İstanbul Sözleşmesi tartışmaları ve sözleşmenin aleyhinde yazılanlar, kadına yönelik her şiddet haberinde olduğu gibi kadınlar olarak çok iyi bildiğimiz bir hakikati yeniden görünür kıldı: Biz kadınlar potansiyel katil ve tecavüzcülerle beraber yaşıyoruz; kendimizi korumak zorunda kalıyoruz.
Kadınların şiddet gördüğü yerlerin başında “ev”in gelmesi; kadının cinsel veya fiziksel saldırıya uğradığında hızlıca kadının yaşam tarzı, kıyafeti veya davranışı üzerinden yargılanması; “kadınların yalan söyleyebildiği”ne dair imalar karşısında yaşadığı şiddetin (eğer ölmemişse kendisinin, ölmüşse sevdiklerinin) hayat boyu sürecek bir eziyete mahkum edilmesi kadına yönelik şiddetin politik bir sorun olduğunu anlatmak konusunda yeterli göstergeler olduğunu düşünüyorum. Ama dahası da var. Bir erkek bir kadına şiddet uyguladığında erkeğin kimlikleri bu şiddeti çok farklı şekilde hepimizin deneyimlemesine de neden oluyor. Bu sadece bir empati sorunu değil.
Her günkü şiddet
Örneğin gülen, hayat dolu fotoğraflarına bakamadığımız genç kadınların reddettikleri adamlar tarafından öldürülmesi. Tesadüfen yolunuzun kesiştiği bir adam sizle hiç alakası olmayan şekilde sadece o gün bir şekilde size takmış olduğu için birkaç zaman sonra sizi öldürebilir. Çocukluğumdan beri defalarca ısrarlı takibe maruz kalmış biri olarak, bu süreci çirkin süreci yaşamayan çok az kadın olduğunu biliyorum. Bu ölümler kimsenin sizi koruyamayacağı fikrini, şiddetin önünüze trafik kazasından daha göstere göstere çıkabileceğini ve sizin tüm bunlara rağmen sorumlu tutulabileceğinizi anlatmıyor mu?
Evlendiği adamların eziyetlerine dayanamayan ve boşanma sürecinde, sonrasında öldürülen kadınlar var gördüğümüz. Kadınları öldüremedikleri durumda çocukların canını yakarak kadınlara eziyet edenler. Baba ve erkek akrabalarının cinsel ve fiziksel şiddetine maruz kalanları da sıkça görmüyor muyuz üçüncü sayfa haberlerinde. Başınızda bulunan adamların, sizi kendi mülklerinden biri sayarak insan olma vasfınızı yokettiği örnekler bunlar. Tesadüfen şiddet veya taciz yaşanmayan bir ailede büyüyenlerdenseniz, işyerinde ve sokakta karşılaştığımız bir dizi şiddet durumunu düşündüğümüzde yine kendimizi çok uzak göremeyiz. Zira kadınların gidecekleri muhite ve binecekleri araca göre günün kıyafetini ayarlaması sadece kadınların bildiği erkeklerin ise hiç bilmek zorunda kalmadığı kıymetli bir bilgi. Evinizin varsa ve tek yaşıyorsanız, asla yalnız yaşadığınızı göstermemeniz gerekir. Kapıya konulan erkek ayakkabıları, kargo ve benzeri nedenlerle kapıyı açtığınızda kendinizi daha güvende hissetmenizi sağlar örneğin bir kadınsanız.
Korunaklılar
Kimliklerin güç ilişkileriyle eklemlenmiş hali ise daha yüksek dozda şiddeti üstümüze radyoaktif sızıntı misali serper. Örneğin elinde silah bulundurma yetkisinde olan polisin bir metro çıkışı kimliğinizi kontrol etmesinin ardından sizi sosyal medyada eklemesi sıradan bir olay, olmayabilir. Büyük ve batıdaki bir kentte yaşamamanız göreceğiniz zararı tahmin edilemez noktalara çekebilir. Örneğin bir uzman çavuş olan Musa Orhan 20 gün alıkoyarak cinsel saldırıda bulunduğu genç kadını, “Bana bir şey olmaz” diyerek tehdit edebiliyor. Gerçekten Musa Orhan’a uzun süre bir şey olmuyor. Kadın intihar ediyor, 18 yaşında iç organlarının parçalanma acısının üzerine binen travmalarıyla. Anne, acıdan ve ağrıdan inleyen kızı için, “İncinen her bir organının hesabını soracağım” diye feryat ediyor. Bir genç kadının iç organlarını parçalayacak kadar 20 gün süren işkencenin muhatabını, kim koruyor peki? İçişleri bakanının açıklamasını görüyoruz ardından, “Cenaze iki nedenle bizimdir” diyor Bakan: Ölen kadının ağabeyinin polis olduğunu, kendilerinin mağduru olduğunu ve askerin ceza alacağını ifade ederek HDP Milletvekilinin ve PKK’nin yaptıklarının üstünü örtmek iddiasıyla kampanyanın hedefini sorguluyor. “Bizim cenazeler ve bizim tecavüzcüler” cümlelerini kolaylıkla kuran bakan, birkaç gündür topraklarını koruyan köylü kadınlara jandarma yaşatılan şiddetini, maske takmadığı için İstanbul’un en işlek caddesinde bir genç kadına yaşatılan polis şiddetini, İstanbul sözleşmesini savunduğu için her türlü hakarete maruz kalan kadınlara yönelik şiddeti ne kadar kolayca besliyor.
Eşitsiz gelişme yasasının kadın hali
Ünlü erkeklerin diğer erkekleri sahiplenişi, “mutlaka bir şey olmuştur” cümlelerinin altında gül gibi filizlenen korkularını nasıl da ortaya döküyor. Zira her erkeğin sahiplendiği erkekliğin kodlarını kuran bir cinsiyetçilik, şiddetle zorlamayla üretiliyor. Filmlerde bile kolayca affedilen şey değil mi şiddet. Hatta ısrarlı takip ile başladığı için romantik sayılan aşklardan tokatla başlayan cinsel temaslara, kadın yerine karar veren adamların kadınların ihtiyaçlarına karar verdikleri hediyelere ve “ya benimsin ya kara toprağa” güzellemelerinden Pınar’a, Emine’ye, Şule’ye…
Bu cehennem bizim coğrafyamızda değil sadece “bizim” sosyal ilişkilerimizin kodlarında güçleniyor. Göçmen olarak Avrupalı görünümlü yerel kadınların yaşamadığı tacizin Avrupa’da yaşadığımız biçimlerini bile belirliyor. Geldiğimiz coğrafyaya bakarak daha tacizkâr davranma hakkını kendinde gören sömürgeci Avrupalı zihniyetin yanı sıra kurumsal ırkçılıktan yaka silktiği halde aynı dili konuşan kadınlara tacizi ve baskıyı kendinde hak gören erkeklik benzer şiddeti farklı kimleri üstüne kuşanarak yapıyor. Sokakta yaşadığımız her taciz kaçtığımız, kaçamadığımız, izlerini renklerimi taşıdığımız her mekanda yeniden üretiliyor. Kadın hareketinin kazanımlarına göre de işliyor eşitsiz gelişme yasası. Maruz kaldığımız her şiddet, demokrasi, barış ve adaletten bize düşen paya göre perçinleniyor veya duruluyor.
“Bana bir şey olmaz, 18 ay yatar çıkarım”. Bu cümleyi ne kadar sık görüyoruz artık cinayet haberlerinin altında. Sosyal medyada duyulmadığı sürece kadına yönelik şiddete dair ceza bile verilmezken hem de. Önceki gün bir paylaşımımım benim ölçülerimde bir sosyal medya kullanıcısı için çok fazla 22 bin kişi tarafından beğenildi 800.000 kişiye ulaştı. Paylaşımım Kıbrıs’taki bir ısrarlı takip ve taciz failinin tutuklandığı haberiydi. Adalete duyduğumuz ihtiyacın ekmek ve su gibi temel olduğunu gösteriyor açıkça. Bir küçük umut hepimizi birleştirdi.
Barış ve demokrasi gündelik hayatla ilgili. Adalet sadece bir slogan değil. Bu yüzden hukuk bir gruba ilişkin bir defa bile işlemediğinde hiç kimse güvende olmaz.