Sanatçının, yazarın kendini nasıl konumlandırdığı, ideolojik olarak ne kadar donanımlı, doğru ve güçlü olduğu, onun, yaşama karşı duruşunu, olay ve olgulara bakışını, onları değerlendirmedeki yaklaşımını, onlara karşı alacağı tutumu ve içinde yaşadığı yaşamın dönüştürülmesinde ve geleceğin şekillendirilmesindeki kendisini konumlayacağı tarafı belirleyecektir!
Günümüz Türkiye’sinin tükenmişlik duygusunu yansıtan, derin bir sessizlik sarmalı içine girmiş toplumsal yaşamı ve bu yaşamın özneleri olan yönetenlerin ve uygulamalarının nesnesi olan ezilenlerin ilişkisinde yönetenler lehine var olan mutlak hâkimiyet ve ezilenlerin bu mutlaklığı kabullenişi, ülkenin diğer tüm sorunlarının ötesinde, öncelikli incelenmesi gereken toplumsal bir olgu gibi görünmektedir. Ülkenin tarihini Selçuklular döneminden başlayarak günümüze gelinceye değin incelediğimizde, kitlelerin böylesi edilgin ve umutsuz oluşlarına, yönetenlerin en güçlü oldukları dönemlerinde bile karşılaşılmadığını söyleyebiliriz. 20. yüzyılın ikinci yarısının ortalarına değin, ezilenler, hemen hemen her dönemde, yönetenlerin mutlak gücüne karşı tepkilerini ortaya koyabilmiş, varlıklarını sürdürmeleri için gereken, inançlarına, düşüncelerine ve yaşam biçimlerine uygun özgür bir dünya uğruna bedenlerinden vazgeçmeyi bile göze alabilmişlerdir.
Kuşkusuz geride bıraktığımız bu bin yılı mücadeleler tarihi olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Kitleler elbette ki ellerinde o ilkel silahları, kazma kürekleri ve mangal yürekleriyle pusuya yatıp, yönetenlerin zaaflarını ya da yönetemez duruma düştüklerini, hatta günümüzün moda deyimiyle “devrimin objektif koşullarının olgunlaşmasını” beklemiyorlardı; ancak her an, çoklukla yerel otoritelere zaman zaman da Anadolu ve Trakya’nın her tarafına yayılan, isyan ateşini yakma potansiyelini taşıyorlardı. Özellikle yazılmayan Anadolu tarihi ve sözlü edebiyatımızın günümüze ulaşabilen ürünleri hep içinde bu potansiyeli ve bu potansiyelin eylemlilik olarak yaşamdaki yansımalarını anlatmaktadır. Nesimi, Hallac-ı Mansur, Baba İshak, Baba İlyas, Çepni isyanları, Malatya Germiyan Türkmenleri isyanı, Kalender Şah İsyanı, Botan, Bitlis ve 1800’lü yıllardaki gibi bazı Kürt isyanları, Köyceğiz-Denizli Türkmenleri İsyanları, Karamanoğulları Türkmenleri İsyanı, Pir Sultan, Şah Kulu, Bedrettin İsyanları, Köroğlu, Dadaloğlu, Celali İsyanları, yakın tarihimizdeki Koçgiri, Dersim, Ağrı, 80 öncesi gençlik isyanı ve tarihi yazılmamış diğer yüzlercesi…
Tarih yazımının büyük ölçüde resmi tarih yazıcılarıyla sınırlı olduğu bu süreçlerde resmi tarihin resmi yazıcılarının belgelerinden ve açıklamalarından, bütün bu yeni bir düzen ve toplumsal yapı talepli isyanların bize yansıyan nedenlerine ilişkin kuşkulu birçok yön var; ancak, kesin olan şu ki, hemen hemen hepsinde baskın olan neden toplumsal gelişim ve değişimin her aşamasında tüm çelişkilerin kökeninde yatanın ezenlerle ezilenler arasındaki çelişki olduğudur. Zaman zaman ikincil bazı çelişkiler öne çıksa da, belirleyici olan ve o tali nedenlerin çözümünü güçleştiren ya da olasılığını ortadan kaldıran bu temel çelişkinin varlığı, ezilen kitleleri ezenlere –yönetenlere- karşı sürekli uyanık tutmuş, varlıklarını ya da ekmeklerini tehlikede gördükleri her olasılıkta dar ya da geniş ölçekli direnişleri ve başkaldırıları örgütleyerek gereken bedelleri ödemeyi göze alabilmişlerdir. Özellikle Baba İshak ve Baba İlyas’ın ardılları olan ve günümüzde Aleviler olarak tanımlanan Anadolu halklarının bu karşı duruşu yaklaşık 800 yıla yaymaları ve tüm baskı, asimilasyon, yok etme uygulamalarına karşın cumhuriyet sonrası Koçgiri ve Dersim İsyanlarına kadar taşımaları incelenmeye değer bir süreçtir.
Bu direnme ve olasılığının Anadolu halkları açısından son yıllarda kesintiye uğramış olmasını -Kürt Hareketi hariç- tek başına kapitalizmin yenilmez gibi görünen gücü ve bunun sonucu oluşan politikaları ve gelişmeleri neoliberal politikaların başarısı olarak görmek ya da kapitalist düzen alternatifi anlayışı savunan antikapitalist blokun yaşadığı ideolojik karmaşa ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile açıklamak yetersiz ve yanıltıcı olacaktır. Ötesi, böylesi bir değerlendirmeyi yapmak ve savunmak, bireyleri, edilgin ve kendiliğindenci bir sürecin içine çekecek, sorunu daha da içinden çıkılmaz kılacaktır ki bu da basit anlamda, kitlelerin bilinçlendirilmesi mücadelelerinde örgütlülüğün ve siyasi bilinç kazanımının iradi müdahalelerden bağımsız değerlendirilmesi ve herşeyin kendi doğallığına bırakılması- ülkedeki durum bu günlerde tam da böyledir-yaklaşımını doğuracaktır.
Gerçekte varılan sonucun birçok etmenin bir araya gelmesi ile oluşmuş olacağı açıktır: Kapitalistleşme süreci, küresel politikalar, kültürel çatışmalar, postmodern anlayışlar, Sosyalist Blok’un yıkılışı, coğrafi konum, çarpık kapitalistleşmenin, İslami kültür ve yaşam biçimlerinin etkileri, bir türlü çarpıklığını aşamayan küçük burjuva kültür, köye bağımlı kentlilik, hep kendi dışındaki gelişmelerin gölgesinde (Batıcı ya da Sovyet toplumcu gerçekçiliği) gelişen sanat ve bilim, sosyalist Kemalistler(!), Marksist Varoluşçular, 12 Eylül sonrası büyük bir toplumsal yanılsama ile solun konumlanışı gibi daha birçok olgu… Bütün bu etmenleri değerlendirmeye almadan sağlıklı bir sonuca varmak ve günümüzün oluşan sorunlarını aşarak, ezilenlerin lehine yeni bir uyanışı ve dönüşüm mücadelesinin örgütlenmesini sağlamak, neredeyse, olanaksız gibi görünmektedir.
Her biri detaylı araştırma ve incelemeyi gerektirebilecek bu sorunların çalışılması ve ülke yarınları için çözümlenmesi öncelikle bilimsel bir yaklaşımı, sonrasında ise samimiyeti gerektirmektedir. Özellikle 12 Eylül darbesi gerçekleştikten sonra, öncesine ve postmodern kültür etkisine ilişkin yapılan değerlendirmeler, üzülerek belirtmek gerekir ki, samimi ve dürüst olmaktan uzak yaklaşımlardır. Bütün bu yapılan samimiyetsiz ve öznel yaklaşımlar ve bunların gölgesinde şekillenen yeni kültür, sanırız, böylesi bir sonucun başat nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu kültür, genelde ülkemiz ezilen kitlelerini, özelde ise aydınlarını oldukça etkilemiş, postmodern ve varoluşçu yaklaşımların da etkisiyle giderek silikleşen, kendi öznel dünyasında boğulmuş bireylerden oluşan ve olayların, çevresinde gelişen olguların nesnesi olduğu halde – sanki her şey kendi dışında, kendisini etkilemeyen- seyircisiymişçesine tutum takınan ve gündelik yaşamında hep ağlama, yakınma kültürünü, ‘kendi celladından medet uman kurban’ anlayışını hakim kılan toplum gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bu toplumsal yapıda yaşanan olaylar ve olgular -nitelik ve niceliklerinden bağımsız-öylesine kanıksanmış ve doğal karşılanır olmuş ki toplum birinci derecede kendilerini ilgilendiren sorunlar karşısında bile, somut durumun akışına uygun yaklaşım basit anlamda pasif bir tepki koyulması gerekirken yerine tepkisizlik, yakınmalar, doğalcılık ve kadercilik yaşamlarının bir parçası haline dönüşmüştür. Acı olan, çokluk, ülkenin görece aydınlarının ve sanatçılarının da bu yaklaşımı kanıksamaları hatta bu kültürün oluşumuna önemli ölçüde katkı sunmalarıdır.
1940’lardan itibaren yaşamımıza giren Varoluşçu sanatçılar ile İkinci Yeni akımı sanatçıları ise verdikleri ürünlerle, toplumcu gerçekçiliğe karşı yeni arayışlar adı altında giderek sanatlarını yönetenlerin hizmetine sunmuş,
Birçoğu kendilerini kapitalist düzen karşıtı sanatçılar olarak konuşlandıran, hatta daha ileri gidip Marksist, Sosyalist ya da genel anlamda sol oldukları iddiasında olan bu sanatçıların böylesi bir kültürün oluşmasında katkılarının olması, çelişki gibi görünse de yüzleşmek zorunda olduğumuz gerçek bir olgu. Ülkenin son yüz yıllık sol-sosyalist geçmişi ve bunların düzenle ilişkilerinde kendilerini konuşlandırdıkları yere, bu konuşlandırmanın ideolojik ilişkilerini–Kemalizm, halkların özgürlüğüne yaklaşım, azınlıklar, Türk-İslam anlayışı, Diyanet vb.- sağlıklı bir şekilde incelendiğinde, varılan sonucun pek de şaşırtıcı olmadığı görülecektir. Bu durumun oluşmasında doğrudan, Bedrettin Cömert’in “Sanatçının ideolojik gerilemesi, onun, sanatında da gerileme yaratmaktadır.”[1] ifadesiyle yaptığı tespitin günümüz sanatında karşılık bulmasının rolü vardır. Sanatçının gerilemeyi yaşamamasını ideolojik donanımının ne kadar doğru ve güçlü olduğu; yaşama karşı duruşu; olay ve olgulara bakışı ve onları değerlendirmedeki yaklaşımının tutarlılığı; gelişmeler karşısında alacağı tutumda sekter olup olmadığı; içinde yaşadığı yaşamın dönüştürülmesinde ve geleceğin şekillendirilmesinde kendisini konumlayacağı tarafı belirleyecektir.
Yazdıklarıyla, söyledikleriyle yani genel anlamda ürettikleriyle toplumsal yaşamın ve o yaşamın öznelerinin ilerisinde olmayı sürekli başarabilmiş sanat ve sanatçının büyük bölümü, ne yazık ki, son elli yıl içinde bu konumunu yitirmiş ve içinde yaşadığı yaşamı, koşullarını ve o koşulların yarattığı çelişkileri anlamakta, getirdiği yeni koşullar karşısında duruşunu korumakta zorlanır olmuş ya da öyle olmak işlerine gelmiştir. Bu zemin kayması sanatçının– kendini nasıl tanımladığına bakılmaksızın- sınıfsal tercihlerine ve verdikleri sanatsal ürünlerine doğal olarak yansımıştır. Özellikle 1940’larden sonra giderek ivme kazanan ve bir şekilde yaşamımıza giren bu gerçeklik, diğer bazı etmenlerle de bir araya gelerek ağırlık kazanmış, giderek başat sanat anlayışı olarak -küresel politikaların da etkisi ve desteğiyle- günümüze değin varlığını sürdürmüş, daha uzun süre de bu durumunu koruyacak gibi görünmektedir.
Sanatın hemen hemen her türünde kendini gösteren bu gelişme, bir avuç gerçekçi sanat anlayışını savunan ve bu yönde ürünler verme çabasında olan sanatçının tüm karşı iyi niyetlerine karşın, toplumsal yaşamın yönetenlerin istekleri doğrultusunda şekillenmesine hizmet etmiş ve günümüzün tepkisiz, edilgen ve sessiz-uysal, yalnızlaşmış boğuntu içinde toplumu sonucunu doğurmuştur. Özellikle geniş kitlelere ulaşabilme konusunda sıkıntı yaşamayan sanatın ana dallarından sinema, tiyatro, roman ve şiirde bu amaca hizmet eden, günlük tüketilen ve insanları sanal gerçeklikler dünyasına gömerek yaşamın doğasında olup bitenlerden uzaklaştıran bu türden örnekleri yaygın bir biçimde görmek olasıdır.
Oysa Anadolu’nun bin yıllık tarihini incelendiğinde, yönetenlerin tüm çabalarına ve kendilerine hizmet eden saray sanatçıları olmasına karşın, sanat geniş kitleleri bu şekilde edilgin, tepkisiz ve umutsuz yapacak şekilde etkilememiş ve böylesi bir dönüşümün aracı olmamıştır. Aksine, özellikle şiir ve tiyatro, halkın duygu, düşünce, tepkilerini yansıtma ve kitlelere aktarma aracı olarak önemli işlevler üstlenmiştir. Ürünleri günümüze kadar gelen ve hâlâ halkın dilinde olan Ömer Hayyam, Nesimi, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Pir Sultan Abdal, Hatayi, Nefi, Dertli, Ruhsati, Köroğlu, Karacaoğlan, Seyrani, Gevheri, Dadaloğlu, Âşık Veysel, Tevfik Fikret, Namık Kemal, Kel Hasan Efendi, Neyzen Tevfik ve Nazım Hikmet’le başlayarak 80’li yılların ortalarına kadar gelen cumhuriyet dönemi sanatçıları Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Ahmet Arif, Mahmut Makal, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal gibi toplumcu gerçekçi sanat anlayışını savunanlar bu anlamda sorumluluk üstlenmiş toplumun yarınlarını bireysel beklentilerinin önüne çıkarmışlardır.
1940’lardan itibaren yaşamımıza giren Varoluşçu sanatçılar ile İkinci Yeni akımı sanatçıları ise verdikleri ürünlerle, toplumcu gerçekçiliğe karşı yeni arayışlar adı altında giderek sanatlarını yönetenlerin hizmetine sunmuş, yaşamın her tür devingenliğine karşı kendisi bir türlü devinim içinde olamayan, edilgin, yaşantısı karmaşık, tecrit edilmiş, öznel, umutsuzluklarla dolu, anlamsızlıklar içinde debelenen, çoklukla da dinsel ve mistik tercihlere yönelmiş ve içinde yaşadığı toplumsal yapıdan kopuk birey ve bireyciliği işleyerek yeni bir insan tipolojisinden oluşan toplumsal yapının oluşmasının temel taşlarını döşemeye başlamışlardır. Her ne kadar 1960’lar sonrasında 1980’e kadar devam eden ve dönemin ruhundan kaynaklanan nedenlerle gerçekçi ve toplumcu gerçekçi sanat anlayışı ve sanatçıları ön plana çıkmış gibi görünse de – kaldı ki o dönemde de toplumun özgürlüğüne koşut birey ve bireyin talepleri hippilik anlayışı ile öne çıkarılmıştı- 1980 sonrasında postmodern sanat anlayışlarının da etkisiyle özellikle ikinci yeniciler ve varoluşçu diğer sanatçılar sanatın tüm alanlarında etkin olmaya başlamış ve kitleleri etkilemişlerdir. Buna kendisini gerçekçi ya da toplumcu gerçekçi sanat anlayışı içinde görenlerin – 80’lerdeki yenilgi ve sonrasındaki baskı karşısında oluşan kargaşa ve örgütsüz oluşun getirdiği çaresizlik ve ideolojik yetersizlik nedeniyle- verdikleri ürünlerde işledikleri acı, yakarış, yakınma ve umutsuzluk ürünleri de eklenince ilmek ilmek örülen bir uysal ve itaatkâr toplumsal kültüre –alışkanlığa- hızlı bir geçiş gerçekleşmiş, süreç içinde gelişmiş ve görünen o ki daha da güçlenecektir.
Olgunlaşmamış sanat bilinci sanatçıyı sesini halka ulaştırmak ve popüler olmak kaygısıyla davranmaya ve gündelik kaygıyla barışık olmaya yöneltir
Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, İlhan Berk, Ahmet Oktay gibi İkinci Yeni şairleriyle, Demir Özlü, Tezer Özlü, Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Varoluşçu felsefenin çeşitli etkilerini gösteren ürünler veren öykücü ve romancılarla başlayan ve günümüz postmodern anlayışına kapılan ya da belirli ürünlerinde bu anlayışı yansıtan sanatçıların ya bireysel tercihleriyle kendilerini ezenler yanında konumlandırmış ya da ideolojik yetersizlik ve öngörüsüzlükleri günümüz toplumsal yapısının alt yapısının hazırlanmasına katkıda bulunmuş ve böylec, sanatları bu amaca hizmet etmiştir. Bunun sonucu olarak –daha önce de sözünü ettiğimiz gibi- edilgen, yalnızlaşmış ve yakınmayı alışkanlığa dönüştürmüş, kendi bireysel özgürlük ve hakları için bile en ufak bir tepki gösterme gibi etkinliği düşünmeyen ve bu türden etkinliklerden ürken, kendini ezenlerin vicdanına ve insafına terketmiş, Osmanlı İmparatorluğu dönemlerini bile aratacak düzeyde biat kültürünü içselleştirmiş ve uysallaşmış günümüz toplumsal yapısı oluşmuştur.
Bu sonuç – belki de- buna katkıda bulunan ve ürettikleri ürünleri bu amaca hizmet edenlerin bazılarının bu sanatsal ürünlerinin yaratı sürecinde bekledikleri ya da istedikleri sonuç olmasan da, istenç dışı da olsa, katkı sunmuşlardır; ancak şu gerçek ki, güdüyle yapılan ve bilinçten yoksun her eylemde olduğu gibi, bu şekilde yapılan sanatsal eylemlerde de sonuç rastlantısaldır. Oysa sanatın oluşumunun her aşaması ve pratiği bilinçli bir edimin sonucu olmak gibi bir zorunluluğu vardır. Olgunlaşmamış sanat bilinci sanatçıyı sesini halka ulaştırmak ve popüler olmak kaygısıyla davranmaya ve bu gündelik kaygıyla barışık olmaya yöneltir; bu nedenle ürettikleri de bu kaygının izlerini taşır. İşte bu uzlaşıdır ki sanatçının sanatını yönetenlerin hizmetine sunması nedenidir.
Kuşkusuz sanatın bu türden etkisini yadsıyan ya da abartılı bulanlar da olacaktır. Sanırız buna en güzel yanıtı: “Edebiyat çok katlı ve çok merkezlidir; toplumsal yaşamımızın en küçük dokularına kadar yayılıp doldurabilir; yatıştırarak, bilgi vererek, ikna ederek, kendinden geçirerek…” sözleriyle Terry Eagleton vermekte ve devamında ” Edebi metinle hayat, ölüm ve dirilişlerin tarihi, ideolojiler tarihinin bir parçasıdır.”[2] saptamasını yapmaktadır. Sanata ilişkin burjuva ideologlarının ya da sanatçılarının tanımlamalarının aksine sanat –ortaya konulan farklı alanlardaki farklı ürünlerle- yazdıkları ve yazmadıklarıyla bir iletimdir ve her koşulda istese de istemese de taraftır; bu nedenle, bireyin tüm bilincine etki edip hiç farkında bile olunmadan onları etkilemekte ve istenilen yönde etkinlikte bulunmalarında önemli bir araç olabilmektedir. Bunun en güzel örneğini, 1960-1980 arası dönemde halkın bilinçlenmesinde ve yaşadıkları dünyanın farkında oluşlarında önemli rol oynayan hemen hemen ülkenin bütün aydınlarının, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’i Nazım Hikmet’in şiirinden öğrenmesinde görülebilir.
Günümüz post modern anlayışı etkisindeki sanata-özellikle sinema, tiyatro, roman, öykü ve şiir- baktığımızda da, onun, geniş kitleler üzerinde var olan etkilerini ve yarattığı sonuçları açık bir şekilde her duyarlı göz tarafından görülebilir. 1960-1980 arasındaki sanatın kitleleri olumlu yönde etkilemesine ve toplumu bilinçlendirip yeni bir dünya özlemi ideali peşinde koşmasını sağlama etkilerinin aksine, son yıllarda ezenler lehine olumlu, ezilenler adına ise olumsuz bir sonucun ortaya çıktığını görebiliriz. Bedrettin Cömert’in “Sanat kötümser olamaz, çünkü insanlığın hizmetindedir. İnsanları yaşamaktan, dünyadan soğutmak değildir onun işlevi. Aksine insanı mutlak geliştirecek olan bütünlük, mutluluk evresine ulaştırmaktır, onu bu yola inandırarak eğitmektir.”[3] saptamasına koşut, ezilen kitleler uysal birer nesneye dönüşmüş, insandışılaşmış ve kendi gerçeğinden uzaklaşmıştır. Bu sonucun oluşmasında yorgun bir insan – muhtemelen yorgun demokrat- resmi çizen ve buna çözümü bulunduğu ortamdan –ülkeden-çekip gitmek olarak sunan aşağıdaki:
…….
Aynı soruyu sormaktan, minör
Ağrılardan yoruldum, gitmeliyim buralardan
İçimde buharlaşan cıvayı soluyorum artık
Yoruldum yoruldum yoruldum
Gereklilik kipinde yaşamaktan. (Asmin)
Ahmet Telli şiirinin ya da aynı temayı özensiz bir şekilde işleyen diğer bir çok şiirinin etkisinin olmadığını söylemek olanaksız gibi görünmektedir. Üstelik Ahmet Telli’nin toplumcu gerçekçi sanat anlayışının savunucusu ve gündelik yaşamında ezenlerden yana tavır alan biri olduğunu düşünürsek işin önemi daha da artmaktadır. Toplumcu gerçekçi sanat anlayışını savunan ve bu doğrultuda ürünler veren sanatçıların, farkında olmaksızın, yakınma kültürünün özneleri durumuna düşmeleri ve o kültürün oluşumuna katkı sunuyor olmaları Bedrettin Cömert’in ”sanatçının üretimi için “sezgi” yeterli değildir! Bilinç gerekiyor. İmge yeterli değildir. Organik bir anlam, kesin bir ideolojik yönelim gerekiyor.” [4]sözlerinin önemini bir kez daha anımsatıyor insana ister istemez. Yaşamın kendi devinimi içinde var olan çelişkiler ve o çelişkilerle uğraşan, savaşan insan-insanlık, yaşam ve doğa kendi kurallarını dayatırken, ona karşı mücadelesini tarihler boyudur vermiş ve kurallarına üstünlük sağlamaya çalışmış ve çoklukla da başarılı olmuştur. Aksini kabullenmek, sanatçıyı doğalcılığa yöneltir ki, bu da onun sıradan, tarihsel özneden kopuk ürünlerle ezenlerin hizmetine girmesi sonucunu doğurur.
Yaşamın her alanında, eğer gerçekten üretilen şey sanatsa, etkendir ve insanın, insana dair etkinliklerin yanında yer alarak belirli oranlarda belirleyicilik rolü üstlenir.
Aşağıdaki Küçük İskender şiirinin bir kesitini incelediğimizde gerek imgesel gerek içerik gerekse biçim sorunlarını içeren bir sıradanlıkla; ama tam da yönetenlerin amaç ve isteklerine uygun günümüz yakınan, ağlak, gerçeklikten kaçan toplumsal yapısının oluşumuna katkıda bulunan içerikte ürün örneğini görebiliriz:
……….
ulan İstanbul! bu bana reva mıdır?
ulan o denli sevmişim, müstahak mıdır?
siktirip gidiyorum başınızın çaresine bakın
arabesk dinleyeceğim işte!
rakı içeceğim
intihar edeceğim
kıçınıza kına yakın! (Bir Ayrılığın Anatomisi)
Sanatçının yaşantısını içinde bulunduğu evrenle baş başa kalıp soyutlama yaparak somut imgelere dönüştürüp vermemesi, yoksunluk ve düşkünlüğü sanatının başat konuları olarak seçmesi ve işlemesi onun sanatında bir kabalaşmaya ve sıradanlaşmaya yol açar ve ortaya koyduğu ürünün konu içtenliğinden söz edilse bile biçim ve üslup içtenliğinden söz edilememesi sonucunu doğurur. Biçim ve üslup içtenliği bir sanat ürününün olmazsa olmazıdır ve aranması gereken öncelikli ölçüt olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapaylık ve duyguların etkinlik sağladığı ve istedikleri gibi davrandığı bu tür sanat ürünü aklı ve içerik ve biçim uyumunu –uygunluğunu- devre dışı bırakarak salt sözcük oyunları ile anlaşılmaz ve okuru -insanı- gerçekdışı bir dünyaya, giz dolu bir derinliğe, düş dolu bir sonsuzluğa götürür.
Hemen hemen bütün İkinci Yeni akımı’nın şairlerinde olduğu gibi, Cemal Süreya’nın şiirlerinden alıntılanan aşağıdaki dizeler de bu yapaylığın ve sözcük oyunlarıyla ortaya çıkarılmış sanat ürünlerine verilebilecek, insanın en zayıf yanlarını doğallaştırarak yalnızlığı, bireyin zayıflığını ve kimsesiz oluşunu bu nedenle de elinde kalan tek şeyin yakınmak, ağlamak ve yalvarmak olduğunu salık veren ve bunu normalleştiren belirgin örneklerdendir:
……….
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun, git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar, gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı (Aşk)
Bütünüyle duygusal ve yapay bazı sözcük dizimleri ile oluşturulmuş bir sıradanlığı sunan şiirin, doğal olarak etkisi de aynı ölçüde olacak ve okuru-insanı o ölçüde koşullandıracaktır. Cemal Süreya’nın birçok şiirinde aynı etkiyi ve yaklaşımı görmek oldukça yüksek olasılık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütünü ile duygunun yoğunluğu içinde yakınan insan yaklaşımıyla sanatsal ürünler verilmesi anlayışı sanatı bir duygu ve düşünce bütünü olmaktan çıkarıp bireyin ruh halini ve gündelik yaşamsal sıkıntıların yansıtıldığı bir yaratıya dönüştürür ki bu durumda verilen ürün sanat olmaktan çıkarak bir yakarış bildirisine dönüşür. Böylesi bir bildirinin sıradanlığı sanatsal yaratının öznesinin niyetinden bağımsızdır ve her koşulda insandışılaşmanın, özgür insanın ve sevdanın tüketilmesinin, kitlelerin gerçeklikten kaçışının aracı haline dönüşerek bağımlılık kültürü ve tutkulara mahkûmiyeti öneren yine Cemal Süreya’ya ait aşağıdaki şiir benzeri bir dizi ürüne dönüşür:
Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini
……..
Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki
Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki
İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:
Bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri. (Biliyorum Sana Giden…)
Sanatçı neyi niçin söylediğine, yaptığına yanıt verebilen kişidir; hangi sözcüğü, edimi nereye nasıl yerleştirmesi, nerede kullanması gerektiğinin bilincinde olan ve seçiminin yaratacağı etkiyi öngörebilendir. Yoktan var olması olanaksız olan bu yeteneğin geliştirilmesi ve etkili kılınması belirli bir emeği ve her şeyden önce işine saygıyı gerektirir. Bu özelliklerin olmaması sanatçının, Terry Eagleton’un “Metinler bizi düşündüremedikleri zaman, onlardan hiçbir şey çıkaramadığımızda değer sahibi de olamayacaklardır.” [5] belirlemesinde olduğu gibi, ürünlerini de değersizleştirir. Sanatçının bu türden ürünlerin -görece belirli dönemlerde- oldukça popüler olması ya da çok okunur olması değerine çok şey katmayacak, sadece o ürünlerin ve sanatçıların yönetenlerin –özellikle de kitleler ağır yoksulluk ve ezilme durumu ile karşı karşıya ve değişim dönüşüm için gerekli bilinçlenme örgütlenmeyi başaramıyorlarsa- amaçlarının birer nesnesi olduklarının ölçüsü olabilir.
Son zamanların popüler şairlerinden Haydar Ergülen, insanları umutsuz birer olgu olarak gösterdiği aşağıdaki şiirinde olduğu gibi, diğer şiirlerinin büyük bölümünde de bu nesne oluşun, hayatın anlamsızlığının, hiçliğin, kendi türünden iğrenmenin ve bütün bu tükenişe sadece yakınan insan portresinin ve bu kültürün yerleşmesinin ezenler lehine başarılmasına katkı sunmanın örneğini sunmaktadır:
Yanık şekerim sert, hayatsa daha berbat,
ikisinin de aynı kâğıttan çıktığını unuturdum
…….
Şimdi yanık şekerim sert, hayat ondan da dert,
ben zaten tiryakiyim, ayrılık aşktan da berbat!
Ah karamela şekerim, aşk tatlı da insanlar berbat! (Karamela)
Bedrettin Cömert’in “Her sanat yapıtı, toplumdaki her eylemin kaçınılmaz sınıfsallığı nedeniyle toplumsaldır, çünkü belirli bir dönemde, belirli koşullarda, belirli etkenlerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.”[6] saptaması sanatçının niyetine, kendini ezenden mi, yoksa ezilenden mi yana konumlandırdığına bakılmaksızın, sanatsal yaratısının neyi anlattığı ve hangi düşünceyi içerdiği gerçeğinin belirleyiciliğini ortaya koymaktadır. İdealistlerin düşündüklerinin aksine Marks ve Engels’in belirttiği gibi “Sanat hiçbir zaman ekonomik sistemin edilgen bir ürünü değildir.”[7] ve çoğu kez yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla sömürünün bir aracı, elemanı ya da karşısında olur. Yaşamın her alanında, eğer gerçekten üretilen şey sanatsa, etkendir ve insanın, insana dair etkinliklerin yanında yer alarak belirli oranlarda belirleyicilik rolü üstlenir.
Sunay Akın’ın aşağıdaki şiiri sevdayı anlatmaya çalışırken onu ve karşı cinsi tek amaç ve bu amaca ulaşmanın yöntemlerinden biri olarak yakınma ve yalvarmayı yöntem, iletişim biçimi olarak denemesi, böylece yaşamın tek amacının da karşı cinsten beslenen bedensel ve tinsel amaç olduğu önermesi sanatın bilinçsiz salt güdüyle yapılmasının nasıl da edilgen bir ögeye dönüştüğünün göstergesidir:
“Bir dostun sıcaklığına
Öylesine
Yaslamak istiyorum ki başımı
Ya omzunu uzat sevgilim
Ya da telleri kopuk
Bir kemanı
…….
Ellerinin arasına
Al beni
Tek dileğimdir çünkü benim
Sana yakın bir Sunay Akın” (Sana Yakın)
Sanatçılar sanatsal yaratı eyleminde bulunurken Marks ve Engels’in belirttiği gibi, insanı, “…doğru bir anlatımla anlatılan olaylara somut tarihsel yaklaşımla, karakterlerin özgün yönlerini yansıtan canlı ve bireysel özelliklerini sınıfsal psikolojisiyle …” [8]ele alarak anlatmak yerine, evrensel kabul görür özelliklerinden sıyırarak içeriği ya da biçimi öne çıkarıp kendi öznel kaygılarını yansıttıkları örnekleri alabildiğine çoğaltmak olasıdır. Şaşırtıcı olan bu tutumun salt kendini ezenlerden yana konuşlandırdıklarını iddia edilenlerde değil, ezenlerin karşısında oldukları iddiasında bulunan sanatçıların ürettiklerinde de görülüyor olmasıdır.
Sanatçıdan beklenen ürününü alımlayanın ona gereksinim duymadan edinebileceği bilgiyi, görebileceği ya da zaten içinde yaşadığı çelişkiyi fotoğrafını çekerek sunmak değildir.
Son elli yılın öne çıkan şairlerinden Şükrü Erbaş’ın da benzeri bir yanlışa düştüğünü görmek ister istemez insanı şaşırtmaktadır. Şaşırtıcı olan bir diğer olgu da şiir yazmaya başladığı ilk yıllardan bugüne doğalcı ve izlenimci yaklaşımını koruyor olması, gelişip dönüşememesi ve bu özelliğine karşın toplumcu gerçekçi sanatçı olarak değerlendirilmesidir. Bu durum ülkemiz eleştirmenlerinin sanata ilişkin kuramsal yeterliliklerinin yanı sıra işlevlerini ne kadar yerine getirebildiklerinin de sorgulanmasını gerektiriyor. Moissej Kagan’ın dediği gibi, gerçekçi bir eleştiri, “…hangi somut biçim içinde yer alırsa alsın, şudur: sanat yapıtının yaratıcısına kendi yaratımının ne denli etkin olduğu ve yapıtının uyandırdığı eğilim ile sanatçının kendi amacı arasında ne denli bir uyum olduğu üstüne bildirimde bulunmak.” ;böylece, “… sanatçının daha sonraki yaratıcı faaliyetini etkileyerek, temsilcisi olduğu toplum kesiminin çıkarlarıyla ve beğenisiyle bu faaliyet arasında maksimum bir uyum sağlama…”[9] ediminde bulunarak sanat üreticilerinin işlevlerini etkin ve doğru yapmalarına katkı sunmalıdır.
Sanatçının birey olarak ezilenlerden mi ezenlerden yana mı kendini konuşlandırıyor oluşu kendisi ile ilgili bir durumdur, ancak, sanat üretiminin alımlayanlarını ilgilendirdiğinden eleştiriye açık bir olgudur da. Bu durum, doğal olarak, Şükrü Erbaş için de böyle olacaktır:
Benim mutsuz çocukluğum, bulanık
Bir asık yüz gölgesinde titreyerek
Baba korkusuyla geçti
Sevinç bile sert eserdi odalarda
Susmak saygı, gülmek ayıp, izinsiz
Konuşmak en büyük suçtu
İlk yazımda filizimde dalımda
Çocuk kusurlarımda, çocuk suçlarımda
O rüzgar yıllarca, yıllarca esti.
Sanki üzerimden yeryüzü geçti
Gövermedi gövermiyor bir türlü
Yüreğimde ezilen yaşam tutkusu. (Benim Mutsuz Çocukluğum-1982)
Sanatçıdan beklenen ürününü alımlayanın ona gereksinim duymadan edinebileceği bilgiyi, görebileceği ya da zaten içinde yaşadığı çelişkiyi fotoğrafını çekerek sunmak değildir; aksine, onun göremediği, çözümleyemeyeceği, olguları farklı bir perspektifle ileterek yaşamın çelişkisini, çelişkinin üstesinden gelebilmeyi göstermektir. Şairin babasının sert biri olması, çocukluğunda bu sertliğin kendisinde oluşturduğu duyguları paylaşması bir dost, arkadaş ortamının paylaşımı olabilir; ama kendisiyle aynı yaş gurubunda olan her yetişkinin de çocukluğunda benzerini yaşamış olmasının nedenlerinin toplumsal altyapısı her şiir okurunun ilgileneceği, bir şeyler öğreneceği olgudur; sanatçıdan beklenen de bu toplumsal altyapıyı okuyucuya sunmaktır ve hala benzeri çelişkileri yaşayanların bilinçlenmesine katkıdır.
Şükrü Erbaş’ın sanat yaşamının kırkıncı yılında yayınladığı kırk iki yıllık bu şiirle günümüzde yazdığı şiirler arasında gözle görülecek anlayış, yaklaşım farkı görememek ülke sanatı ve sanatçısı gelişimi adına üzücü; ama asıl üzücü olan ise şairin edilgen bir çerçeveye yerleştirdiği çocukluk ki bu günümüz küresel kapitalizminin sömürüsü için gereksinim duyduğu kitle kültürü oluşumuna sunduğu katkıdır. Yakınmayı, silikleşmeyi, tükenmişlik ve hiçlik duygusuna gömülerek kendi varlığına bile yabancılaşan bir topluma dönüşmek tesadüflerle gerçekleşen bir sonuç değil; aksine neoliberal politikaların bilinçli edimlerinin sonucudur. Sanat da bu bilinçli edimin en önemli aracıdır onlar için. Sanatçı yazdıklarıyla bir kişiye ölümü özletiyorsa, hüznü değişemez bir yazgı, bu yazgıdan kurtulmayı da olanaksız bir beklenti gibi iletiyorsa ürettiklerinde, o sanatçı sanatsal bir yaratı ortaya koymanın ötesine geçerek yargıç işlevine bürünüyor ve hüküm veriyor demektir:
…………
Bir ölüm düşlüyorum, başımda
Başımda o mavi erkeğim
Bir ölüm… geniş odalarda pembe
Devinirken mutluluk
Uykulara varır gibi usul usul
Usul usul susuyor yüreğim
Sol yanımda kızım benim
Benim eski benim çocuk güzelliğim
Sağ yanımda gülüşü bir ilk yaz yeli
–Öyle hafif, öyle serin—
Yiğit oğlum, yağız oğlum…
Kırıp camları bağırsam
Bağırsam diyorum avaz avaz:
Bir ölüm düşlüyorum ey insanlar
Bir ölüm…
Ölümüm evlere yas. (Genelev Mektupları XI)
………….
Şiir sanatına toplumcu gerçekçi perspektiften baktığı iddiasıyla bilinen Şükrü Erbaş’ın yazdıklarıyla arabesk duyguları çağrıştırması, toplumun “acıların toplumu” olmasıyla ilgili ama o acıların sona erdirilmesinden uzak çok iyi çizilmiş resimlerle okuyucuya sunması gerçekte tam da postmodern bir sanatçı yaklaşımı olarak değerlendirilebilir. Louis Aragon bu duruma, “… gerçekçiliğin düşmanı solcu korsandır. …çünkü kazanabilmesi için, gerçekçiliğin içten yıkılmaması gerekliydi. …halkçı bir görünüşle ortaya çıkan bir natüralizm gene bir basamak vazifesi görmektedir, ama bu basamaktan içeri giren düşman olmaktadır. Onunla birlikte de her çeşit insan: Ellerini hiçbir şeye bulaştırmadıkları iiçin kusurlarını göremediğimiz ilkesiz insanlar, her çeşit eyyamcılar, meslek heveslileri, ayağa düşürücüler, demagoglar.”[10] belirlemesiyle açıklamaktadır.
Bu gerçeklik bize görece toplumun ilerisinde olduğu varsayılan sanatçıların sanatlarını araç olarak kullanmanın ötesine geçebilmeleri için kuramsal derinliğe ve dünyanın doğru yorumlanmasına ilişkin ideolojik donanıma gerek olduğunu göstermektedir. Sanatsal üretiminin düzeyi o üretimin içinde yapıldığı toplumun düzeyini belirler. Eğer bir toplumda gerileyen, yakınan, yakarmayı alışkanlığa dönüştüren, uysal, itaatkar ve “celladından medet uman” insan davranışlar bütünü gözlemleniyorsa, öncelikle, bu ülkenin sanatçılarının -herkesten önce topluma, insana ilk dokunanlar olduklar için- kendilerini sorgulamaları gerekmektedir! Çünkü Marks ve Engels’in de belirttiği gibi “Fikirler, kavramlar ve bilinç üretimi her şeyden önce insanların maddi etkinliklerine sıkı sıkıya bağlıdır. Gerçek yaşamın dilidir.”[11]
NOTLAR
*Birçok Türk – İslam anlayışı yazarının ve resmi tarihçilerin iddialarının aksine Baba İshak’ın takipçileri olan ve yönetimini Baba İlyas, Menteş (Hacı Bektaş Veli’nin kardeşi) ve Hacı Bektaş Veli’nin (Aksi bazı iddialara karşın) üstlendiği “Babai İsyanları” dinsel değil Anadolu Selçuklu Feodallerine karşı verilmiş bir köylü savaşıdır.
[1] Bedrettin Cömert, Eleştiriye Beş Kala
[2] Terry Eagleton, Eleştiri ve ideoloji
[3] Bedrettin Cömert, Sanat ve Edebiyat Üzerine
[4] Bedrettin Cömert, Eleştiriye Beş Kala
[5] Terry Eagleton, Eleştiri ve İdeoloji
[6] Bedrettin Cömert, Sanat ve Edebiyat Üzerine
[7] Karl Marx, F. Engels, Yazın ve Sanat Üzerine
[8] Karl Marx, F. Engels, Yazın ve Sanat Üzerine
[9] Moissej Kagan, Estetik ve Sanat Dersleri
[10] Louis Aragon, Çağımızın Sanatı
[11] Karl Marx, F. Engels, Yazın ve Sanat Üzerine