Türkiye gündemi dünyayı kıskandıracak kadar yoğun, dünyaya baktırmayacak kadar kendi-merkezli süreçler geçiriyor. Galata Kulesi, bin yıldan uzun süredir ayakta olan Hasankeyf’in yıkılıp üstüne beton dökülmesi ya da dipsiz gölün kurutulmasından aşina olduğumuz bir tuhaflıklar dizisiyle tahrip edilirken; iktidarın asli ortağı haline gelmiş olan tarikatlar kadına ve çocuklara yönelik şiddeti alenen savunarak İstanbul Sözleşmesi üzerinden kadın hareketine saldırmaya devam ediyorlar.
Kadına yönelik koruyucu ve önleyici tedbirlerin uygulanmasını isteyen kadınlar ise şiddetten korunmayı hedefledikleri eylemde devletin güvenlik mekanizmasının şiddetine maruz kalarak, Türkiye‘deki şiddetin gerçek kaynağını gözden kaçırmamızı imkansız hale getiriyor. Türkiye’de ekonomik veriler ise adeta dikensiz bir gül bahçesi vaat ediyor: Devrimci işçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Dairesi’nin (DİSK-AR) verilerine göre Covid-19 etkisiyle revize edilmiş geniş tanımlı işsiz sayısı ve iş kaybı Mayıs 2020’de 17,2 milyona yükselmiş. Ekonomik krizin tüm dünyada iyice belirginleşmesini sağlayan Covid-19, Mayıs 2020’de en az 8,6 milyon yeni eşdeğer istihdam kaybı ve işsize yol açmış. Yani, TÜİK hesaplarına göre revize edilmiş geniş tanımlı işsizlik ve iş kaybı oranı yüzde 50 olarak hesaplanmış. Tüm çalışanların yarısı süreçten etkilenmiş görünüyor. Kadın iş gücü yüzde 12, kadın istihdamı yüzde 10,5 azalmış ve kadınların çalışma hayatındaki varlıkları daha da eğreti hale gelmiş olduğu açık. İstihdam bir yılda 2 milyon 411 bin kişi; işbaşında olanların son bir yılda sayısı 6,4 milyon kişi azalmış ve ümitsiz işsizlerin sayısı bir yılda 558 binden 1 milyon 358 bine yükselmiş.
Soma’daki 301 işçinin öldüğü maden katliamında köylülerin nasıl tarım yapamaz hale gelip, borçlandırıldığı ve madene mecbur bırakıldığını açıkça görmüştük.
Daha gündemde olan konuya gelirsek döviz karşısında Türk Lirası değersizleşmiş durumda. Son dönemlerde ekonominin “iyi yönetilmediği” ile ilgili Berat Albayrak hakkında epeydir yüksek sesle konuşuluyor. Bunu telafi etmek için olsa gerek, davet edildiği bir programda soruları cevaplandırdı: Türkiye’de ekonomiden sorumlu damat, çıktığı bir programda sahne performansıyla göz doldururken ekonomi bilgisiyle yürek hoplattı. Temel malları dövizle almıyormuşuz gibi, dövizi soran “gazeteciye” maaş sorması, çokomelli bir hamle idi. Devlet yönetiminin ciddiyetinin kahve muhabbetini yakaladığı görülebilir. Zira dövizle maaş alan birinin dövizin artmasını neden dert etmiş olabileceği ise mantık ile açıklanamayacak bir hazır (ama boş) cevaplık örneği.
Konuyu daha ciddi konuşmak gerektiğinde önümüze düşen birkaç tablo var. İlki yukarıdaki işsizlik rakamlar ve işsiz kalsalar bile bu kişilerin yaşamak için ihtiyaç duydukları geçim araçlarını satın alma zorunlulukları. Zira geçinmek için ihtiyacımız olan maddelerin önemli bir kısmı Türkiye’deki tarım politikalarının ve uluslararası patent anlaşmalarının belirlediği tohumsuz/kendini üretemez pahalı ve üzerinden yaşayanı geçindiremez halde. Soma’daki 301 işçinin öldüğü maden katliamında köylülerin nasıl tarım yapamaz hale gelip, borçlandırıldığı ve madene mecbur bırakıldığını açıkça görmüştük. Bugün, buğday dahi ithal ediliyor ve dolayısıyla sadece enerji ve ulaşım giderleri açısından değil tarımsal ürünler nedeniyle de ekmek bile dövize bağlı. Dövizin Türk Lirası cinsinden değerinin artması, bir devlet itibarı konusu olmaktan ziyade gelirini ve çalışabilme umudunu giderek yitiren halkın yaşamına dair mesele. Damat’ın kırmızı yanakları, her hecede kırpıştırdığı gözleri ve çınlattığı kahkahalarıyla Türkiye’de insanlar işsizlikten veya borçlarından kendilerini yakmıyorlarmış gibi, intihar etmiyorlarmış gibi, iş cinayetine kurban gitmiyorlarmış, pandemiyi fırsat bilen patronlar tarafından işyerlerine kapatılmıyorlarmış gibi soru cevaplandırmasının şaşkınlığını izliyorum sosyal medya mecralarında.
Sarayın altın kaplama gündelik hayatının içinde bu cüreti besleyecek çok şey olduğuna eminim. Ancak asıl olarak pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de iktidarın oluşturmakta başarılı olduğu bilgiyi itibarsızlaştıran, hakikatlerin yerini iktidarın söylemlerine bırakan cüretkar ve hoyrat değerler sisteminin, hayatımızı ve tüm varlıkların yaşamını kar hırsına tahvil eden yapıyı ve insanları yarattığı ortada. Bu sistemi en iyi anlatan cümle, bu şiddeti düzeninin en eski iktidar biçimi olduğunu da ortaya 1555 yılından beri ortaya döküyor: “Cuius regio, eius religio”; iktidar kimdeyse onun dini geçerlidir. Biz şöyle okuyalım: İktidar kimdeyse onun gerçeği geçerlidir.