Simone Weil, İlyada üzerinden bir okuma yaparak “güç” kavramı üzerinde duruyor. Olayları ve kahramanları gerçek olan İlyada’nın merkezinde güç kavramı yer alır. Güç insanı deforme eder, dönüştürür, köleleştirir. En gerçek anlamıyla insanı bir “şey”e dönüştürür: “Onu bir leşe çevirir.” (s.6). İlyada bir anlamda tarihsel bir belgedir: “İlyada insana tutulan aynaların en safı ve en güzelidir.” (s. 5). İlyada baştan sona gücün insanı her şeye dönüştürdüğünü sergiler durur. Düşmanı dize getiren kahramanların kaderi birden tersine döner: “Onlar akbabalar için eşlerinden bile daha değerli hale geldi.” Hektor, yiğit bir kahramanken toz toprak içinde arabanın arkasında sürüklenen bir nesneye dönüşür. Böyle bir gösteri acıdır ama insana dünya devranının nasıl da değişken olduğunu gösterir. Homeros’un dizeleri, galibi göklere çıkarmaz; alta düşen üste de çıkar, üstte olan alta düşer.
Güç insanı deforme eder, dönüştürür, köleleştirir.
İnsan hep gücün etkisindedir; destanların gösterdiği bu. İnsanlar birbirlerini güçleriyle etkilemektedir sürekli: “Yolda yanımızdan geçen biri için kenara çekilirsek bu bir reklam panosunun yolumuza çıkmasından kaçınmak için kenara çekilmekle aynı şey değildir; odalarımızda tek başımıza olduğumuzda, yanımızda bir ziyaretçimiz olduğunda yaptığımızdan oldukça farklı bir şekilde oturur, kalkar, dolaşır, tekrar otururuz.” (s.12). Gücüm var diye övünen yanılır çünkü gücün kurban olarak kimi boğazlayacağı belli olmaz.
Simone Weil, gerçekte kimsenin güce sahip olmadığını İlyada gösterir bize diyor: “İlyada’da insan ırkında bir yanda boyunduruk altındaki kişiler, köleler, ibadetler, öte yanda da fatihler ve reisler diye bir ayrım bulunmamaktadır. Bu manzumede zaman zaman zorla boyun eğmek zorunda kalmayan tek bir adam bile yoktur.” (s.18). Günü gelip titremeyen kahraman yoktur. “Kılıca sarılan kılıçla telef olur.” (22). Hektor kalkanını alıp narasını savurduğunda Akaların yiğitleri titrer ama Aşil, ortaya çıktığında da Hektor, kaçınılmaz sonu görüp titrer: “Zafer, yiğitlikten ziyade kör talihle ilgili bir meseledir.” (s.22).
İnsan hep gücün etkisindedir; destanların gösterdiği bu.
Gücün kötüye kullanımını cezalandırmak için otomatik olarak işleyen yasa, Yunan düşüncesinin ana konusuydu. İlyada destanının özü budur; sonrasında da tragedyalarda işleyen mantık aynıdır. Felsefede de bu etki sürmüştür. Pisagorcular için, Sokrates için, Platon için insanın ve evrenin doğası bu anlayışa dayanıyordu: “Kader, kör talihiyle de olsa adalet tesis eder.” (s.22). Hektor, Aşil’e yenilince yaptığı hatanın farkına varır ama artık çok geçtir: “Ve şimdi pervasızlığım sayesinde halkımı yok ettim.” Peki galip Aşil için Hektor’u öldürmek neydi? “Bir anlık keyif.” Aşil’in ölümü ise Truvalılar için bir anlık keyif. “Ve Truva’nın yok edilmesi Akalar için bir anlık keyiften ibaretti.” (s.31).
Simone Weil, insanın aşırılığın cazibesine bir türlü karşı koyamadığını düşünüyor. Akalar, Truva’nın surlarını aşamayınca geri dönecekken onları bir daha gelemesinler diye korkutmak üzere yöneldiği son hamle, aşırıydı ve bu aşırılığın karşı tarafın onurunu incittiğini düşünmemişti bile. Ancak Akalar geri döndüğü, yurtlarına dönmekten vazgeçip yeniden Truva’ya yöneldiğinde anlamıştı hatasını ancak geri adım da atamamıştı. Geri adım attığı anda şehirde itibarının beş para etmeyeceğini biliyordu ve içi cız ederek ölümün geleceğini de hissetmişti ama kararından da dönemedi. “Sevgili eşini bekleyen köleliğin aşağılamalarını gözünde canlandıran koca, beklentiyle bile şefkatlerini lekeleyecek tek bir hakareti düşünmeye bile katlanamaz.” (s. 45). Hektor eşine şöyle dedi: “…benim için daha iyi / Seni kaybetmek, yerin altına girmek için.” Aşil’in arabasının arkasında sürüklenerek kanıyla toprağı sulamış oldu. “İlyada vurguladığı acı ile eşsiz benzersiz bir yapıttır, bu acı şefkatten doğar ve gün ışığı gibi ayırt etmeksizin herkese nüfuz eder.” (s. 48). Destan baştan sona üslubunu hiç değiştirmeden acıyı betimler, savaş eyleminin yıkıcılığını, soğuk vahşetini sergiler.
Dedem köylüydü ve ilginç ki ta Hesiodos’un zamanındaki bilgileri kullanıyordu.
Halkın destanı yoktur aslında; destanlar hep soyluların, kralların, tanrıların maceralarına, heveslerine, gazaplarına, savaşlarına odaklanır. Destanlar halkın güzel yaşam imgelemini iğdiş eder. Destanların yücelikleri halkın hayallerini çalmıştır hep. Bu yüzden halkın özlemleri biraz da örtük bir dille söylenir hep. Elitlerin ve halk sınıfının dünyayı görmelerini elbette kültürel kalıtlar üzerinden okuyabiliriz. Tapınaklar, heykeller, destanlar, tragedyalar… elitlerin dünyasını imlerken halk sınıfının arzularını masallarda görürüz. Masallar da yazıya geçmediği için çok gerilere gitmiyor. Göçerin veya küçük toprağa bağlı yahut bağımsız köylünün beş bin yıldan fazladır tarihe müstehzi bir gülüş attığını düşünebiliriz. Efendinin huzurunda eğilen ama geri çekilirken sessizce osurmayı ihmal etmeyen hali ancak kapitalizmin meta toplumunda tarumar ediliyor. Dedem köylüydü ve ilginç ki ta Hesiodos’un zamanındaki bilgileri kullanıyordu ve nesline aktarmaya çabalıyordu. Onda kaos yoktu elitlerinki gibi, doğanın içinde bir dengeydi. Armudun yol tarafını dökmez yolcuya bırakır, tepeleri kurda kuşa pay bırakırdı, bu romantizm değil, altı yedi yaşlarımda tanık olduğum, nenemin ısrarına verdiği cevaptı.
Sayfa numaraları: Simone Weil, Destan Üzerine Düşünceler, Çeviri: Ahmet Ceylan, Gece Kitaplığı, 202
Ana görsel: Franz von Matsch, Triumph of Achilles