“Okumak bir insanı doldurur,
konuşmak onu hazırlar,
yazmak ise olgunlaştır.”[1]
“Eğer okuduğumuz kitap bizi kafamızın ortasına inen bir yumruk gibi sarsmıyorsa, niye boşuna okuyalım ki?… Bizi mutlu etsin diye mi? Mutlu olmak için kitap okuyorsak hiç kitabımız olmasın daha iyi; bizi mutlu eden o kitapları yeri geldiğinde kendimiz bile yazabiliriz. Bizi yıkıma uğratan ve derin bir kedere boğan kitaplar okumalıyız; öyle ki bir kitap, kendimizden daha çok sevdiğimiz birinin ölümüne tanık olmuş kadar, ormana sürgün edilip herkesten uzaklaşmış kadar, bir intihar kadar etkilemeli bizi. Bir kitap, içimizdeki donmuş denizin ortasına inen bir balta olmalıdır,” sözleriyle Franz Kafka hepimize, çoğunluğun unuttuğu yazmanın sorumluluğunu hatırlatır.
Gerçekten de “Unutmamak ve unutturmamak için yazmak lazım”[2] tümcesinin sıkça anımsatılması gereken bugünlerde “Dünyada ve ülkemizde, kimi araştırmacılar, Georg Lukács’ın XIX. yüzyıl eleştirel gerçekçiliğini önemseyen anlayışına karşı, tek seçenek olarak ‘modernist’ edebiyatı, giderek omurgası kırık post-modernist edebiyatı sunuyorlar.”[3]
Meta fetişizminin hemen her şeyi teslim aldığı yabancılaşmanın orta yerinde insan(lık)dan ve toplumsallıktan uzak, tüketimi çoğaltan çok şey gibi edebiyatı da kapitalist çılgınlığa alet eden yıkım egemendir.
Gerçeklerden kopartılan edebiyatın tektipleştirilip, magazinel/ mistik saçmalıklarla değersizleştirilmesi yazmak eyleminin sorumluluğunu yeniden acil gündem maddesi kılmaktadır.
Çünkü edebiyat cephesinde yaşanmakta olan yıkım koordinatlarında “Sistem kendi yazarını, kendi eleştirmenini yaratıyor, aynı çizgiye getiriyor. Asıl olarak yaşam biçiminin her ayrıntısını belirleyen medya, edebiyatı da kanatlarının altına almıştır. Edebiyatçı da onun istediği gibi olursa var olacaktır; düzenin fermanıdır bu…”[4]
Bu “fermanı” yırtıp atarak, Gabriel García Márquez’in, “Yazmayı sürdürmek isteyen ünlü bir yazar şöhrete karşı kendisini sürekli korumalıdır,” uyarısı eşliğinde vicdan ve onur için yeniden yazmak gerekiyor.
Evet, Saltikov Şçedrin’in “Vicdan kayboldu” çığlığını yüreğinden aktarmak zorundadır günümüzün yazarı. Yazar suskunsa vay hâline dünyanın. Eksiktir ve eksik olduğu için de yanlıştır.
“Sanatın gücünü bildiğimiz içindir ki, sorumluluğumuz büyük” diyor Anna Seghers. İnsanın bulduğu, gerçeği kavratan güçlü bir makinedir yazarın elindeki. Bu makine paslanmak üzere bir köşeye bırakılabilir, oyuncak hâline de getirilebilir istenirse ama doğrusu, yakışanı, insanın bu makineyi bulma nedenine, işlevine göre kullanmasıdır. Yazar yaşamdaki değişimin nasıl olduğunu açıklamalıdır. Yazarın yapacağı şey kalmadı demek, yaşamı ve insanı yadsımaktır. Durumu saptamak, değişimi anlatmak yazarın, değişimin yasasını anlamak okuyanın gereksinimidir.
Yazara, tüketimin pompalandığı bir düzeni onaylamak ahlâksızlığı yakışmaz. Tüketmek için değil, üretmek, yaratmak için var olmuştur o…
Aziz Nesin’in, “Yazar, başta kendi olmak üzere okurlarını, kendilerini ve koşullarını değiştirmeye özendirmelidir yapıtlarıyla. Kötülüklerden sorumluyuz. Kötü bir şeyi değiştirmek zorundayız. Yazar değiştiremez, ama insanlara değiştirme isteği ve özlemi verir. Ve yazarın sorumluluğu bu,”[5] saptamasındaki üzere…
Yazmak eylemi bir itiraz alanıdır.
Çünkü O; “Memnuniyetsizliklerimizin kayda geçirilmesidir.”[6] “İnsanın çaresizliğinden ve sıkışmışlığından doğan bir şeydir.”[7]
Ve Marie-Henri Beyle Stendhal’ın, “Sokağa tutulan bir aynadır,” notunu düşerken; “Dünya, hastalığın insanla karıştığı belirtiler bütünüdür. Bu durumda, edebiyat bir sağlık girişimi olarak ortaya çıkar,”[8] ifadesiyle Gilles Deleuze’ün resmettiğidir.
İyi de yazmak dünyayı değiştirir mi?
Evet değiştirir. Çünkü nihai kertede dünyayı değiştiren fikirlerdir. Evet kitapların dönüştürücü gücü vardır. Toplumları da kitaplar dönüştürür. Mesela Charles-Louis de Secondat Montesquieu’nün ‘Kanunların Ruhu Üzerine’si;[9] Jean-Jacques Rousseau’nun ‘Toplum Sözleşmesi’;[10] Karl Marx ile V. İ. Lenin’in yapıtları büyük dönüşümlerin işaret fişeği olmamış mıdır?
Bu noktada aslolan devrimci yazın geleneğine, yaşama, insan(lık)a sahip çıkmaktır.
Unutulmamalıdır ki yazmak, yalnızca güzel söz söyleme sanatı değildir. Yazar da sadece güzel yazı yazan kişi değildir. Yazmak eylemi, siyaseti de kapsar ve yazara sorumluluk yükler…
Jean-Paul Sartre, yazarı “Çağının dünyasına sırt çevirmeyen, yaşadığı dönemin gerçeklerinden, çıkmazlarından esinlenerek tavrını ve eylemini belirleyen aydın” olarak görür. Aydının görevini de “Yazarken değiştirmek, yazarken özgürleştirmek” diye tanımlarken haksız değildir.
Çünkü yazmak eyleminin kapitalist düzeni (veya bir varyantını) savunarak kendini yadsıması onun doğasına aykırıdır. Çünkü var olanı savunmak yeni, güzel arayışının son bulmasıdır ki bu da insan(lık)ın, doğasına aykırıdır.
Yazmak eylemi insani olandır; insani olmayan, insanın gelişmesinin önünde duran değildir ve olmamalıdır da!
Yazmak eyleminin konusu insan(lık) ve yaşamdır.
Konu insan olunca, bir yazmak eylemi olarak edebiyatın tarihini de insanlık tarihi ile iç içe ele almak gerekir. Bu da edebiyatın işlevselliğini toplumsal bakış açısından değerlendirilmesini “olmazsa olmaz” kılar.
Edebiyatın hem çok katmanlı hem de çok amaçlı olması doğası gereğidir. Fransız romancısı Paul Bourget’nin deyişiyle: “Edebiyatın hizmeti medeniyetin hizmetinden aşağı kalmaz. O yalnız bir süs değil, medeniyetin ta kendisidir.”
Büyük yapıtlar hayatla bağı olan eserlerdir. Sanat-edebiyat, insan gereksinimlerini, duygu ve düşüncelerini, insanları yakından ilgilendirecek ve derinden etkileyecek biçimde sunmaktır. Bu yüzden belli bir toplumsal hayat içindeki düzen değişmesini ve gelişmesini de içerir. Sanatın bir işlevi de hayatın değişebilirliğini, güzelleştirilebilirliğini duyumsatmaktır…[11]
Jean-Paul Sartre; “İnsanın kendisi için yazması diye bir şey yoktur. Böyle bir şey tam bir bozgun olurdu” der ve ekler: “İnsan duygularını kağıt üstüne dökmekle, onlarca cansız bir uzantı sağlayabilir belki. Eğer yazar tek başına yaşasaydı, istediği kadar yazsın, yapıt hiçbir zaman bir nesne gibi ortaya çıkmayacak ve yazarın ya kalemi bırakması ya da umutsuzluğa kapılması gerekecekti. Ama yazma işleminin karşısında bir bağlaşık terim, yani okuma işlemi vardır.”
Jorge Luis Borges bu yaklaşımı pekiştirir gibidir: “Adasında yalnız yaşayan Robinson olsaydım yazmazdım” der ve “Niçin yazıyorsunuz” sorusunu; “Ben acil bir soruna, bir iç gerekliliğe cevap vermek için yazarım” diye yanıtlıyor.
Jorge Amado da hemen hemen aynı cümleyle karşılık verir böyle bir soruya ve halk için, ülkesinin gerçekliğini değiştirmeye yardımcı olmak için yazdığını söyler.[12]
Tam da bu nokta yazar için ödül, yığınlara mal olmuş yazmak eyleminin kendisidir.
“Birkaç ödül daha aldıktan sonra ödüle karşı olacağım,”[13] türünden saçmalıkları bir kenara koyarsak; yazmak eylemi, bir “ödüllendirilme”(?) edimi değildir; o, olsa olsa, bir vicdan, bilinç ve taraf olma erdemidir.
Öncelikle ifade edilmelidir ki, “Ödüller karşısındaki tutumum, ödülü veren kuruma göre değişiklik gösterse de şu kural sabit: Önemli olan bir yapıtın aldığı ödül değil, o yapıtın içeriğidir. Aldığı ödül, içeriği değiştirmez çünkü. Ödül uçar, içerik kalır. Nobel uçar, yazı kalır.”[14]
Hatırlayın, 1902’de Nobel’e aday gösterilmesine karşın geri çevrilen Lev Nikolayeviç Tolstoy’un açıklaması çok erdemli ve bilgecedir: “Nobel’in bana verilmemesine zerre kadar aldırmıyorum. Üstelik parayla uğraşmak gibi acılı bir zorunluluktan da kurtulmuş oldum. Para genellikle çok gerekli ve yararlı bir şey olarak görülür, ama bence her türlü kötülüğün kaynağıdır…”
Bir de, Nobel ödülünü reddedenler var. Jean-Paul Sartre da Nobel Edebiyat Ödülü’nü geri çeviren yazarlardan. Tüm resmi ödüllere karşı olmasını gerekçe gösteren Sartre, “Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Jean-Paul Sartre olarak değil, yalnızca Jean-Paul Sartre olarak anımsanmak istiyorum,” diyecektir.[15]
Evet, Jean-Paul Sartre, 1964’te, hiçbir kurum, dahası devletle özdeşleşmek istemediği için reddedecekti Nobel’i…
Peki, tam olarak neden geri çevirmişti Sartre pek çok yazarın “aklını başından alan”(!) bu ödülü?
Her şeyden önce, Nobel’i geri çevirirken anlık bir tepki göstermediğini, resmi ödülleri kabul etmekten her zaman kaçındığını vurguluyordu Sartre.
1945’te, II. Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra, Fransız Cumhuriyeti’nin en yüksek onur nişanı Légion d’honneur’ü de reddetmişti. Sonra, pek çok dostunun ısrarına karşın, devletçe desteklenen yükseköğrenim kurumu Collège de France’ta hocalık yapmaya da yanaşmamıştı.
“Bu tutumum, benim yazarlık anlayışımdan kaynaklanıyor” diyordu. ‘Sözcükler’in[16] yazarına göre siyasal, toplumsal ya da edebi bir tutum benimseyen bir yazar, gücünü yalnızca kendi araçlarından, yazılı sözcüklerden almalıydı. “Yazarın alacağı bütün ödüller, okurlarını, hiç de uygun görmediğim bir baskı altına sokacaktır” diye eklemeden de edemiyordu.
“Jean-Paul Sartre” imzasını atması ile “Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Jean- Paul Sartre” imzasını atması aynı şey olmayacaktı…
İsveç Akademisi’nden birilerinin yapıtlarını ödüle değer görmesi Sartre’ı pek ilgilendirmiyordu. O çoktan ödülünü almıştı bile. Onun ödülü, bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçuluğun sözcülüğünü yapmış olmanın zevki, romanları ve oyunlarıyla da dünya görüşünü çok geniş bir okur kitlesine aktardığını görmenin keyfiydi.
Gerçek olan bunlardı. Resmi ödüller, hep “Özgürlük Yolları”nı arayan Sartre’ın gözünde gerçek değildi; “onurlandırıcı” ödüllere inanmıyordu. Önemli olan, sistemden özgür, bağımsız kalmaktı.
Sartre’a göre bir yazar, bir kuruma dönüştürülmesine izin vermemeliydi. Böylesi ödüller, yazarın bağımsızlığını kısıtlar, onu kurumsallaştırırdı.
Yaşamı boyunca kuram ve eylem insanı niteliklerini birleştiren Sartre, yazar-aydın kimliğiyle sokak gösterilerine, eylemlere katılmış, solcu yayınlar üstündeki baskıyı protesto etmek için kendisi de bu yayınları satmayı üstlenmişti.
Yazarın bağımsızlığını, özgürlüğünü yitirmemesi uğruna, Légion d’honneur gibi Fransa’nın en büyük devlet nişanını, Nobel Edebiyat Ödülü gibi belki de dünyanın en büyük kurumsal ödülünü geri çevirebilen Sartre’ı düşünüyorum da… Aklıma ister istemez, bizdeki Devlet Ödüllerini, Devlet Sanatçısı unvanlarını almak için yanıp tutuşanlar geliyor… Aklıma, devlet ödülünü huşu içinde alırken, “bireyin ehlileştirilmesinden” dem vuracak kadar iktidar ideolojisiyle bütünleşenler geliyor…
Toplumsal ve bireysel özgürlükleri sonuna kadar savunabilmek için, insan ruhunun en derinlerde yatan gizlerini özgürce düşleyebilmek için, yazarın da, düşünürün de, aydının da gerçek anlamda bağımsız olması gerekmez mi!
Yoksa ne yazar, ne düşünür![17]
Tamamlıyorum: İşte tam da bunlardan ötürü, yazmanın sorumluluğuyla “Her seçiş, bir vazgeçiştir,” demişti Jean Paul Sartre…
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:220, Kasım 2019…
[1] Francis Bacon.
[2] Müslüm Üzülmez, “Bazı Şeyleri Unutmamak İçin Yazmak”, Evrensel, 5 Kasım 2018, s.12.
[3] Tahir Abacı, “… ‘Modernlik’ ile ‘Modernizm’ Arasında Edebiyat”, Cumhuriyet Kitap, No:1523, 25 Nisan 2019, s.8.
[4] Öner Yağcı, “Gerçekçiklik Her Zaman”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2019, s.13.
[5] Öner Yağcı, “Yazarın Sorumluluğu”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2018, s.15.
[6] Virginia Woolf, Bütün Öyküleri, Çev: Deniz Arslan, Timaş Yay., 2016.
[7] Emrah Kolukısa, “Faruk Duman: Edebiyat Güçlükten Doğar”, Cumhuriyet, 11 Ağustos 2019, s.16.
[8] Gilles Deleuze, Kritik ve Klinik, Çev: İnci Uysal, Norgunk Yay., 2013.
[9] Charles-Louis de Secondat Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, Çev: Doruk Can Koçak, Doruk Yay., 2016.
[10] Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev: Işık Ergüden, Koridor Yay., 2018.
[11] Hicri İzgören, “Hayatı Edebiyatla Kuşatmak”, Yeni Yaşam, 15 Kasım 2018, s.11.
[12] Hicri İzgören, “Hayata ve Yazmaya Dair”, Yeni Yaşam, 26 Eylül 2019, s.11.
[13] Murathan Mungan… http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/odul-konusmalarim-i-795
[14] Hakan Bıçakcı, “Nobel Uçar Yazı Kalır”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2015, s.2.
[15] Celal Üster, “Nobel Bir Kez Daha Şaşırttı!”, Cumhuriyet Kitap, No:1288, 23 Ekim 2014, s.6.
[16] Jean-Paul Sartre, Sözcükler, Çev: Selahattin Hilav, Can Yay., 2015.
[17] Celal Üster, “Yazarın Devletle İmtihanı”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2015, s.21.