Ayasofya’da kocaman bir AKP mitingi yapıldı. Müzelikten çıkarıldıktan sonra bugün Ayasofya Camii’nde ilk namaz kılındı; Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının gününe denk getirilmişti. Kimler kimler yoktu ki…
Aynılar aynı yerde. Tansu Çiller bugün bir daha gündeme geldi; şiddet faili olan oğlu nedeniyle. Türkiye’nin karanlık dönemlerinden birinde Başbakanlık yapan, bir kadının olan eril sözleşmenin parçası ve suç ortağı haline gelmesinin sembollerinden biri olarak Tansu Çiller’in Ayasofya’da yerini alması şaşırtıcı değil elbette. Nadira Kadirova’nın evinde, kendisine ait bir tabanca ile ölmesine ve cinayetin aydınlatılmamasına rağmen, AKP’li Milletvekili Şirin Ünal da oradaydı mesela. Bugün kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık için sembolik öneme sahip İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmaya açanlar ve sözleşmeden imza çekilmesini savunan çocuk istismarcısı Ensar Vakfı’nın temsilcileri ile yan yana saf tutup namaz kıldılar. Aynılar aynı yerde, günahlarının affedilmesi için namaz kıldı ve başlarını secdeye koydular. Bu insanlar işsizlik maaşı almanın ve emeklilik ikramiyelerinin haram olduğunu iddia edenler, tecavüzün erkeklerin erkeklik hakkı olduğunu savunanlar, kız torunun dedeye helal olduğunu sananlar veya öldürülen her kadının mutlaka “hak etmiş” olduğuna inananlarla aynı yerde durdular.
Elbette Ayasofya Camii’ne haşa, virüs veya salgın girmezdi (!) Salgın konusunda tedbir içeriye girecek “davetli” sayısının kısıtlanması ile sağlanmış oldu. Allah’ın evine, ezandan başka bir davetiye daha gerektiğine böylelikle şahit olduk. Bir şeye daha şahit olduk ki o da Namazın ardından Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın elinde kılıçla minbere çıkarak Cuma hutbesi vermesi oldu. Zira Ayasofya “kılıç hakkıydı.” Mitinge çevrilen camii ve kılınacak ilk namaz için küresel İslami bir dil ve reklam da gerekliydi. Neo-Osmanlıcı bir yeni sömürgeci anlayış ile pek çok dilde bestelenmiş ve yerel ezgilerle süslenmiş bir şarkı ve özlemleri söze geldi siyasal İslamcıların. Dünyanın pek çok eski sömürge bölgelerinin Türkiye’nin önderliğine soyunduğu bir siyasal İslami döneme selam ediyorlar gibi görünüyordu. Zira Ayasofya’nın kedisini bile İslama çağırıp konuşturan medya gücünün algı ve hakikat arasındaki boşluktan rahatsız olmasını beklemiyorduk.
Bakın hep aynılar aynı yerde.
Çok dilli bir çağrı ile Ayasofya’nın ve Türkiye’nin yeni düzeni müjdelenirken, sokaklardaki tek ses elbette sadece tekbir değil yaratılmaya çalışılan algının aksine. Kadınlar çığlık çığlığa şiddete karşı İstanbul Sözleşmesi’ni savunuyor. Bu çığlıklar öyle hepimizin canını yakıyor ki her evde yankı buluyor. Ne dedik, aynılar aynı yerde. Pınar’dan sonra Fatma ve öldürülen diğer kadınların da sesleriyle haykırıyoruz. Fatma Altınmakas, Muş’ta tecavüze uğruyor kocasının erkek kardeşi tarafından. Jandarma karakoluna gidiyor şikayet etmek ve korunma talep etmek için. Ama Muş’ta Kürtçe bilen bir kişi bile bulamadıkları için şikayetini almıyorlar Fatma’nın. Fatma öldürülüyor evli olduğu erkek tarafından. İki kardeş, Jandarma’da şikayeti almayan görevliler, şiddeti görüp müdahale etmeyenler hep beraber Fatma’nın hayatını söndürüyorlar. Bakın hep aynılar aynı yerde.
Medyada korkunç olaylar karşısında teessüf edenler, kadınlar kendilerini yeterince koruyamadığı için kadınlara çok sinirlenen erkekler görürken bir de, Bahçelievler katliamının katillerinden birinin, yaptıklarının “katliam değil intikam almak” olduğunu söyledikleri bir programa rast geldim. Medyada katliam çağrıları, tehditler ve romantize edilen şiddet/tecavüz sahneler ile yan yana düşünmek çok zor olmadı.
Sokakta bu öldüren, öldürdüğü kadının itibarına da saldıran, yaşamayı biat etmeye bağlayan düzene itiraz edenler yan yana dizili sıkça. Bu düzeni yaratanlar ve suç ortaklığı edenler de yan yana. Tanıklık ettiğimiz dönem kimlerle yan yana düşeceğinizi tesadüfe bırakmıyor.