Marx ile Engels, Komünist Manifesto’da bugüne kadarki bütün tarihin özetinin “sınıf mücadeleleri” olduğunu, “sömüren ile sömürülenin, yöneten ile ezilen sınıflar arasındaki karşıtlığın tarihi” olduğunu dile getirmişlerdi. O günden bugüne de değişen bir şey yok ama o günden önce de o günden sonra da işçilerin temsilinde bütün insanlığın ezen ve ezilen ilişkisinden kurtulmasına dair düşünceler, eylemler, seslenişler, mücadeleler var. Özellikle de Marx’ın başta Kapital (1867) adlı incelemesi, sınıf mücadelesinde işçilerden yana en önemli teorik katkı olarak bilinir. İşçi sınıfının hatta tüm sınıfların kurtuluşuna dair Kapital’de felsefi, bilimsel, sosyolojik, yöntemsel rehber bulmak mümkündür. Sonraki çağlar açısından Marx’ın ve Marksistlerin yadsınamaz katkısı, hâlâ da geçerlidir.
Kapitalist ile emek emekçi sınıf arasındaki gerilimli ilişki, gücün belirleyiciliğinde sürer durur. Günlük hayatta çıplak göz, kapitalistin, paranın gücü üzerinden görür bu kavgayı; emekçiler daha pasif, kapitalistler ise belirleyici güç görünür. Oysa böyle midir? Marx’ın gösterdiği, bunun böyle olmadığıydı. Kapitalizmde bütün zenginlik emekçilerden alınan artık değer demekti; şu halde artık değerin asıl sahibi asıl güçlü olandır. Böyle bir gerçeklik ortaya konup vurgulandığında emekçiler çok daha cesur şekilde hayata katılabilecek, haklarını savunabilecektir. Evet, proleterya sınıfı, kapitalizmin yarattığı bir sınıftır ancak bu yaratımla kapitalizm kendi “mezar kazıcısını” da yaratmıştır. Emekçiler bir taraftan kapitalizmdeki zenginliği yaratırken bir taraftan da kapitalizmin mezarını kazmaktadır.
Peki öncesinde sınıf mücadelesine aydınların yaklaşımları nasıldı? Elbette akla hemen Marx ve Engels’in eleştirel yaklaştığı ütopik sosyalistler geliyor. Ütopik sosyalistler üzerine bizzat Engels’in kaleme aldığı bir kitap bile var. Ütopik sosyalistlerden en etkili olanlar E. Cabet, C.Fourier ve R.Owen sayılabilir. Özellikle Fourier’in özgürleşimci düşünceleri entelektüel dünyada bir hayli ilgi görmüştür, ki 20. yüzyıla geçildiğinde bile cazibesini koruyordu. Mesela Emile Zola, Emek (1904) adlı romanında Fourier’in fikirlerinden esinlenmişti. Robert Owen’ın fikirleri de Avrupa’da kooperatifçiliğin gelişimi ile ilgili kimi gelişimlere yol açmış, Amerika İndiana’da New Harmony adıyla uygulama imkanı bile bulmuştur. Keza bu etki Amerika’da irili ufaklı birçok komünün kurulmasını da sağlamış, bunlar arasında on yıl kadar yaşama imkanı bulanlar da olmuştur. 1850 öncesinde ABD sınırları içerisinde elli civarında komün kent kurulmuş durumdaydı örneğin. Marx’tan sonra da kitlesel ilgi gören ütopyalar yazıldı elbette, özellikle de William Morris ve Edward Bellamy tanınmış iki isimdir. Yenilmiş olsa da 1871 Paris Komünü ve sonraki yüzyılda gerçekleşen devrimler, işçiler genel olarak da tüm ezilenler açısından önemli girişimlerdir.
Kuşku yok ki özgürleşme mücadelesi sürüyor ancak günümüzde 19. yüzyılda olduğu kadar, işçileri mücadelenin merkezine koyan siyasetler öne çıkmıyor. Dünyanın değiştirilmesine dair talepler de illa işçileri çağırmıyor. Başta kadın hareketleri olmak üzere farklı toplumsal kesimlerin mücadeleleri yaygınlaşmış durumda. Sonraki süreçte de yeni eklemlenmelerle başka durumlara evrileceği de anlaşılıyor. Yeryüzünü iyice cehenneme çeviren egemen bir sistem olarak kapitalizme karşı halef olma talepleri dile getiriliyor, bunun için örgütlenmeler gerçekleşiyor. Çeşitli belirsizlikler içermesine karşın, karşıda devasa bir güce erişmiş olan kapitalist devletlere ve şirketlere karşı direnişler sönmüyor, bu mücadelelere katılanlar karşılarındaki gücü alt edeceklerine inanıyor. Mücadele eden güçler arasındaki eşitsizlik ne düzeyde olursa olsun, bugüne kadarki tarihten farklı olarak bugün ezilenler, bilinçlerini ve eylemlerini örgütleyebiliyorlar ve amaçlı siyasal eylemlere başvuruyorlar.
Percy B. Shelley (1792-1822) ünlü bir İngiliz romantik şairidir. Geleneksel İngiliz ahlak kurallarına karşı çıkıp İngiltere’yi terk edip İtalya’ya taşınmıştır. Genellikle doğa ile ilgili şiirleriyle tanınmasına karşın Shelley’nin politikayla da yakın teması vardı. “İngiliz İşçilerine Şarkı” (Song to the Men of England) adlı şiiri de dönemin İngiltere’sine karşı duygularını yansıtan bir şiirdir. Shelley, ilk kez işçileri muhatap alıp onlara seslenen ilk sanatçıydı. İşçi sınıfı henüz amaçlı ver örgütlü bir direniş ve mücadele içerisinde değildi; sömürünün farkındadır ama dünyanın “kaderi”nin böyle olduğunu da kabullenmiş haldedir. Shelley işte bu durumu, sorguya çekerek işçilerin bu çarkı döndüren asıl özne olduğuna dair bilinci ortaya koymaktadır. Shelley de üst sınıflara mensuptur ancak dünyanın değişme yönünü sezmiştir ve ülkesindeki gerici güçlerin etkinliklerinden rahatsızlık duymaktadır.
İngiltere’nin İşçilerine Şarkı
İngiltere’nin işçileri, neden tarla sürmek
Sizleri yere seren efendiler için?
Neden zahmetle, emekle dokumak
Pahalı giysileri zorba hükümdarınız için?
Neden doyurmak, giydirmek ve esirgemek
Beşikten mezara,
Şu nankör asalakları ki
Terinizi akıtır, kanınızı içerler!
Neden, İngiltere’nin Arıları, döver
Nice silahı, zinciri ve kamçıyı?
Bu iğnesiz asalaklar bozsun diye mi
Emeğinizin zahmetli ürünlerini?
Boş vakte, rahata, sükûnete, barınağa,
Yemeğe, sevginin nazik merhemine sahip misiniz?
Nedir satın aldığınız, böylesine değerli
Acı ve korkuyla?
Ektiğiniz tohumu, başkası biçer;
Bulduğunuz serveti, başkası tutar;
Dokuduğunuz elbiseleri, başkası giyer;
Dövdüğünüz kılıçları, başkası taşır.
Tohum ekin, -ama hiçbir zalime biçtirmeyin;
Servet bulun, -ama hiçbir sahtekâra tepeletmeyin;
Elbiseler dikin, -ama aylaklara giydirmeyin;
Kılıçlar dövün, -ama kendi savunmanızı yapın.
Siz oyuklarınıza ve hücrelerinize sığınırken,
Süslediğiniz salonlarda başkaları otursun.
Neden sallamak, kendi işlediğiniz zincirleri?
Görmez misiniz tavladığınız çeliğin üstündeki yansımanızı?
Sabanla, kürekle, çapayla ve tezgahla
Bulun mezarınızı ve kendiniz kazın,
Ve kefeninizi kendiniz dokuyun ki,
Adil İngiltere gömütünüz olabilsin![1]
Shelley’in şiiri işçilere, asıl gücün kendi ellerinde olduğunu gösterme konusunda uyarıcı. Emekçiler üzerinde süren tahakkümün mağduru olarak görünmesinden daha hayırlı bir şey olacaktır işçinin kendisini asıl güç olarak tanıması. Sanatçı “mağdur edebiyatı” yapmanın bir yararı olmadığını sezer ve dönüşümsel eyleme çağrı yapacak her tür ruhu yaratmanın peşinde olur. Kapitalist ile emekçi arasındaki ilişkiyi tevekküle ve pasifizme varacak şekilde dile getirmenin bir kıymetiharbiyesi de yoktur.
Percy Shelley’in karısı Mary Shelley de özellikle de 1818’de yayınlanan Frankenstein ya da Modern Prometheus adlı romanıyla yeni dünyanın “yeni bir insan” ortaya çıkardığının farkındaydı. Gerek bilinç olarak gerekse güç olarak bu “yeni insan” Marx’ın daha sonra adlandıracağı proleteryadan başkası değildi. Percy’nin işçi sınıfıyla konuşmasına karşılık, Mary burjuvazi ile konuşmaktadır: Çağın gelişimlerinin (romanda tıp, kimya, biyoloji gibi bilimler) ortaya çıkardığı “yeni insan” (Frankenstein*) fikren ve duygu olarak beslenmezse gelecek günlerin yıkımcısı olacaktır. Burada bir durumu açmak gerekiyor, kendileri soylu olan Shelleylerin kendi sınıfının dışında iki sınıfla konuştuğunu söyledik; biri proleterya ile diğeri burjuvazi ile. Her ikisi de “görgüsüz” ve paradan başka bir şey tanımayan burjuvaziden nefret ediyordu. Percy, işçilerden ürettikleri zenginlikleri kendilerinin almasını isterken Mary, burjuvazinin işçilerin sadece gücünden yararlanıp onları sevgisiz ve cahil bırakarak kontrolsüz bir güç yaratmakla suçluyordu. Onların bu konuşmaları henüz ütopik sosyalistlerin yeni yeni kalem oynattığı yıllara tekabül ediyordu elbette. Robert Owen, Glaskow’da satın aldığı New Lanark değirmeninde çalışan işçilerin hayat standartlarını yükseltmek için bir hayli uğraşmıştı; işçilerin çocuklarının eğitimi için kreşler açtırmıştı.
Sonraki romantiklerden bazıları işçilerin tarafında yer aldı gerçekten de. 1830 isyanları sırasında örneğin A. Musset, V. Hugo, A. Lamartine işçilerin safında yer almıştı. Fransa’da Victor Hugo Sefiller, Deniz İşçileri’nde; Charles Dickens Zor Zamanlar, Bir Noel Şarkısı, Oliver Twist gibi romanlarında ezilenlerin dünyasını ele almıştır. Almanya ve İtalya’da ise ulus devletleşmede geride kalmaktan kaynaklı bir milliyetçi etki daha fazla kültürel sanatsal alanda hakim olduğundan yazarları/şairleri etkilemiştir. Genel olarak romantiklerin bir “özgürleşme”den söz etmekten ziyade “adil düzen” talep ettiklerine kuşku yok. Bu talebin yüzyılın sonuna doğru Fabian sosyalistlerince devralındığını belirtelim. Başka bir yazıda da Fabianları ele alacağım.
Türkiye’de 1980’den başlayan işçi haklarına saldırı bugün görülmemiş düzeyde vahşi boyutlara varmış durumda. İşçilerin ümüğü sıkıldıkça sıkılıyor; gerçek bu. Bugünkü güçsüzlük duygusunun da bir şekilde bu esareti desteklediği ortada. Oysa bu duruma gelmeden önce başka bir hikaye yazıyordu işçiler. Kendi istedikleri gibi kuracakları bir dünyayı hep birlikte yönetme, daha doğrusu bütün yönetimlerden özgürleştirme hikayesiydi bu. Can Yücel’in “İşçi Marşı” adlı şiiri bu gözlemi dillendiriyor. Özgürleşme girişimi, öncelikle onu tahayyül etmekle gelişecek; tahayyül ve duygulanım, eylemin olmazsa olmazıdır. Yeniden yeniden bu tahayyül ve duygulanımları çağırmak gerekiyor ki “hava işçiden yana dönsün” artık diyoruz.
İşçi Marşı
Hava döndü işçiden işçiden esiyor yel
Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı
Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı
Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel
Tekliyor işte çağın çarkına okuyan çark
Ve durdu muydu bir gün bu kör, avara kasnak
Bir zincir yitirenler bir dünya kazanacak
Sen de o dünyadansın sınıfını bil safa gel
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel
Köylükler uykusunda döndü dönüyor sola
Güne bakıyor bebek büyüyen yumruğuyla
Başaklar göverdi bak başkoydular bu yola
Şaltere uzanıyor Allah’a açılmış el
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel
Can Yücel
[1] Derleyen: Alev Alatlı (2010), Batı’ya Yön Veren Metinler III, KMYO Yayınları, s.1140-1141
* Mary Shelley’in Frankenstein ya da Modern Prometeus adlı romanındaki laboratuvarda farklı insanların uzuvlarının birleştirilmesiyle imal edilen varlığın adı romanda Yaratık ilerleyen kısımlarda da Canavar olarak geçiyor. Bu yaratığın proleteryaya benzetilmesi Almanca çevirmeni Chistian Crawe’nin analizinden beridir yaygınlık kazanmış durumda. Kitabın Türkçe editörü Veysel Atayman da bu düşünceye katıldığını görürüz. Frankenstein asıl olarak bu yaratığı yapan doktorun adıdır. Doktor Frankenstein Aydınlanmacı bir bilim adamıdır aynı zamanda. Yukarıdaki proleterya benzetimini sürdürürsek kapitalist, sınıf olarak burjuvaziyi temsil ettiğini düşünmek gerekir ( Kitabın yazarı Mary’nin bundan haberi yok ) Yaratığın (proleterya) kendi yaratıcısını (Frankenstein) öldürmesi de fena öngörü değil, üstelik henüz Karl Marx doğmamışken. Marx daha sonra proleteryanın “kapitalizmin mezar kazıcısı” olduğunu öngörecektir. Marx bu romanın yayınlandığı yıl Marx doğmuştu (1818).