Bazı felsefelere göre “insan dünyaya atılmıştır”; insanın dünyayı adımlayışının[1] bir sonucu da atıklar ortaya çıkarması. Zygmunt Bauman’a göre insanın atık üretimiyle tasarım arasında bir bağ vardır çünkü düzen kuruculuk zorunlu olarak atık ortaya çıkaracaktır. İnsan dünyayı düzen kurarak kendinin yapar. İnsan duyusallığını içinde bulunduğu doğa kurduğuna göre, mevcut dünyayı yani önündeki dünyayı çirkin bulduğundan değil insanın düzenlemeye girişmesi, onu kendi rahatı için istediği ergonomiye doğru evirmesi, kıvırması yatıyor işin arkasında. Bacon gibi erken modern filozoflar, doğanın hakimiyeti için onun gücünü ele geçirmeyi öğütlüyordu; bu günümüz için de geçerlidir.
1980 sonrası dünya üzerindeki güçler dengesinin sömürücü sınıflar lehine çok fazla değiştiği ortada.
Bugün dünyanın her yerinde insanların yaşadığını biliyoruz ama dünyanın birçok bölgesini ıssız bırakarak belli kentlere doğru aktığını ve oralarda yığıldığını da acı acı gözlüyoruz. Bauman da buna dikkat çekiyor: “…insan yaşamına elverişli olmayan, yaşamı desteklemeyen tenha ya da ıssız bölgeler azalacağına çoğalıyor: Teknolojik ilerleme daha önce insan yaşamına uygun olmadığı saptanan coğrafyalarda yeni yaşam alanları sunuyor (gittikçe artan bir maliyetle elbette), ama bu gelişme bir yandan da, eskiden insanların rahatça barındığı ve beslendiği pek çok yöreyi yaşanmaz hale getiriyor.”[2] Peki dünyanın kırlarından kentlere doğru sürülen insanlar, hangi “cazibe”ye kapılırsa kapılsın “atık insanlar”dır; bu insanlar harcanmış, ıskartaya çıkarılmış, zorunlu nedenlerle kayıt dışı bırakılmış durumdadır. Hiç kuşkusuz bu durum, son birkaç yüzyıllık bir hikayedir ve modernleşme ile ilişkilidir. Modernleşme sözcüğü uzun bir zaman diliminde olumlu anlamdaydı, “daha” modern olan daha iyiydi bir zamanlar ancak moderleşme dediğimiz yerde kapitalizmin egemenliğini anlamak gerekiyor. Yani Bauman’ın alt başlıktaki “modernite ve safraları” dediğini “kapitalizmin safraları” olarak anlamak gerekiyor: Safra, artık hiçbir şekilde işe yaramaz atıklar. Ekonomik ilerleme ve düzen kurma kaçınılmaz olarak atık üretecektir. İnsanlığın hiçbir dönemi bu tarz bir durumla karşılaşmamıştı; insanların bir bölümünün işe yaramazlaşması söz konusu olmamıştı. Nüfus her zaman gerekli ve istenen bir şeydi; çünkü toprağı işleyecek güçtü nüfusun her neferi.
Son çeyrek yüzyıla kadar Marksizmin genel olarak dünyanın daha iyiye gittiğine dair bir inanç vardı. Evet, ortaya çıkan çok zalimane ve kötü koşullar, sömürü vardı ama yine de ağırlık “iyi” taraftaydı, uçaklarla çok uzak yerlere gidebiliyor, hastalıkları çok daha kolay ve kısa yoldan çözebiliyor, bilgileri çok daha rahat yayabiliyor, aklı daha kitleselleştirebiliyorduk. Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir, ezilen sınıf olarak proleterya, ezildiğinin farkına önünde sonunda varacak ve sömürüyü teşhis eden bir sınıf olarak onu aşmanın politikasını da üretecekti. Elbette böyle düşünmenin ardında 20. yüzyılda sınıf temelli bazı devrimlerin gerçekleşmesi, dünya tarihinin de hızlanmış olduğu yorumunu getirebilirdi. Ancak 1980 sonrası dünya üzerindeki güçler dengesinin sömürücü sınıflar lehine çok fazla değiştiği ortada. Egemen kapitalistlerin ne dünyayla ne de insanlıkla işleri var; tamamen kâra odaklı bir piyasa mekanizmanın etkisinde büyük bir yıkımcılık sergiliyor. Yeryüzünün her bölgesine pençe atmış kapitalizmin kolları, hiçbir gelecek tahayyülü bile bırakmadan kazıyor, yıkıyor, eşiyor, patlatıyor, kurutuyor. Hal böyleyken dünya nüfusu da bir taraftan artıyor, arttıkça kentlere akıyor ve “atık” olarak yaşamdan dışlanıyor. Toprakların kabul edemeyeceği kadar çok ölüyor insanlar, artık denizler insan mezarlığına dönüşüyor. Bugün Akdeniz ve Ege Denizi, Orta Doğu’dan, Afrika’dan kopup gelen insanların cesetleriyle dolu.
Bir şekilde yeni ülkelere ulaşan göçmenler ve ülkelerin kendi ürettiği “atık insanlar” tuzu kurular için bir “güvenlik sorunu” olarak görülüyor. Güvenliğin azalması, “güvenlik korkusunu” daha da tetikliyor, devletler güvenlik gerekçesiyle daha çok zapturapt altına alıyor hayatı ve özgürlükleri kısıyor. Daha çok silahlanıyor, otoriterleşiyor. Bir güvenlik sanayisi var ve gittikçe dünyayı daha çok yağmalamaya olanak yaratıyor bu tür sanayiler. Aynı zamanda belli bir sermaye için daha çok zenginleşme imkanı demek bu. Son on yılda sadece ABD’nin silah satışı üçte bir oranında artmış durumda. Soğuk savaş döneminde “düşman”ın gücüne karşı güç edinmek için yarışılan silahlanma artık fiziki can güvenliği için silahlanma gerekçeli olarak tırmanışa geçmiş durumda. Bunların doğrudan sonucu ekonomik maliyet ve doğanın tahribi olurken dolaylı olarak da insanın özgürleşme olanaklarının kısıtlanmasına varıyor. Kamusal sosyal alanlar darlaştırılarak, çemberlere alınarak insansal ilişkilerle yeni özgürleşim karşılaşmalarından geri çekilmeler söz konusu oluyor. Hikayelerimizi, hayallerimizi türdeşlerimize açma ve paylaşma yaşantısı gitgide ortadan kalkıyor. Halbuki özgürleşmenin zemini müziğimizi, şiirimizi, çizgimizi başkasına yüz yüze aktarabilme olanağıdır. Korkuların, yabanlaşmaların ortadan kalkması bu tür iletişimsel yakınlaşmalar ile kurulabilir ancak.
Belirsizliğin getirdiği baskın duygu endişedir; onlar endişe içindedir bu yüzden, özgüvenleri yoktur.
İnsanlar sosyalleşerek hayata katılamazsa akıl sağlığı sorunları ortaya çıkıyor; asap bozucu depresyon, kişiyi güçsüzleştiriyor ve zihinsel olarak verimsizleştiriyor. Yaşam duygusal, dokunsal olarak hayata müdahil olamazsa çürür. İnsanların hayata katılımı için başta devletin iş planlamaları yaparak onları sosyal ilişkiye sokacak ortamların inşasını sağlaması beklenir. İçsel enerjisini ve tasarımsal yetisini iş ile hayata geçiren insanlar, “kendi kaderini tayin” için yeterli özgüven geliştirebilirler. Demek ki günümüz dünyasında en büyük meselelerden biri işsizliktir çünkü iş insanın somutlaşmak isteyen fikirleri için bir imkandır. S. Kracuer, “İnsan dünyası bir sollen (-meli/-malı’lar) gerçeğe dönüşmek isteyen fikirler dünyasıdır; bu fikirler kendilerini gerçekleştirmek için doğalarından gelen bir itkiye sahiptir.”[3] diyor. Başarılı olup olmadığına bakmaksızın insan içinde bulunduğu dünyayı etkilemek isteyen ve bunun için mücadele eden bir varlıktır. Bauman’a göre işsiz insan, ıskartaya çıkarılmış insandır artık. Üstelik işsizlik artık, bir bitimi olan geçici bir hal değil; süreğenliği içeren bir durumdur.[4] Şimdi nesiller X, Y, Z kuşakları olarak adlandırıyor; artı bu kuşaklar için işsizlik gibi ıskartaya çıkarılma durumları kroniktir.[5] Bauman’ın yorumuna göre bu kuşakların kaçamayacağı bir deneyimdir ıskartaya çıkarılmak: “Iskartaya çıkarılmanın sosyal açıdan bir yersiz yurtsuzluğa, dolayısıyla özgüven yitimi, hayatın amacının yitirilmesi gibi duygulara yol açacağı hissi veya bu durumla henüz karşılaşmadılarsa bile her an karşılaşabilecekleri kuşkusu, kendileri de büyük ıstıraplar çekmiş önceki kuşakların bilmediği, X kuşağına[6] mahsus, deneyimlerden biri. Gerçekten de X kuşağının karamsarlığa kapılması için yeterince neden var.”[7]
Tarihsel sürece ilişkin Bauman, üreticiler toplumu ve tüketiciler toplumu ayrımı üzerinden bir fark ortaya koyuyor. Üreticiler toplumu, insanların fabrikalara yığıldığı, mümkün olduğunca da istihdama yönelik bir ekonomi anlayışının hakim olduğu dönemi ifade ediyor. Üreticiler toplumunda insanlar belki mutsuz ve perişandı ama toplumda bir yere sahiptiler ve güvendeydiler. Koşullar açık seçik belliydi, insanların ne yapacakları aşağı yukarı belliydi. Onlara her an iş çıkabilirdi, oysa tüketiciler toplumunda işsizler aynı zamanda kusurlu tüketicidir, yani tüketimin de dışındadır; bu insanlara hiçbir şekilde ihtiyaç yoktur, toplumda yerleri de yoktur; en yoğun yaşanan duygu ise belirsizlik. Belirsizliğin getirdiği baskın duygu endişedir; onlar endişe içindedir bu yüzden, özgüvenleri yoktur. Modernitenin vaadi ekonomik ilerlemenin toplumun her kesimine bir şekilde refah ve mutluluk getireceği üzerineydi. Oysa gelinen durum “ilerlemenin daha çok kişiyi mutlu kılacağı” tezinin ne kadar geçersiz olduğunun da ispatıdır.
Bauman’ın Iskarta Hayatlar’ı üzerine yeniden döneceğim; aynı çerçevede bir anlamsal bütünlük elbette var ancak hayatın bambaşka alanlarda tezahürleri de söz konusu olduğundan Bauman her bölüme Arasöz’ler koymuş durumda ki bu bölümler çok özgün ve edebi olarak akıcı bir örgüyle oluşturulmuş. Sadece bu Arasöz’ler bile ayrıca üzerinde durmayı gerektiriyor.
Ağustos 2020
[1] “Adım” sözcüğünün kökü de “atmak” filinden gelmektedir.
[2] Zygmunt Bauman (2019). Iskarta Hayatlar: Modernite ve Safraları (2.Baskı), Çev: Osman Yener, İstanbul: Can Yayınları, s.17.
[3] Aktaran Bauman, a.g.e. s.23.
[4] Bauman, a.g.e. s.24.
[5] “Kronik” sözcüğü Yunanca zamanla geçmeyen anlamına gelir, aynı anlama gelen Arapça “müzmin” sözcüğü de zaman sözcüğünden türemiştir. Aynı şekilde Türkçe karşılığı olan “süreğen” de süre’den türetilmiştir. Her üç sözcük de olumsuz çağrışımlıdır. Bitmeyen, uzayan şeylere ortak bir bakış olarak olumsuzluk, marazi hal ilginç sayılabilir.
[6] Kitabın yazıldığı tarih 2004 olduğu için yazarın X kuşağı ile sınırlaması normaldi, ancak bu yorumlar sonraki Y ve Z kuşağı olarak adlandırılan kuşak için fazlasıyla geçerlidir.
[7] Bauman, a.g.e. s.25.