“Devrim; kadının
mutfaktan çıkıp
ülkeyi yönetmesidir.”[2]
√ İşe “ataerki”ni tanımlama girişimiyle başlayayım: Tarihin verili bir momentinde (bu momentin ne olduğu ya da önce hangi coğrafyada biçimlendiği burada tartışma konusu değil), belirli tarihsel koşullar altında biçimlenen yaşlı ve otorite sahibi bir erkekler grubunun kadınlar ve gençler üzerindeki sistemli, kalıcı yaptırım gücüne dayalı iktidarı.
√ Nerede, nasıl biçimlendiğini burada tartışma konusu yapmak yanlısı olmadığımı vurguladım. Ama şu iki nokta önemli: ilkin yazılı tarihin şafağında akrabalık temelli örgütlenmiş küçük ölçekli tarımcı (hortikültürel) ya da çoban toplumlarda (kabile toplumları) ortaya çıkmış olsa da siyasal iktidarının biçimlenişinde örnek teşkil etti. İÖ 4. bin yıllarında Mezopotamya’da biçimlenen ilk site devletler, “koruyup kollamakla” yükümlü oldukları uyrukları üzerinde ölüm-kalım dahil her türlü yetkeye sahip eril ve paternel yöneticilerin iktidarına dayanıyordu.
√ Bu anlamda “ataerki”ni siyasetten ve siyasal iktidardan ayrı düşünmek imkânsızdır. İktidar, zuhur ettiği her yerde, “eril” karakter yüklenir.
√ Merkezileşmiş kurumsal siyasal erk, yani devlet sınıflı karakteri gereği ve bir sınıfın diğer(ler)i üzerindeki buyurganlığı açısından “eril” olduğu gibi, özel alanda da eril iktidarı destekler. Bu erillik iki biçimde tezahür eder: kamusal alanda, kadınların (diğer madunlarla birlikte) karar alma mekanizmalarından (bir başka deyişle kamusal alanın bütününden) dışlanması (ya da buralarda ancak erkeklerin “vekilleri” olarak boy gösterebilmeleri); domestik alanda kadınların evlenmeden önce babalarına, ardından da kocalarına tabi olmaları.
√ Kullanışlı bir yönetsel aygıt olarak devletler yaygınlaştıkça bu durum da yaklaşık evrensel bir geçerlik kazanır. (İslâm’da “asr-ı saadet olarak anılan çağdaki, örnek gösterilen bütün güçlü kadın figürlerinin kabile dönemine ait oluşu.)
√ Siyasal iktidar, üretim tarzı ve ilişkilerinden soyut bir kurum değil. Hâkim üretim ilişkileri değiştikçe, bünyesinde biçimlendikleri siyasal formlar da değişime uğrar. Antik site devlet ve imparatorluklar, Feodal adem-i merkeziyetçi domain’ler, merkezi krallıklar, ulus-devletler… Bunlardan her biri, hiç kuşku yok ki hâkim üretim tarzının mantığı ve yerel gereksinimler doğrultusunda büyük çeşitlilik göstermekle birlikte, ataerkildir. Bir iktidar formu olarak ataerki, egemen sınıf(lar)a (çoğunlukla dinsel buyrultularla desteklenen) bir güç sağlar.
√ Böyle kavranıldığında, ataerki geçmişe ait, arkaik, geleneksel, modernleşmeyle, eğitimle vb. giderilebilecek bir “şey” değil. Özel alanla sınırlı, ya da yalnızca kadın-erkek ilişkilerinde tezahür eden bir şey hiç değil. “Ataerki”nin “ne”liğini ancak sınıflı toplumlar tarihi çerçevesi içinde, iktisadi-siyasal hâkimiyet bağıntıları içinde kavrayabiliriz.
√ Ataerkini Sınıf egemenliği ile erkek egemenliğinin kesişim noktası olarak “iktidar” perspektifi çerçevesinde kavraması kadın sorununa Marksist yaklaşımı, feminizmin tüm versiyonlarından ayırt eder. Çünkü kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar (liberal, radikal, maddeci, sosyalist, siyasal lezbiyen vb.) feminizm(ler) için ataerki (patriyarka) sınıfsal sömürü ya da iktidarla yer yer kesişebilen, örtüşebilen, yer yer de çelişen ama ondan bağımsız, onunla ilişkinsiz bir tahakküm (kimilerine göre “sömürü”) biçimidir. Sınıfsal sömürü sınıfları karşı karşıya getirir, patriyarka ise kadınlar ile onları (-n bedenlerini, emeklerini, kimliklerini) tahakküm altında tutan ve/veya sömüren erkekleri. Feminist versiyonunda ataerki, kökeninin “ne” olduğu önemli olmayan (erkeğin fiziksel gücü? Zekâsı? Kadının doğurganlığı? Erkeğin kültür üreticisi olması? Vb. vb.) ve ezelden beri evrensel ölçekte süregiden bir hâldir ve ancak iktisadi-siyasal hâkimiyet ilişkilerini dönüştüren bir toplumsal devrimle bağlantılı ya da bağlantısız, bütün kadınların birleşik mücadelesiyle tasfiye edilebilir.
√ Oysa Marksistler için kadın erkek ilişkileri dâhil bütün toplumsal ilişkilerin eşitlikçi bir temelde dönüştürülmesi, bir sosyal devrim ile mümkün olabilir. Ataerkinin tasfiyesinin, yani kadınların kurtuluşunun zemini, sınıflı toplumun ve onun ürettiği her türlü iktidar biçiminin tasfiyesi ile mümkündür.
√ Bunu daha iyi anlayabilmek için kapitalizm ile ataerki arasındaki ilişkilere, ya da kapitalizmin ataerkini nasıl temellük edip kendine uyarlı hâle getirdiğine bakmak gerek.
√ Hemen belirteyim, kapitalist sistem, kendisini mümkün kılan eşitsizliklerin hemen hiçbirini yaratmadı. Bunları, kapitalizm-öncesi sömürü sistemlerinden tevarüs etti. Yani kapitalizmin tarih sahnesine çıktığı dönemde dünya eşitsiz bir mekândı: merkez-çeper, kır-kent, kafa-kol emeği, kadın-erkek… Kapitalizm bu eşitsizlikleri, kendi gelişimini sağlayacak biçimde yeniden dizayn etti yalnızca. Örneğin Merkantil Çağ’da merkezi krallıklar hâlinde örgütlü, düzenli ordulara sahip Batı Avrupa devletleri, teknolojik, askeri ve örgütsel avantajlarını Batı-dışı dünyayı sömürgeleştirmede seferber ettiler. Buharlı makinenin icadı ve dokuma sanayiinde kullanılması, kırsal nüfusun geçimlik tarım yaptığı ortaklaşa toprakların çitle çevrilerek özel mülke dönüştürülmesine, kırsalın yoksullaşmasına, ekmeğinin peşinde kentlere göç ederek sanayinin gereksindiği proleterleri sağlamasına yol açtı. Sayıları bir hayli az olan okumuş-yazmışlar, büyük yığınları kontrol altında tutan merkezi devletin bürokrasisine, kapitalist atılımı sağlayan teknokratlara, tıp, hukuk, mühendislik gibi uzman mesleklere personel sağladılar.
√ Gelelim kadın-erkek eşitsizliğine… Kapitalizm ataerkil geleneklerin yerleşikleştirdiği, kurumsallaştırıp kanonize ettiği, ve artık herkese “doğalmış” gibi gözüken bu eşitsizliği memnuniyetle devraldı. Kırsaldan kentlere göç etmiş, aç, yoksul köylü yığınlarının yarısı, binlerce yıllık ataerkil baskı ve tahakküm altında biçimlenmiş itaatkâr, uysal, çalışkan kadın emekçilerden oluşuyordu. Parmakları ince ve esnekti, kendilerine verilen en düşük ücretlerle, en elverişsiz çalışma koşullarında çalışmaya razıydılar. Zaten makineler artık işçinin fiziksel güçten çok sabırlı, dikkatli ve tahammüllü olmasını gerekli kılacak biçimde değiştirmişlerdi üretim sürecini. Bu gereksinimi “özelleştirilen”/yağmalanan kırsaldan yeni kopmuş, sefalet ücretleriyle günde 12-13 saat çalıştırılan genç kadınlar ve çocuklar karşıladı. Sınai kapitalizmin şafağında kadınların kanı ve teri, muazzam bir sermaye birikimini sağlayacaktı Batı Avrupalı patronlara. Kadınlar yığınlar hâlinde “domestik alan”dan kopartılarak “kamusal alan”da, evlerinin dışında, kimi zaman çok uzağındaki fabrikalarda, atölyelerde bulmuşlardı kendilerini…
√ Ancak, işler kısa süre sonra çığırından çıkacaktı. Kadınların evlerinin dışına sürüklenmesi, onların “domestik alan”daki “görev”lerini, bir başka deyişle “yeniden üretim”ci faaliyetlerini ihmaline yol açtı. Evdeki işsiz babaya, fabrikalara, atölyelere köle olmamış büyük kardeşlere ya da sokağın ihtimamına terk edilen çocuklar bakımsızlıktan, açlıktan, hastalıklardan kırılıyordu. Eve ekmek getiremeyen babanın otoritesi sıfırlanmıştı; erkekler aile kurmaktan, evlenip çoluğa çocuğa karışmaktan kaçınıyorlar, babasız çocuklar sokağın insafına terk ediliyordu. Havasız, rutubetli atölyelerde, fabrikalarda günde 12-13 saat pamuk ipliği soluyan, hareketsiz biçimde çalışmak zorunda kalan kadınlar başta solunum yolu olmak üzere her türlü hastalıktan kırılıyor, gebeliklerinin neredeyse son gününe kadar işe gelmeye, çocuğunu doğurur doğurmaz işbaşı yapmaya zorlanıyordu. Ölmelerinde, hastalanmalarında bir beis yoktu; çalışamaz duruma gelenin yerini almak için fabrika kapısında binlercesi bekliyordu ne de olsa.
Bu durum genç işçi sınıfının saflarında olduğu kadar, filantropik burjuvalar arasında tepkiye yol açıyordu. İşi, ekmeği elinden alınan, onuru kırılan öfkeli erkek işçilerin başını çektiği ilk işçi sendikaları ve patronlarını “sütünü sağdığı ineği kesmemeye” iknaya çalışan burjuva ideologları kendi cephelerinden harekete geçerek, kadın ve çocukların çalıştırılmasını sınırlandıran, hatta bazı iş kollarında yasaklayan yasa ve kararnameler için hükümetleri zorlamaya koyuldular. Zira, kadınların evde oturup geleceğin sağlıklı işçi kuşaklarını yetiştirmesi sistemin verimliliği ve “bekası” açısından daha rasyonel gözüküyordu. Böylece işçi sınıfının bir kuşakta tükenmesinin önüne geçilmiş oluyordu.
Kadınların çalışma saatlerinin sınırlandırılması, bazı sektörlerden tümüyle dışlanmaları ve erkek ücretlerinin “aile ücreti” olarak tanımlanması girişimlerine “sağlıklı aile yuvası”, “yuvayı yapan dişi kuş”, “anne şefkatinin çocuklar üzerindeki olumlu etkisi” vb. konularda “bilimsellik” savlarına dayalı yaygın bir propaganda kampanyası izledi… Üretimden tam olarak kopamasalar da kadınlara asli işinin domestik görevler olduğu anımsatılmalıydı. Ucuz işgücüne erişme hırsının kapitalizmi tükenme noktasına sürüklemesinin önüne, ataerkil işbölümünün yeniden tesis edilmesi geçti… Kapitalist sistem, yeniden üretimin (çocukların bakımı, işçi ailesinin beslenmesi, hanenin sağlıklı koşullara kavuşturulması…) maliyetini kamuya yüklemek yerine (kreşler, okul-öncesi yaygın eğitim, toplu yemekhaneler, çamaşırhaneler, yaygın sağlık hizmetleri…) ücretsiz olarak bunu zaten görev bilen kadınların sırtına yıkılmasının kendi sürdürülebilirliği açısından daha rantabl olduğunu keşfetmişti. İşçi sınıfı altın yumurtlayan tavuktu; onu boğazlamamak gerekiyordu. Kapitalizm ataerkini yeniden dizayn ederek temellük ediyordu. İdeal olarak babanın evin ekmek kazananı olduğu, kadının evde çocuklarla ilgilendiği, karı-koca ve evlenmemiş çocuklardan oluşan çekirdek aile, böylelikle burjuva toplumunun bir yarı-gerçekliği (çünkü proletaryanın büyük bölümü için bu, mümkün değildi), ama aynı zamanda ideali hâline geldi.
√ Yine de, ucuz ve uysal bir işgücü deposu olarak kadınların üretime katılmasından vaz geçmek mümkün değildi. Kadınların geleneksel cinsiyet rolleriyle ilişkili sektörlerde (dokumacılık, gıda hazırlama, ebe-hemşirelik, öğretmenlik…) istihdamı süregiderken (örneğin 1860’lı yıllarda İngiltere’de tekstil endüstrisinde kadınlar işgücünün büyük bölümünü oluşturuyordu. Dokuma tezgâhlarında çalışanların yüzde 65’i, iplik eğirenlerin yarıdan fazlası kadındı. Koruma yasalarının yürürlüğe girdiği 1841’den 1891’e İngiltere’deki tekstil fabrikalarında çalışan kadın işçilerin sayısında yüzde 221’lik bir artış oldu. Bu dönemde erkek işçi sayısındaki artış ise yüzde 53 kadardır.[3]) Ne ki, bu sektörlerin ücretleri, “erkek işleri”nin oldukça gerisinde seyrediyordu.
√ Dahası, kadınlar 20. Yüzyıl boyunca dünyayı sarsacak paylaşım savaşlarının istihdamdan boşalttığı erkeklerin yerini doldurmak üzere en az iki kez yığınsal olarak üretime çekildiler; daha önce kendilerine yasaklanan madencilik, ağır sanayi gibi sektörler dâhil… Ama savaş sona erdiğinde, yerlerini erkek işçilere terk etmek üzere evlerine dönmeleri isteniyordu kendilerinden.
√ Ne ki kitlesel sınai üretimdeki konumları ve kendilerinin de aktif görev aldıkları yüzyılı aşkın işçi mücadeleleri tarihi, kadınlarda bir sınıf bilincinin oluşmasını sağlayacaktı. Kadınların özgül taleplerini sınıf örgütlerine kabul ettirmelerini ve patronlara karşı mücadelelerinde yükseltmelerini sağlayan bir sınıf bilinci… Böylelikle, işçilerin örgütlü mücadelesi, sosyalist sistemin baskısı ve 1940’ların sonlarından itibaren kapitalist sistemin Batı dünyasında kazandığı göreli istikrar, bir yandan işçi refahının göreli yükselmesine, bu arada kadın emekçilerin çalışma koşullarını iyileştiren düzenlemelerin devreye girmesine yol açtı: sosyal güvenlik, uzatılan ücretli doğum izinleri, kreşler, süt izni, işe almada cinsiyet ayırımcılığının yasaklanması, sağlık koşullarının düzeltilmesi, eğitim izinleri…
√ İşçi sınıfının bu kazanımları, elbette kapitalistlerin konumlarını kırılganlaştırıyordu. 1970’li yılların sonlarında sistemin içine düştüğü büyük kriz, kapitalizmin sonunun geldiği düşüncesini yaratmıştı pek çok çevrede.
Ancak bu “son” gerçekleşmedi. Sermaye hareketlerini hızlandıran teknolojik gelişmelere koşut olarak sosyalist sistemin çöküşü, kapitalizmin imdadına koşacaktı. Kapitalizm, krizden “bagaj boşaltarak” çıkmasını başardı: göreli refahın emekçi sınıflarla paylaşılmasını sağlayan istikrar dönemlerindeki “sosyal devlet” uygulamalarından vaz geçerek… Sermayeyi, üretimi emeğin ucuz, bol ve örgütsüz olduğu çeper ülkelere yöneltip Kuzey’li işgücünün deregülarize ederek, kırılganlaştırarak, örgütsüzleştirerek… İşçi sınıfı mücadeleleriyle genişlemiş kamusal hizmetleri vahşi bir özelleştirme saldırısına maruz bırakıp daraltarak…
Petrol ve diğer enerji kaynaklarının fiyatlarının yükselmesiyle artan üretim maliyetleri, bu yollarla işgücü fiyatlarının, yani ücretlerin devasa miktarlarda azaltılması yoluyla dengelenecekti. Sermaye, işçi sınıfının ve emekçilerin yüz yılı aşkın sınıf mücadelelerinin rövanşını, onlar için yarattığı neoliberal cehennemle alıyordu.
Ucuz(latılan) işgücü, en çok kadınlardan kaynaklanıyordu: Güney’de de, Kuzey’de de. Yoksul, az gelişmiş Güney ülkelerinde kırsaldan yeni kopmuş genç kadın yığınları ince parmakları, tahammül güçleri, ince işlere yönelik dikkatleri ve boyun eğicilikleri ile Samsung’a, Hewlet Packard’a, IBM’e, Apple’a ya da tekstil devlerine, besin endüstrisine… muazzam kârlar kazandırmaktaydılar. Tıpkı 150-200 yıl önce kırsaldan kopmuş Avrupalı köylü kadınların yaptığı gibi…
√ Kuzey’de kadınların daha iyi durumda olduğu söylenemez: tam zamanlı, güvenceli işler hızla yitip giderken kadın emekçiler yarım zamanlı, düşük kalifikasyonlu, düşük ücretli işlerde yoğunlaşacaktı. Günümüzde dünyada yarı-zamanlı çalışanların büyük bölümünü kadınlar oluşturuyor.[4] Dahası, tam günlük işlerde de kadın ücretleri, aynı işi yapan erkeklere göre bir hayli düşük (Eşit Ücret Yasası’nın 1963’ten beri, yani 57 yıldır yürürlükte olduğu ABD’de kadın ücretleri aynı işi yapan erkeklerin yüzde 77’si kadar, örneğin! AB ülkelerinde ise, bu oran yüzde 75-90 arasında değişiyor. Ve BM mevcut tempoyla dünyada erkeklerle kadınlar arasındaki ücret eşitsizliğinin, 70 yıl sonra ancak kapanabileceğini ifade ediyor![5])
Yalnız istihdam alanında değil, bugün kadınlar dünyadaki ücretsiz domestik işlerin hemen tümünü gerçekleştiriyorlar. Bir başka deyişle, dünyada düşük ücretli, düşük kalifikasyonlu işlerin büyük bölümü ve yeniden üretimin neredeyse tümü, bugün de kadınların sırtındadır.[6]
√ Öte yandan, “yeni dünya düzeni”nde, kadın ve çocuk ticareti de küreselleşti. Günümüzde fuhuş “sektör”ü, yıllık 156 milyar dolarlık cirosuyla son derece kârlı bir “iş” olmayı sürdürüyor.[7] Bugün dünyada 15 milyona yakın kadının fuhuş sektöründe çalıştırıldığı kaydedilirken,[8] bu sayının savaşlar ve neden olduğu yıkımla katlanarak arttığını belirtmeye gerek var mı?
√ Neoliberalizmin küresel ölçekli bir başka getirisi, emek temelli örgütlenme çabalarını marjinalize eder, sendikaların içini boşaltırken örgütlenme çabalarını de (“devletin küçültülmesi” retoriğiyle uyumlu bir şekilde) “sivil toplum girişimciliği”ne kanalize etmesidir. Bu anlamda, “küçülen” (oysa devlet(ler)in küçüldüğü filan yoktur: onlar devasa askerî-güvenlik komplekslerine dönüşmektedirler. “Küçülen”, devletin sosyal işlevleridir), devletlerin sosyal hizmetlerinin, çoğu küresel finans kurumları tarafından sağlanan fonlarla desteklenen sivil toplum örgütleri tarafından üstlenilmesi beklenmektedir.
Bu koşullarda neoliberal ataerki, bir yandan kadınların emeğinin ve bedeninin küresel ölçekte değersizleşmesini getirir, bir yandan onları örgütsüz ve desteksiz bırakırken, bir yandan da bölgesel kaynaklar üzerine emperyalist rekabetin tetiklediği küresel şiddet ortamında, onları hızla tırmanan bir eril şiddetle karşı karşıya bırakmaktadır. Aile-içi şiddet, kadın cinayetleri bir “az gelişmişlik”, “kültürel gerilik” vb. sorunu değil, tüm dünya kadınlarını tehdit eden bir tehlikedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporlarına göre yeryüzünde her üç kadından biri fiziksel şiddete uğrarken, “dünyanın en demokratik ülkesi” sayılan 10 milyon nüfuslu İsveç’te her yıl 100 000 kadar kadının aile içi şiddete uğradığı hesaplanıyor. Afganistan verilerini isterseniz hiç tartışmayalım!
Peki bütün bunlardan ne gibi sonuçlar çıkartılabilir? Birkaç başlık hâlinde özetleyeyim.
Öncelikle binlerce yıllık ataerkinin meşrulaştırdığı eşitsizlik örüntülerinin karşısına “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarıyla çıkan ama onlar üzerine yerleşen kapitalizm, hele ki onun neoliberal versiyonu, emekçiler, yoksullar, hele ki kadınlar için hiç de vaad ettiği cennet olmadı. Küresel gelir dağılımındaki eşitsizliği görülmemiş ölçüde arttırırken, sıradan insanların yaşam koşullarını büyük ölçüde zorlaştırdı.
Kadınlar, hem üreticiler, hem de yeniden-üreticiler olarak bu zorluktan en büyük payı alanlar oldu. Bugün “yoksulluğun kadınlaşması”ndan söz edilmesi, boşuna değil. Kapitalizm kadınları küresel ölçekte istihdam alanına çekerken, onların “geleneksel/domestik” konumlarında herhangi bir değişimi engelleyecek tarzda işliyor. Bir başka deyişle, onları ucuz, uysal, geçici işgücü deposu olarak görürken, bir yandan da domestik işleri -devletin sosyal işlevlerini sınırlandırarak ya da piyasaya entegre ederek- bedelsizce kadınların sırtına yüklemekte.
Kadınların (ve çocukların) istikrarsızlaşan koşullarda (savaşlar, kırsaldan kentlere göç, işsizlik, yoksulluk) artan oranlarda küresel fuhuş piyasasına çekilmesi, kadın bedenlerinin “değersizleşmesi”nin bir başka veçhesini oluşturuyor.
Bu durumda, küresel “servet”in büyük bölümünün, kadınların emeği ve bedenleri üzerinden devşirilmekte olduğunu, yani “kadın sömürüsü”ne dayandığını söyleyebiliriz.
Kapitalizmin doğası gereği insan değil kâr-merkezli bir sistem olması, durumları dünyanın her yerinde giderek kırılganlaşan kadınlar lehine destek mekanizmalarını azaltıyor ve kötürümleştiriyor. Bu ise, onları şiddetin domestik dâhil her biçimi karşısında daha kırılgan kılıyor.
Özetle, kapitalizm, kadınların etinden, sütünden, tüyünden, kemiğinden yararlanmanın, kadınların emeğinden, bedeninden, yaşamından yeni kârlar devşirmenin öteki adıdır.
Bugün artan dozda İslâmi sosla bezenen Türkiye kapitalizmi için de böyledir. AKP’nin kamusal alanı kadınlardan “arındırma” yolundaki ısrarlı girişimlerinin (kadın yöneticilerin ve kamuda çalışan kadınların tedrici tasfiyesi, ailenin güçlendirilmesi çabaları ve yüceltilmesi, kürtajın erişilmez kılınması, doğurganlığı teşvik…) önemli bir sonucu, AKP’nin dayandığı İslâmi/yerel sermaye için kadın emeğinin ucuzlatılması ve yeniden üretimci faaliyetlerin mümkün olduğunca hane içine çekilmesidir: Burada kapitalizm ile dinin istekleri uyumludur, ya da uyumlulaştırılmaktadır.
Bu noktada gelebilecek feminist itiraz şudur: bütün suç kapitalizmde (ya da sınıflı toplumda) mı? Erkeklerin hiç mi suçu yok?
Olmaz olur mu? Hiç kuşku yok ki, kadınların ev içi hizmetleri bilabedel karşılamalarından, analıklarından, cinsel hizmetlerinden tekil erkekler, yaşamın avantajlarından yararlanmadaki hiyerarşik konumları ölçüsünde nemalanmaktadırlar. Kapitalist sistem, “yuvayı yapan dişi kuş” imgesini işgücünün maliyetini düşürmenin yanısıra, tarihsel muhatabı erkek emekçinin gönlünü hoş tutmak, ona ertesi gün işine temiz pak, dinlenmiş, doyurulmuş olarak gelmesini sağlamak için de sürdürür. Ve çocuklarını doğurup büyütecek, çamaşırlarını yıkayıp ütüleyecek, her gün sıcak yemeğini önüne koyacak, evini temiz tutacak, hastalandığında kendisine bakacak, nefsi kabardığında bedenini sunacak, kafası bozuldu mu hırsını çıkartabileceği, buyruklarını dinlemeye hazır bir köleye sahip her köle, kendini “efendi” hisseder…
Sorun, bu eşitsizliği, salt kadın-erkek ilişkileri çerçevesi dâhilinde, içinde biçimlendiği iktisadî-siyasal, toplumsal bağlamdan bağımsız olarak giderebilmenin olanaksızlığındadır. Çünkü eşitsizliğe dayalı iktisadî-siyasal kadın-erkek eşitsizliğini de sürekli olarak yeniden üretecektir. “Bağımsız olarak hayatta kalamadıkça, toplumsal cinsiyet tahakkümü konusunda ne denli eleştirel ve uyanık olurlarsa olsunlar, kadınlar özgürleşemez,” diyor Lilia Monzó.[9]
Bu durumda, emek eksenli bir kadın hareketi, bir yandan kadınların ataerki karşıtı güncel talep ve mücadele alanlarında varlık gösterirken, bir yandan da bu pratiği kadınların üzerindeki ataerkil tahakkümün ortadan kaldırılmasını sağlayacak iktisadî, siyasal, toplumsal koşulları biçimlendirmesi ile bağlantılandırmalıdır.
Tüm yakıcılığı ve güncelliğine karşın kendini salt “şiddete karşı mücadele”yle sınırlamayı reddeden emek eksenli bir kadın hareketinin talep ve mücadele başlıkları şöyle taslaklaştırılabilir:
• Kadınların yaşamın tüm alanlarında tam eşitliği;
• Toplumsal-siyasal hayatın her alanına kısıtsız erişim hakkı;
• Ev işlerinin toplumsal sorumluluk alanına taşınması;
• Yetişkinler arasındaki rızaya dayalı ilişkilerin kamunun ilgi alanı dışına çıkartılması;
• Din, etnik aidiyet, toplumsal cinsiyet ya da cinsel yönelimin ayrımcılık ya da ayrıcalık konusu olmaktan çıkartılması;
• Evliliğin erişkin bireyler arasında rızaya dayalı ve taraflardan birinin isteği üzerine bozulabilecek bir akit olarak tanımlanması; birlikte yaşayan çiftlerin evli olanlarla aynı haklardan yararlanması;
• Çocukların bakım ve yetiştirilmesinde ebeveynlerin eşit sorumluluğu; çocuk yetiştirmenin kamu sorumluluk ve güvencesi altına alınması;
• Toplumsal cinsiyet ayırımcılığı ve cinsiyete dayalı işbölümü nosyonlarını elimine edecek bir sosyalizasyon süreci;
• Medyada ayırımcılığı körükleyen söylemlerin yasaklanması;
• Çocuk taciz ve tecavüzlerinin en ağır biçimde cezalandırılması;
• Kadına yönelik şiddetin hafifletici neden olmaksızın nefret suçu kabul edilmesi; şiddet mağduru kadınlar için korunma ve rehabilitasyonu içeren sosyal destek mekanizmaları;
• Toplumsal mekânın “kadın dostu” olacak biçimde yeniden örgütlenmesi; insan yaşamını kolaylaştırmaya yönelik bir kentleşme tasarımının hayata geçirilmesi…
Ve hiç kuşku yok ki yaşamın her alanının örgütlenmesinde kadınların talep ve önerilerini formüle edecek bağımsız bir kadın örgütlenmesi…[10]
Böylesi bir perspektif ve bu hatta sürdürülecek mücadele, geleceklerini iradesini babaya, kocaya, hocaya, devlete teslim etmeden, iki ayağı üzerinde durarak kendi elleriyle biçimlendirmeye kararlı kadın kuşaklarını biçimlendirecektir.
N O T L A R
[1] Kaldıraç Kadın Çalıştayı’nda (17-18 Ekim 2020) yapılan konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:232, Kasım 2020…
[2] V. İ. Lenin.
[3] Lindsey German, Cinsiyet, Sınıf ve Sosyalizm, Babil Yayınları, 2006, s.46.
[4] Arjantin’de tüm yarı zamanlı çalışanların yüzde 63’ü, Avustralya’da yüzde 71’i, Avusturya’da yüzde 81’i, Belçika’da yüzde 80’i, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 70’i, Fransa’da yüzde 80’i, Meksika’da yüzde 57’si, Güney Afrika’da yüzde 66’sı, kadınlar… (http://data.worldbank.org/indicator/SL.TLF.PART.TL.FE.ZS.)
[5] “Gender pay gap will not close for 70 years at current rate, says UN”, The Guardian, 5 Mart 2015.
[6] Tüm dünyada: Gana örneğini temsili kabul eden UNIFEM verilerine göre, ülkede ücretli kamu işçisi bir kadın, ev işlerine haftada ortalama 30 saat ayırırken, erkek ücretliler için bu süre 9 saati bulmuyor. Bu ise toplam kadın iş gününü haftada 73.4 saate çıkartmakta. Erkek kamu işçilerinde bu süre 56.2 saat. (UNIFEM, Progress of the World’s Women, 2005. Women, Work and Poverty.) Avustralya’da ev işlerine ayrılan süre, kadınlar için 33 saat 45 dk., erkekler için ise 18 saat 20 dk. (http://www.abs.gov.au/AUSSTATS/abs@.nsf/Lookup/4102.0 Main+Features40Marchyüzde202009. ) Kanada’da ise kadınlarda 50.1 saat, erkeklerde 24.4 saat. (http://www.statcan.gc.ca/pub/89-503-x/2010001/article/11546/tbl/tbl006-eng.htm)
[7] İşte bu sektörün “şampiyonları” ve yıllık ciroları: 1. Çin:73 milyar USD; 2. İspanya: 26.5 milyar USD; 3. Japonya: 24 milyar USD; 4. Almanya: milyar USD; 5. ABD: 14.6 milyar USD; 6. G. Kore: 12 milyar USD; 7. Hindistan: 8.4 milyar USD; 8. Tayland: 6.4 milyar USD; 9. Filipinler: 6 milyar USD; ve dünya 10.su, Türkiye 4 milyar USD. (Havocscope, Global Black Market Information, http://www.havocscope.com/prostitution-statistics/)
[8] “Aslan payı, 5 milyon fahişe ile Çin’de… Türkiye, 118 bin fahişeyle listede 9. Sırada. (a.y. http://www.havocscope.com/number-of-prostitutes/)
[9] Lilia D. Monzó, “Women and revolution: Marx and the dialectic”. Knowledge Cultures, 4 (6), s.115.
[10] Bu “bağımsızlık” vurgusu önemlidir ve buradaki yaklaşımı 20. yüzyıl başındaki sınıf temelli kadın hareketlerinden farklılaştıran temel noktadır. Yaşanan sosyalizm deneyimi, parti komutasına giren bir kadın örgütünün (ve diğer denetim organlarının) partinin deformasyona uğraması durumunda kendi özneleri üzerinde tahakkümü yeniden üreten aygıtlara dönüştüğünü göstermiştir. Bir başka deyişle, sosyalizmi kurma misyonunu üstlenmiş aygıtlar üzerinde taban denetimini sağlayacak mekanizmalar, sosyalizmin sürdürülebilirliğinin önkoşuludur.