgülükleri ve “adına yaraşır bir sosyolojinin” ayrım noktalarını açıklıyor. Kurumsal bir etik yaklaşımı ifade eden özdüşünümsellik anlayışının ifadesi ile devam ediyor. Sonra kurumlardan bahsederken ne anlamamız ve ne anlamamamız gerektiğini belirtiyor, kurum üzerinde sosyal ontolojik bir soruşturma yapıyor. Sosyal kurum hakkında bazı yanıltıcı yaklaşımlara değinip, indirgenemezliği, normlar ve yapılarla ilişkisine değindikten sonra ilişkisel realist bir ontoloji açıklamasına girişiyor.

Öğütle, ilk bölümde sosyolojinin kendi devrimini yaparak bir bilim olarak ortaya çıkış hikayesini anlatarak bu macerada kuramsal kampları tasnif ediyor. Bu sayede bir bilim ve bir kültür olarak var olabilecek bir sosyolojinin ana hatlarının çizilmesi söz konusu oluyor.

Modernitenin devrimsel çıkışının oluşturduğu koşullar sosyolojinin de doğmasını da sağlamıştır. “[Y]eni doğan bir bilim olarak sosyolojinin temel görevi, iki tür özerklik arasındaki, yani öznenin özerkliği ile nesnenin özerkliği arasındaki bağlantıyı kavramak, kavramsallaştırmak ve açıklamak oldu ki bu tam da çağdaş sosyoloji teorilerinde hala varlığını sürdürüyor olup fail yapı sorunsalı şeklinde temalaştırılmış bir husustur.” (s. 19). O dönemde toplumu açıklamayı ve dönüştürmeyi amaçlayan düşünürlerin bu çerçeveleri ele almış olduğu açıktır. Bu durum, sosyoloji için bilim olmak ve bir “teknoloji” olmak arasında gerilim oluşturmuş olması da anlaşılır.

Sosyoloji her ne kadar ilk modernite (Aydınlanma) ile birlikte doğmuş ise de, Aydınlanma eleştirisi ile gelişmiştir. Bir yanda kuruculuk atfedilen Durkheim, öte yanda Alman anti-kapitalist romantizm tarafında Simmel, Marx ve bunlardan farklı bir pozisyonda yer alan Weber kurucular arasında sayılabilir. Öğütle, bu eğilimin sanat akımlarıyla da izinin sürülebileceği, meta-düşünce alanları olarak ele alınabilecek, verimli bir ufuk açıyor ve bu Aydınlanma berisinde ve ötesinde süren tartışmanın, klasik ve romantik düşünsel tahayyülerle ilişkisine dikkat çekiyor. İnsan düşüncesinden ve hatta insandan bağımsız, güçlere, potansiyellere sahip bir dünya kabülüne dayanan realizm ile sosyal dünyada bireyler olduğunu, sosyal şeylerin ise ilişkilere verilen adlardan ibaret olduğunu savunan karşıt düşünce olarak nominalizm ayrımını bu tartışmalarla ilişkilendirebiliriz. Öğütle, kesin sınırlar çizmenin yanlışlığını vurgulayarak realizmle klasisizm ve nominalizmle romantizm yatkınlığına işaret ediyor.  Bu, sosyoloji alanının tercih yapması gereken bir düalizme çağrı değil, bilakis bir arada verimlilikleri ile birlikte ele alması gerekir. “Sadece romantizme saplanıp kalmış bir bilme etkinliğinin nasıl ezoterizm ve obskürantizmle, saf irrasyonalizmle, mistisizmle ve muhtelif tözcülük biçimleriyle malul olduğunu ve muhtelif totaliteryanizmlere nasıl zihni payanda olabildiğini sosyal düşünce tarihinden ve pek tabii günümüzdeki tartışmalardan biliyoruz. Nitekim sadece klasisizme saplanıp kalmış bir bilim tanımının da nasıl sosyolojinin bir teknolojiye, iktidar tekniğine indirgenmesiyle sonuçlandığını ve ancak 1970’lerdeki eleştirel, anti-pozitivist uyanışla birlikte, bu kadim paradoksal pozisyonda mukim temeların yeşerebildiğini göreceğiz.” (s. 23).

Sosyolojinin bilim olması, Antik Yunan’dan ilk moderniteye kadar olan dönemle sınırlanabilecek, bilim öncesi evredir. Bilim olmanın spesifik kriterlerinden söz edemeyeceğimiz bu dönemi Öğütle, “toplum felsefesi” olarak adlandırıyor. Bilim olmanın kriterleri olarak ise birincisi, bilim olarak sosyolojinin tarih öncesi, bilim nesnesi olarak sosyal yapıların nesnel incelenmesi vukfu ve buna yönelik metodolojik prokollerin tartışılmasıdır. Bu Durkheim ile başlamıştır. İkincisi, “sosyal sorun”un idrakidir. Sosyoloji özellikle iki sorun; sosyal bütünleşme ve gelişme etrafında gelişmiş, yeni dönemin sorunları ile tartışma alanı genişlemektedir.  Üçüncüsü, bireylerin bir aradalığından farklı bir organizma olarak sosyalin kabul edilmesidir. Her ne kadar, bilim öncesini karakterize eden “aklın belirleyiciliği”, verili ve bir insan doğası ile ifade edilebilecek bireylerin sözleşmesinin ifadesi olarak toplum algısını ifade eden “sözleşmenin bağlayıcılığı”, klasik liberal iktisadın çıkarları peşinde koşan bireyin doğal uyumluluğunun ifadesi olan “ekonomik çıkarların uyumu” ve Aristoteles’ten beri gelen teleolojide ifade bulan çizgisel tarih tahayyülünün ifadesi olan “sınırsız ilerleme” fikirleri olsa da bunlar bilim olma aşamasından sonra kurtulunmuş kavrayışlar da değildir. Bilim olarak sosyoloji, bunlarla tartışma halindedir ve bu ortakduyudan kopuşu ifade etmektedir. Şunu da unutmamak gerekir ki bugünün kurumlarında bilim insanı olmak, doğrudan o bilim insanını bilim öncesi kavrayış ve pratikten kopar(a)mıyor. Öğütle, bu sorunu metnin ilerleyen kısımlarında sosyal psikolojik sapmaya karşı uyararak tartışıyor. Alanın epistemolojik kopuşu psikolojik bir deneyim değildir.

Öğütle, bilim olarak sosyolojinin kavrayışının şunları içerdiğini söyler; (i) birey sosyalin ürünüdür, evrensel insan doğası kavrayışına yer yoktur (Biyolojik insan başka bir alanın inceleme nesnesidir).  (ii) Sosyolojide toplum öncesi bir birey tasarımının yeri yoktur. (iii) Sosyoloji sosyal değişimle doğrudan ilgili olsa da, toplumların bir telosa doğru ilerleme fikrini reddeder. (iv) Tüm bu bilimsellik vurgusu, bir duygusal nötrlüğü ifade etmez. Adeta (yabancılaşma bahsinde olduğu gibi) ıstıraplarla deneyimlenen modernitenin sorunları, açıklaması nasıl olursa olsun sosyolojinin doğduğu zemindir. “İçindeki ütopik vizyonu yitirdiğinde, bir teknolojiye dönüşür.” (s.30). Sosyologun çalışma alanının değer ve kültür alanına tabiliği, kitapta detaylı olarak ele alınan özdüşünümselliğin temellerindendir. Ne var ki, sosyoloji ve bu kitabın konusu olan akademi kurumunun araçsal ele alınışı başka bir boyut olarak söz konusudur. (v) Sosyoloji, kendiliğinden düzen anlayışını reddeder. Faillik kavrayışı, sosyal bilimlerde reddedilmez önemdedir. Sonuçlarından bağımsız, amaçlı insan eylemi olmaksızın sosyal şeyler de olmazdı.

Öğütle, 19. yy ile birlikte, Anglosakson sosyal bilim dünyasında yaygınlaşmış olan pozitivizme üç büyük itirazdan bahseder. Bunlar hermeneutik, yapısalcılık ve Batı Marksizmidir. Özellikle bu bölümdeki ele alışı, metodolojik çoğulculuk örneği olarak önerebilirim. Bu yaklaşım, Simmel, Marx, Bourdieu, Bhaskar gibi kafa açıcı büyük zihinlerin açıklama tarzlarıdır. Bir mutlaklık olarak ele alınması bir göreciliğe yol açabilse de, farklı açıklama tarzlarının verimini süzmenin yegane yoludur. Ancak bu sayede gerek adına yaraşır bir metateori ve bilimsel ufuk mümkün olabilir. Bu kesinlikle verimsiz bir eklektizm ile karıştırılmamalıdır. Eleştirisi yapılan alanın verimi ve sınırlarını doğru çizmeye dayanır. Bu sayede, belli sistemetik düşünüşler, belli kalıplara indirgenmemiş olur, yerli yerine oturtulur. Kısaca bu itirazların vukufları ve sınırlarından bahsedersek:

Hermeneutik yaklaşımın tutulacak yönleri;

– “fenomolojik yaşantının nörobiyolojik süreçlere indirgenemezliği üzerindeki ısrar”,

– “konumuz özelinde kurumsal etkinliğin, yapıp ettikleri şeylere dair bir kavrayışa sahip olan failler tarafından girişilmediği müddetçe vukû bulamayacağı fikri” (burası özdüşünümselliğin sosyolojik olarak kurucu etkisinin çıkış noktasıdır),

– naif nesnelciliğe karşı Marksist ideoloji eleştirisiyle uyuşması,

Hermeneutiğin açmazları;

– dili ontolojikleştirir, anlamaya ulaşma yöntemini gerçeklikle karıştırır, dilsel idealizme teslim olur,

– sosyal hayatın kültür dünyasından ibaret olmadığını kavrayamaz.

Yapısalcı yaklaşımın tutulacak yönleri;

– empirizm karşıtlığından gelen, sahte evrenselliklere karşı, atomcu kavrayışlara karşı, bütünlük anlayışı, parçalar bütünlük içinde analiz edilmelidir.

– yapı kavrayışı bir yönüyle empirik gerçekliğin arkasında yapı aramayı önerir. Bu katmanlı bir ontolojiye kesin olarak varmasa da, bunun konuşuludur.

– Birey öznenin reddi. Bu atomcu bireycilikten sosyal ontolojik kavrayışa varmak için gereklidir.

Yapısalcılığın açmazları;

– Yapı kavramının farklı ele alınışları söz konusudur (mantıksal sistem, bilişsel sistem, anlam sistemleri). Bunlara göre yapısal bütünlükler zihinsel bir mahiyettedir. Bu mahiyetteki sapmalar, yapısalcılığın nedesellik karşıtı bir pozisyona evrilmesine yol açmıştır. Yapısalcı eğlimler, eleştirel realizmin ontolojik devriminden ve yapıları gerektiğinde zorunlu içsel ilişkiler olarak görmedikleri için fenomenler, değişimler, dönüşümlerin olumsallaştığı bir algıya hapsolur. Daha rafine formları, nedensel analizi sonuçtan itibaren kurmaya çalışır.

– Yapıları izomorf olarak gördükleri için zihinsel yapılar ile sosyal yapılar arasında mütekabiliyet arar.

– Yapısalcı Marksizmin bu özelliklerden mülhem, sınıfın ilişkisel ve olumsal olarak kurulması sürecinden ziyade, üretim tarzına ve buna bağımlı daraltılmış bir ilişki anlayışına yönelmesi.

Batı Marksizminin etkileri:

– Marx’ın eserlerinin alışılageldik olandan farklı bu okumaları, onun altında yatan bilgi teorisinin ve eserindeki sosyal bilimsel yöntemin ortaya çıkarılmasına yönelik olmuş, bu durumun sosyolojik düşünce ile karşılıklı zenginleştirici bir ilişki kurmasını sağlamıştır.

– İdeolojiye, onun nesnel gerçeklik olarak önemine yönelik çalışmaları vukuf artırıcı olmuştur,

– Bir alan olarak Marksizmin kendine özdüşünümsellik, sosyal bilimlerin bu yönde uyanışını teşvik etmiştir.

Öğütle, çalışmasında detaylandırdığı bu vurgularının yanısıra verim ve açmazları ile Frankfurt Okulu ve İngiliz Marksist tarihçilerini özel olarak ele alıyor ve peşinden sosyal kurumdan bahsederken ne anlamamız gerektiği hakkında konuşmaya başlıyor.

Kurum Denince…

Spesifik olarak üretilmiş kavramlar dışında günlük dilde yaygın olarak kullanılan terimlerin kuramsal incelemede ele alınışlarındaki karışıklık, haliyle kurum kavramında da var. İnsanlar tarafından kurulan, oluşturulan tanımlı bir araya gelişler, örneğin aile kurumu, (müessese) ortkalıklar gibi ilişki sistematiği olarak para veya devlet kurumları, genel kurum algımızı oluşturur. Öncelikle anlıyoruz ki yapı ve kurum kavramlarını birbirinden ayırmak gerekli. Öğütle, öncelikle (içeriden) bilim kurumu üzerinde düşünerek bu izi sürüyor ve kurumlar üzerine düşünmenin özdüşünümsel yanına dikkat çekiyor: “Bir sosyal bilimci kurumlar üzerine düşünmeye başladığında, bizzat kendi etkinliği üzerinde de düşünmekte olduğunu er geç fark eder.” (Öğütle, s. 64). Buna bir meslek erbabı ve kurumun parçası olarak sosyologun iç soruşturması da dahildir: “Böylelikle sosyal bilimci sosyal kurumları bizzat kendinden doğru tanımaya, kendinden bilmeye başlar” (s. 64). Bu özdüşünümsel tavrı Marx’ta ([kurumlaşmış] Fransız materyalistler ile sol Hegelcilere tavır), Bourdieu’da (akademi analizleri) ve Bhaskar’da (sosyal bilimcinin sosyal ürün olmaklığı) görmekteyiz.

Öğütle’nin bilimsel kurumlarla ilgili, kurumsal özerklik vurgusu atlanmamalı. Kurumun özerkliği ile bilişsel özerklik arasında doğrudan bağ vardır. Üst kurumlara bu anlamda bağımlı bir kurumun, düşünsel paradigmalarda ısrarı, bu konudaki düşünsel devinime müdahale etmesi bilimsel üretime müdahale anlamına gelir. Ayrıca bilinir ki, bu kurumların mutlak bir özerkliğinden de söz edilemez: “Öyleyse özerklik, belki saf anlamıyla asla ulaşılamayacak olan ama ulaşmaya dönük kolektif çabanın mesleki etkinliğin etik temelini teşkil ettiği bir değerdir” (s. 69).

Sosyal yapılar, bütünlük anlayışı içinde kurumların cisimleşmesinde sistematik etkide bulunur. Bu bilim kurumları için de geçerlidir. Egemen devlet ideolojisinin, cinsiyetçi eğilimlerin kurumlar üzerindeki etkisi gibi.

Kurumlar konusunda akılda tutmamız gereken temel konulardan birisi, kurumların bireylere indirgenemez oluşudur. Biliyoruz ki, toplum basitçe bireyler toplamı değildir, niyetli birey eylemleri toplumu kurar ama bu niyetlerden bağımsız, kendi başına bir gerçeklik olarak ele alabileceğimiz bir şey ortaya çıkar.

Tanımlanmış kurallar bütünü olarak normlar, kurumlarla doğrudan ilgili bir konu. Kurumlar normları içerir, ancak bu normların kurumların sosyal ontolojisini belirlediğini söyleyemeyiz. Bunu çeşitli kurumlar açısından fenomenler olarak gözlememiz mümkün. Failler her ne kadar normları tanısa da, eylemlerine etkileyen cisimleşmiş bireysellikleri, üst düzey yapıların belirleyiciliğini hesaba katmak zorundayız. Sosyal kurumlar demektir ki, pratikleri de içerir. Ancak kurumların sosyal ontolojisini pratikler belirlemez. Zira yapılarla failliğin ontolojik olarak indirgenemez pozisyonu kurumlar için de geçerlidir.

Peki kurumların sosyal analizini işlevleri temelinde yapmak ne derece meşrudur? Öğütle, işlevler üzerinden analize karşı bir dizi argüman geliştirir. Kurumların ontolojik pozisyonunun işlevlere hapsedilemeyeceğini söyleyebiliriz. Bu onları basit aygıt benzeri algılanmasına yol açabileceği gibi, analitik olarak yanlıştır. Hakeza, işlev bir amacı olması hasebiyle eylemliliğe uygulanabilir. Bu kurumsal kalıcılığı genelde açıklamaz. Kurumun failliği, kurumun analizinin ancak bir yönü olabilir. İşlevleri, kurumların burada ve şimdide olmalarıyla ilgiliyken onların tarihsellikleri olduğunu, faillerin norm içi ve dışı eylemlerinin kurumu yeniden ürettiği ve bir tarih zamanda var olduklarını ifade eder. Bu tarihsellik, onların işlevlerinden öte, başka meşrulaştırma süreçlerine bağlı oldukları anlamına gelir. Kurumlar birbirleriyle ilişki içindedir, kurum içi ve dışı çatışmalar ile var olabilir. Öğütle, egemen kurum görüşünün işlevselci nitelikte olduğu belirtir, “ve bu durumda, kurumların sosyal ontolojisine ilişkin teorik bir girişimin neden işlevselci doğum lekelerini kazıyarak işe başlaması gerektiği de daha anlaşılır hale gelir” (s. 90).

Sosyal kurum ve sosyal yapı farklı kavramlardır, bunu özellikle faillikle ilişkilerinde kavrarız. Faillerin kurumlara angajmanı bir farkındalık içinde, düzenli yinelemelerle, süreliklilikle, teşvik ve pekiştirme ile ve normlar ve iç pratikler ile aşinalık ile elde edilen bir alışkanlık şeklinde olurken, yapılarda bu durum belli ilişkiler içinde olmakla söz konusudur. Açığa çıkma zaman zaman kimlik şeklinde tanınma talebiyle veya sınıf kurma örneğindeki gibi olur.

Kurumların İlişkisel Realist Ontolojisine Gelince…

“Pierre Bourdieu’nun veciz formülasyonuyla ifade edersem, sosyal tarih aynı anda iki yerde birden cisimleşir: kurumlarda ve bedenlerde” (s. 97). Öğütle, Durkheim ve sosyal tarihin bedende cisimleşmesi bahsinde, Mauss ve Halbwachs üzerinden Bourdieu’da nihai haline gelen habitus kavramına varıyor. Habitus, bedensel teknikler (pratikler) ve anlamlar, inançlar, davranış kalıpları, beğenileri içeren zihinsel şemalardan oluşur: “Habitus, kurumla karşılıklı ilişki içerisinde, kurumun koşullandırdığı ama aynı zamanda kurumu meşrulaştıran ve birey faillerde doğurgan kapasiteler olarak tezahür eden bir bedenleşmiş yatkınlıklar sistemidir” (s.107).

Kurumlarda cisimleşme konusunda Öğütle, kurumların özdüşünümsel kavranışı konusundaki verimleri yanında, Marksizmde kurumlara yönelik iki başarısız tezi açıklıyor. Bunlardan ilki gölge-fenomen tezi olarak adlandırdığı, Marx’ın etkileyici temel altyapı-üstyapı şemasının yorumlanışı ile ilgilidir. Bu tezin düşünsel izleği özellikle devlet konusunda “kısa devre” yapmıştır. Devlet iktidarı ve devlet aygıtını birbirinden ayırma formülünde, aygıt algısı devleti egemen sınıfın elindeki araca indirgeyen bir gölge fenomenden öteye götürmez. İkinci tez ise, Althusser’in aygıt tezidir. Baskı aygıtı teorisini kabul eden Althusser, buna ideolojik aygıtları ekler. Bu kavrayışta, ideoloji aygıtın işleyiş mekanizması olmaktan çıkarak, aygıt ideolojinin işleyiş mekanizmasına dönüşür. Ayrıca, Althusser, “ideolojilerin tarihi yoktur” diyerek onu tarihsel değil bir tür yapısal, bir tür psikanaliz yorumuna dayandırarak zihnin işleyişine dair olduğunu savunur. Bu tez de, ilki gibi işlevselcidir. Althusser, ayrıca pratiği, ideoloji aracılığıyla ideolojinin içine yerleştirme iddiasıyla, pratiği tamamen yapısal düşünsel sisteme yedirir. Bu, niyetli insan eylemi dahil, insanı analizden tamamen çıkartmak ve tarihin öznel pozisyonları belirlediği tarihselci pozisyondan kaçmak için başvurduğu abartılı bir yorumdur.

Öğütle, gölge fenomen ve aygıt tezlerini sırasıyla Marksizmin pozitivist ve yapısalcı yorumlarının başarısızlıkları olarak belirtir. Buna karşın, Marx’ın sömürü tezi bir realist toplumsal mekanizma kavrayışıdır. Bilindiği gibi, eleştirel realizmin ontoloji kavrayışı reel, aktüel ve empirik düzeyler ayrımı yapar. Öğütle, özellikle yapısalcı Marksist ekolün marifetiyle geliştirilen üç farklı soyutlama düzeyi olan, üretim tarzı, toplumsal formasyon ve konjonktür analizinin, bu eleştirel realist ontolojiye uygun olarak, kurumları sosyal yapı ve faillik ile ontolojik dolayımında kavramsallaştırma konusunda ilham verici olduğunu teslim eder. Öğütle, Marksizmin bu yorumu ile tartışma içindeki, İngiliz tarihçi Thompson’un Marksizm içinde kabul gören sınıf yapısı anlayışı yanında, sömürü ilişkilerinin deneyimlenme biçimleri ile cisimleşen dolayımı analize katmasının önemini de teslim eder.

Uzam (alan[5]) olarak kurumlar

“Kurum bir zemindir ilk olarak, somut sosyal nedenlenmenin, yapıların ortak belirleniminin üzerinde vuku bulduğu bir zemin” (s. 118). Eleştirel realist ontolojinin reel düzeyi, yapılar ve mekanizmaların düzeyidir. Kurumlar, bunların somutlaştığı zeminlerdir. Devlete ilişkin çalışmamda[6] devletin yapı, alan ve fail olarak ele alınması gerektiğini açıklamıştım. Kurumlar benzer şekilde yapıların faaliyet gösterdiği alandır. Faillerin ilişki ve mücadele alanıdır ve kendi failliğinden söz edilir. Bu kurum failliği, birey failliğine indirgenemez.

Öğütle, bu noktada ufuk açıcı bir kuramsal ayrım yapıyor; kurumun uzamsallığını topos ve locus olarak ayırıyor. Topos, zamanın daha geniş ele alındığı, analizde yapı-kurum ilişkisine götüren yayılımı ifade ederken, locus, daha dar olarak, kurum-faillik ilişkisine odaklanan yoğunlaşmayı ifade ediyor. Bu bahiste Öğütle’nin Bhaskar’ın reel-somut-empirik tabakalaşmasına, Bourdieu’nun kullandığı haliyle habitus’u somut düzeyinde yer alacak şeklinde eklemesi şeklindeki revizyon önerisini vurgulamak gerekli; sosyal yapılar ve mekanizmalar reel düzeyde, habitus ve sosyal kurumlar, somut düzeyde, deneyimler ve faillik ilse empirik düzeyde ele alınır. Öğütle, metninde bunun çok verimli içerimlerini ve örneklerini izah ediyor.

Faillik, kurum içi ve kurum dışı…

Kurumların konumlarıyla, tarihleriyle ilgili olan, dahlindeki faillerin eğilimsel eylemleri, iç iktidar mücadeleleri, hiyerarşi sorunlarından bahsetmek gereklidir. Bu tip eylemler düşünümsel karaktere sahip değildir. Öğütle, dispozisyonel eylemler olarak nitelediği bu tip eylemlerin simgelerin bedenleştirilmesini de sağladığını söyüyor; “zira kurumsal pratiklerin icrası esnasında bedene dahil edilen sadece belirli tutum, alışkanlık ve teknikler değil, bedene gerçek manada yerleştirilen simgelerdir de” (s. 133).

Bu dispozisyonel eylemler, kurumun yeniden üretilmesi işlevi görürken, kurumun çatışma alanı olma özelliği, iç mücadele ve hiyararşik köşe kapma oyunlarını ve kurumlar arası dönüşümleri sağlayan stratejileri ortaya çıkarır. Diğer ilginç bir boyut ise kurumların sosyal çevreler olmasıdır.

Kurumları ayrıca dışıyla değerlendirmek gerekir. Kurumların yaptırımı (ve dolayısıyla tahakkümü), buna maruz kalanın nezdinde meşruluk taşıyorsa (ki kriz veya olağan dışı durum yoksa öyledir), burada kurum üstü ideoloji devrededir. Öğütle, kurumun görece özerkliğini kavramak için doxa, kurumun kendi dışına taşan etkisini kavramak için ise ideoloji kavramı üzerinde durmayı ve bunları birbirne karıştırmadan ve birbirlerini dışlamadan ele almak gerektiğini öneriyor.

Öğütle’nin kurumlar üzerine bu kuramsal çalışması, alan, zemin, yapı kavrayışlarını yerli yerine oturtuyor. Bunun için sosyolojinin macerası ile açtığı yolu anlattığı ilk bölümü tek başına bir başvuru kaynağı olacak nitelikte. Kurum içi ve dışı faillik ile ilgili kuramsal açılımları, işlevselci, irrealist, insan merkezci yanıltıcı ele alışlara karşı bir bakış açısı sunuyor. Türkçe yazılmış bir eleştirel realist girişim olarak, sosyal bilim ilgilileri için başucu kaynağı olacak nitelikte.

Özgür Elibol

(Temmuz 2020)


[1]     Vefa Saygın Öğütle, Kurumların Sosyal Gerçekliği, Phoenix Yay., 2020.

[2]     Frederic Vandenberghe, Alman Sosyolojisinin Felsefi Tarihi, çev. Vefa Saygın Öğütle, Ayrıntı Yay. 2016.

[3]     Roy Bhaskar, Natüralizmin Olanaklılığı, çev. Vefa Saygın Öğütle, Pratika Yay. 2013.

[4]     Roy Bhaskar, Gerçekçi Bilim Teorisi, çev. Sami Oğuz, Akılçelen Kitaplar, 2018.

[5]     Öğütle, alan kavramının Bourdieu’da bir şey mi zihinsel bir inşa mı olduğu konusunun belirsiz olduğunu, bunun Bourdieu tarafından esnek olarak ve ayrıca kurum yerine de kullanıldığını belirtir. Ben Öğütle’nin Bourdieu’daki sorun olabilecek kullanımına karşı uyarıyı dikkate alarak, “mekanizmaların etkilerinin işlerlik kazandığı bir uzam” olarak veya bu çerçevede faillerin veya kurum faillerin belli normlarda faaliyet-mücadele uzamı (arena) olarak kullanılması taraftarıyım.

[6]     Devlet Kuramı Tarışmaları https://wordpress.com/view/elefteriamanuscripts.blog, sanatvetoplum.org sitesinde seri yazılar olarak mevcut. https://sanatvetoplum.org/index.php/2019/09/22/devlet-kurami-uzerine-tartismalar-i/