Türk Dil Kurumu Sözlüğü, iktidarı erk ve kudret ile eş anlamlı olarak “bir işi yapabilme gücü” veya “bir işi başarabilme yetki ve yeteneği”, bir başka anlamda “devlet yönetimini elinde bulundurma ve devlet gücünü kullanma yetkisi” veya “bu yetkiyi elinde bulunduran kişi ve kuruluşlar” olarak tanımlar. Terimin İngilizce karşılığı (power) da bu anlamlara gelmektedir. Görüldüğü gibi kişisel, sosyal, fiziksel düzeylerde karşılığı olan bir kavram iktidar. Bir kapasiteyi, potansiyeli ifade ettiği gibi bir ilişkiyi de ifade etmektedir. Olumlu olduğu gibi olumsuz çağrışımları vardır. Adrew Sayer, sosyal teorinin kavramı daha daraltarak incelediğini ama buna rağmen diğer kavrayışların öneminden ve faydasından dolayı tam olarak dışlanmadığını ifade eder (Sayer, 2021).
Bu metinde iktidar kavramına ilişkin farklı ele alışların bir arada okunmasının verimlerine odaklanılarak iktidar kavramına ilişkin bir kuramsal hat belirlemeye çalışırken, iktidarların dönüşümünün bir yeni tahakküm edici iktidarlar üretmesinin gerekçesi ve buna karşı direnişleri de etkin kılacak hat arayışı bulunmaktadır.
Mann ve Tarihsel bir Makro İktidar Kavrayışı Analizi
Mann, iktidarı analiz ettiği metninde Weber’in iktisadi, siyasi ve ideolojik iktidarlar üçlüsüne askeri iktidarı ekleyerek, dört temel iktidar kaynağı önermiştir: ideolojik, iktisadi, askeri ve siyasi. Onun gibi makro sosyoloji çalışanların muhakkak bunları bir arada ele alması gerektiğini savunur: “Dünyayı iktidar yönetiyor, verimlilik değil. Benim tabirimle dağıtıcı iktidar [distributive power] kolektif iktidara [collective power] hükmeder ve bu da nüfus için en uygun sonuçlara yol açmaz.” (Mann; 2014: 28).
Hükmedenlerin (siyasi, iktisadi) tahakkümü arttıkça ve büyüdükçe, hükmedilenlerin iyileştirici, geliştirici, insani potansiyeli azalır (bkz. eleştirel realizmin katkıları). Milliyetçiliğin sağladığı, hükmedilenlerin, hükmedeninin arzusuyla tatmin araması, onun başarısıyla gururlanması olur. Mann, emperyal misyon beyanı kavramı ile, siyasi iktidarın anlatısını (söylemini) oluşturmasına vurgu yapar: “Romalılar fethettikleri yerlere düzen ve adaleti, İspanyollar Tanrı’nın kelamını, İngilizler serbest ticareti, Fransızlar uygarlaştırma misyonunu getirdiklerini iddia etmişlerdi, şimdi de Amerikalılar demokrasi ve serbest ticaret getirdiklerini iddia ediyorlar.” (Mann, 2014: 43). Buna karşın; “ABD’nin yıkıcı askeri iktidarı var ama yeniden inşa edici siyasi veya ideolojik iktidarı yok.” (Mann; 2014: 45).
Mann, ABD devleti veya onlara düşünce üreten faillerin bunu kabul etmediğini söylüyor. Belki iktidarın kendi yapısallığını oluşturması ile ilgili olarak, bir duygusal statü endişesinden söz eder. Faillerin iddialarından vazgeçmesi belli durumlarda çok zordur. Misyonlarına failler ve egemen failin işaret edebildiği tabi kitle öylesine inanır ki, rasyonalite rafa kaldırılabilir. Mann, liberal demokrasi taklidi örnekler olduğunu, bunların bu anlamda başarısızlık olduğunu ifade eder ve liberal demokrasinin çoğulculuk dediği ilke ile mümkün olduğunu belirtir. Çoğulculuk, Mann’a göre, iktidarın dört kaynağının ayrılmasıdır.
Mann’ın makro iktidara yönelik bu modeli kendisinin de inkar etmediği bir Webercilik taşısa da, O, kendi yaklaşımını Engels/Weber sentezi olarak görür. Engels ‘son kertede’ ekonominin nedensel belirleyici olduğu, birbirinden genel olarak tanımlanabilir nedensel bağlantılarla doğduğunu savunurken; Weber, ‘toplumsal eylemlerin yapılarına yönelik genelleme yapmayı’ reddeder (Dünyada bu açıklama tarzına uymayan ve kendi inceleme nesnesi olan coğrafyalara yoğunlaşmış, jeotarihselliklerin kendi açıklamasını aramıştır). Mann, “ben kendi yolumu ikisinin arasında bir yerde çizdim ama beş fark ile” diye ifade eder.
Mann’ın ifade edişiyle kendine özgü bu beş ayrımı şu şekildedir: Birincisi, “Weber’den farklı olarak, toplumların son kertede bu dört unsurun etkileşiminden oluştuğunu ve başka nedenlere ihtiyaç olmadığını belirttim. Kuşkusuz ki ben, bir kanun, karşı gelinemez bir ilke öne süremeyecek kadar ampirist kalıyorum. Toplumlar ve insanlar neredeyse sonsuz biçimlere sahipler ve dünya da çok büyük.” (Mann, 2014: 170). İkinci olarak Mann, bu iktidar kaynakları arasındaki ilişkileri incelediğini ve öne çıkan, “hücum kenarını” açıklayan ve inceleyen tarihsel coğrafyaya ilişkin kuramlar önerirdim der. Üçüncü olarak, Mann Engels’e yaklaşır; ama yine incelenen tarihsel coğrafyaya ait “son kerteler” belirler. Bu iktisadi veya iklim krizi sebepli olabilir der. Dördüncüsü, (Mann burada yine Engels’e yaklaşır) “en tutarlı bütünlüğe ve en istikrarlı büyümeye sahip, yoğun ve kapsamlı iktidar ilişkileri kümesini iktisadi iktidar sunuyor” (Mann, aynı yerde). Beşincisi, “benim toplumsal iktidar kaynakları kuramım, çoğulculuğun normatif bir kuramını; yani ne tüm iktidarın tek bir kaynakta toplandığı, ne de tek bir elitin tüm kaynakları kontrol ettiği, sahiden demokratik bir toplum sunar. İktidar; iktisadi, ideolojik ve siyasi iktidarı elinde tutan gruplar arasında dengeli bir biçimde dağıtılmalıdır. Bu noktaları Üçüncü Ciltte1, (tek parti-devlet elitinin bir örneği olan) Sovyetler Birliği’ni ve (iktisadi iktidarın, siyasi ve ideolojik iktidarı gasp etmesinin bir örneği olan) ABD’yi eleştirirken geliştirdim.” (Mann, aynı yerde).
Mann, iktidarın makro analizi için bize verimli bir çerçeve ve devasa bir tarihsel veri ve yorum külliyatı sunmuştur. İktidarlar açısından dünyayı anlamak için çok verimlidir. Yukarıda kısaca özetlenen çerçeveye, toplumları iktidar merkezli açıklıyor eleştirisi yapabiliriz. İktidar dışı dinamiklerin mücadelesi açıklamaya muhakkak dahil edilmelidir. “Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir” önermesini, iktisadi bir indirgeme gerekçesi yapmadan bu şekilde anlamalıyız. Ayrıca bu çerçevede analitik veya ortodoks Marksizmin indirgemeci ve evrensel nedenselci açıklamalarına yönelik zaaflara katılmakla birlikte ekonominin toplumların oluşumunda ayırıcı önemini vurgulamalıyız. Örneğin kapitalist toplumları ele alırken, ulus-devlet-kapitalizm birliğinin bir arada ele alınması, birbirine indirgenememesi, kapitalist bütünün yapısallığını yani içsel ilişkilerini göz ardı edemeyiz. Ancak buradan doğru tabakalaşmalar ve ortaya çıkan göreli özerk ilişkilerin de belirleyiciliği konusunda Mann’ın yaptığı türden çalışmalar dikkate alınmalıdır. Ekonomiye yönelik olarak bu ayırıcı vurgunun, her jeotarihselliği açıklayan bir yasa açıklaması sunmadığını üzerine basarak belirtmeliyiz. Burada açık sistemler, çoklu nedensellik, beliriverme gibi eleştirel realist verimleri işe koşmak gerekir. (aşağıda)
Bakunin ve Marksist İktidar Anlayışına Gelenek Öncesi Bir İtiraz
Bakunin’de düşünsel bir hamlık bir erkenlik (sezgisel yanı güçlü ama erken dönem) yanında iktidarın tahakküm edici yanının politikanın merkezinde olmasına karşı güçlü sezgisel bir tepkisi var. Bu anlamda Bismarck ile Marx’ı (aslında düşüncesini vurgulamak için ama biraz abartılı şekilde) benzetiyor. Onları birleştiren devlet mezhebidir diyor. Bakunin, Marx’ın iktidar ve devlet fikrine yatkınlığını onun pratiğinde görmektedir: “Marx, hükümetleri o kadar sever ki, Uluslararası İşçiler Birliği ‘nde bile bir tane kurmak istemiştir; ve güce o kadar tapar ki , bize kendi gücünü empoze etmeye çalışmıştır -hala da çalışmaktadır.” (Bakunin; 2016: 109)
Bakunin, devlet ve kilisenin tarihselliğinden ziyade, hiyerarşi ve kurumlar olması ile ilgileniyor. Bakunin devlet kavramını bildiğimiz yapı-alan-fail olarak devlet kavrayışından geniş anlamda kullanıyor. Onun hiyerarşik kurumsallığı asıl rahatsızlık duyduğu şey. Burada Marx ve Bakunin arasında temel bir ayrım olduğunu düşünüyorum; Marx politikayı bir güç oyunu olarak görürken Bakunin kolektif ve gönüllü bir katılım arıyor. Bakunin’in genel düşünce söylemindeki kaba ve erkenliğe karşın, şu sözlerinde iktidarın işleyişine dair güçlü bir kavrayış saklı:
“Yok olma ve komşuları tarafından yutulma endişesi içinde yaşayan herhangi bir Devlet, gücü bütünüyle ele geçirmek, daha güçlü hale gelmek ve başka devletler tarafından fethedilmemek için onları fethetmeye yönelmek zorundadır. Hem benzeşen, hem de yabancı olan güçler, ortak yaşanılanı ancak birbirlerini yok etmeye çalışarak sürdürebilirler. Fetihten söz eden biri ise , hangi isim altında olursa olsun , fethedilmiş. köle haline getirilmiş ve zincirlenmiş halklardan söz ediyor demektir.” (Bakunin, 2016: 110)
Burada, iktidarın faillerin söyleminden farklı olarak onları dönüştürücü yapısallığının işaretleri vardır. Bakunin burada örneğin bir kapitalist devlet veya sömürü ilişkilerinden türemiş devlet kuramı açısından ziyade, devleti bu eşitsiz ilişkilerin bir kurumsal tahakküm ilişkisi olması boyutu ile, yani daha geniş ve kuramsal açıdan şekilsiz bir boyutuyla ele alıyor. Buna tahakküm edici iktidar boyutu diyebiliriz. Bu devlet, vatandaşına kendini empoze etmek, onu ahlaki en üstün kılmak, onu kutsallaştırmak, buna yönelik vatandaş eylemini erdem kılmak ister, adına da vatanseverlik der. Bakunin’in ifade ettiği bu devletin, günümüz kapitalist devletleri için de genel olarak ve ilkesel olarak geçerli olduğu açıktır. Aslında bu tahakküm edici kurumsallaşmış iktidarın özelliğidir. Bakunin’in bu konudaki açıklamaları, bu devletin (iktidarın) kendini sürekli bir koruma döngüsüne göre yapılanacağını, bunun da sürekli kendini yeniden üreten bir yapısallığı kuracağını ifade eder.
Bakunin’in, iktidara ilişkin güçlü sezgisinin aktüel kaynağının kilise olduğunu sanıyorum. Devlet ve diğer tahakkümcü iktidarların ortaklığını bu sayede kavrıyor:
“İnsan ırkı arasındaki dayanışmaya son vermek -ve bunu yapmakla da insanlığı inkar etmek- bu, Devletin doğasında vardır. Fethedilmemiş başka devletlerin vatandaşları bir yana, en azından kendi vatandaşlarının -ya da daha açık bir biçimde söylersek kendi tebaasının- gözünde. kendini üstün ve mutlak bir varlık kılamamış bir Devlet, bütünlüğünü ve gücünü koruyamaz. Bu noktada, zorunlu bir biçimde, evrensel olarak kabul edilen insan töresi ve evrensel mantıkla, ortaya çıkmış bulunan Devlet töresi ve mantığı arasında bir kopuş gerçekleşir. Siyasal törenin ya da Devlet töresinin ilkesi çok basittir: Üstün amacı oluşturan Devletin gücünü çoğaltmaya yarayan her şey iyidir; bu güce karşı olan her şey ise, dünyanın en insani şeyi olsa bile, kötüdür. Bu töre Yurtseverlik olarak adlandırılır.” (Bakunin, 2016: 111)
Bakunin’in burada gördüğü iktidarın kurumsallaşmasının her yerde ortak sonucudur. Devamla ekler: “Enternasyonal (Uluslararası İşçiler Birliği, I. Enternasyonal, ç.n.), Yurtseverliğin ve sonuç olarak da Devletin inkârıdır. Bundan ötürü de, eğer Marx ve Alman Sosyalist Demokratik Partisi’ndeki arkadaşları, programımıza Devlet ilkesini sokmayı başarırlarsa Enternasyonali katletmiş olurlar.” (a.g.y)
Bakunin enternasyonaldeki yoldaşı Marx’ı oradaki mücadelesinde iktidarın bu tahakküm edici yönünü kullandığı, bunun da devlet iktidarında olanla aynı yere çıkacağını ifade eder. Bakunin ve diğerlerini ayıran şeyin altında, tüm o kuramsal, felsefi ve politik söylemlerin altında, kökeninde bir antropolojik insan kavrayışının yattığını düşünüyorum. Bu Bakunin’in otorite ilkesi olarak ifade ettiği şey ile yakın ilişkilidir. Otorite ilkesi, kendilerini yönetmeye hazır olmayan kitlelere yukarıdan bir el uzatılması zorunluluğu fikridir. Bakunin, bu otoritenin üç kaynağı olabilir der; güç, din veya bir azınlıkta ifade bulan üstün zekanın eylemi. Bu iktidarları ortaklaştıran şeydir. Bu iktidar ilişkisi, temelde efendi/köle tipi ilişkileri sürdürür. Bakunin’e göre, bu şekilde kurulan bir devletin sözü, vaadi ne olursa olsun, ezen/ezilen ilişkisinin, sınıf ayrımının açık olduğu ulus devletlerdeki gibi benzer kendini koruma, sınırlarını koruma ve yayılma isteği, yönetilenleri belli mesafede tutma, itiraz ve ayaklanma tehditlerine karşı baskı ve en ağır cezalandırma mekanizmaları ve gözetleme mekanizmaları kaçınılmaz olarak kurulacaktır. Bu kaçınılmaz olarak kurucu vaatlerin yozlaşmasını, anlamsızlaşmasını getirecektir. Bakunin, doğrudan Marx’ı hedef tahtasına oturtarak, bu vaadin enternasyonalizm bile olsa, devlet fikri ile çelişeceğini ifade eder. Kurulan ve korunmak zorunda olan devletin iç iktidar mücadelesi ve gücü koruma önceliği belirleyici olacaktır, enternasyonal idealler de bu devletin başarına havale edilir, diğer tüm ulvi anlamlar bu devletin korunması ve güçlendirilmesine atfedilir. Bunun karşısındaki her şey, bu yüce ideallerin düşmanı addedilir.
Kendini koruma refleksi geliştirmek, varlığına belli idealler atfetmek, eylemini ve varlığını bu atıflarla kutsal ve dokunulmaz kılmak (ve bu sayede o idealleri anlam yitimine uğratmak) her devletin özelliğidir. (Bunu nispeten ham halde de olsa Marx değil ama Bakunin’den beri biliyoruz).
Ulus devletler her ne kadar ‘alan’ olma vasıflarıyla sektlerin iktidarına tanık olsa da, bu kutsal hale alanın kendisine yöneltilir ve o sektlerin varlık sınırı odur. Bu sınırın çiğnenmesi, yani egemen sekt veya sektlerin bu kutsallığı kendilerine yöneltmeleri ve devleti kendi açık veya gizli idealleri için araç olarak kullanmaları kapitalist devlet içinde faşizmlerde olduğu gibi özel veya sürekli bir durum da olabilir. Devlet ve alana egemen sekt özdeşleşmiştir: “… siyasal iktidar olduğu sürece tebaa da olacaktır -gerçi bunların cumhuriyetçi bir tarzda yetiştirilmiş vatandaşlar olacağı doğrudur, ama yine de tebaa olacaklar ve itaat etmeye zorlanacaklardır; çünkü itaat olmadan iktidar mümkün olamaz.” (Bakunin, 2016, s.128).
Marx ve Bakunin, her ikisi de insani özgürleşmeye inanıyor ve bunun yollarını arıyorlardı, bu çok değerli. Aralarındaki keskin bakış farkının insana dair antropolojik kavrayış anlamında bir köken farklılığından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu iktidarı ele alış ve dolayısıyla devrim kavrayışlarını da kökten değiştiren şeydi. Bakunin tarzı bir kavrayışa göre devrim “kitlelerin eseri olmak”la beraber, bir lider veya lider ekibinin çizdiği sınırlardan daha geniş bir yatakta akmalıdır.2 Ona göre siyasal bir devrim toplumsal devrimi getirmeyecektir. Marx’tan ve Bakunin’den aynı anda öğrenebilme ve Marx’ı Bakunin ile, Bakunin’i Marx ile (ve diğerlerini de katarak) eleştirebilme yetisi. Bu egemen entelektüel eğilim olmalı.
Foucalt ve İktidar
Foucault, iktidarın neliğinden ziyade nasıllığı ile ilgilenir. Ona rağmen kendine özgü iktidar tanımını bulmak mümkündür (Koloş, 2016). “İktidardan anladığım, şiddetin tersine kural biçimini taşıyan bir uyruklaştırma kipi de değil. Bir öğe ya da bir grup tarafından bir başka grup üzerinde kullanılan ve etkileri birbirini izleyen türemelerle toplumsal bünyenin bütününün içinden geçen bir egemenlik sistemi de değil iktidardan anladığım.” (Foucault, 2007: 72).
Foucault, iktidarı incelediği nesne ve alandaki karmaşık ilişkilerde aramıştır. Koloş, Foucault’un iktidara ilgisinin özne kategorisi ile derdinden kaynaklandığını belirtmektedir. Bu tespit makul görünmekle beraber, ilgilendiği alanlar itibarıyla iktidar kaçınılmaz olarak karşısına çıkmakta ve buna kurucu özne harici bir çözüm üretme çabasına girmekte olduğunu eklemeliyiz. Foucault’da iktidar özne kurucudur: “İktidar elde edilen, koparılan ya da paylaşılan, korunan ya da elden kaçırılan bir şey değildir; iktidar sayısız noktadan çıkarak, eşitsiz ve hareketli ilişkiler içinde işler.” (Foucault, 2007: 73).
“İktidar bağıntıları hem kastidir, hem de öznel değildir. Eğer gerçekte anlaşılır nitelikleri varsa, bu, onların nedensellik kavramı çerçevesinde, onlara izah teşkil edecek bir başka mercinin sonucu olduklarından değil, yer yer belli bir hesaba maruz kaldıklarındandır: Bir dizi hedef ve amaç olmaksızın işleyen iktidar yoktur. Ama bu, iktidarın kişisel bir öznenin seçiminin ya da kararının sonucu olduğu anlamına gelmez; ne yöneten kast, ne devlet aygıtlarını denetleyen gruplar, ne en önemli iktisadi kararları alanlar, bir toplumda işler durumda olan (ve o toplumu işleten) iktidar şebekesinin tümünü çalıştırabilirler.” (Foucault, 2007: 73)
Aksine iktidar elde edilir, koparılır ve paylaşılır. Tahakküm edici güç olarak korunur, elden kaçırılır. “hem kasti” “hem öznel” olmamak aynı kuramsal amacın çelişkili ifadeleri. Poulantzas, –muhtemelen Foucault külliyatının tamamına hakim olamadığı için – Foucault’u siyasi iktidarı ihmal etmekle eleştirmişti. Foucault da, “İktidar derken, belli bir devlet içinde vatandaşların bağımlılığını garanti eden kurum ve aygıtlar bütünü olan -büyük “i” ile yazılan- İktidar’dan söz etmek istemiyorum.” (Foucault, 2007: 72) diye ifade etse de kanımca bu konuda ne kadar tutarlı kalabildiği sorulmalıdır; ele aldığı iktidar kavramı beden üzerindeki iktidardan, devlet hegemonyasına kadar gidip gelir. Devlet iktidarına bir sonuç olarak bakmayı tercih etmişti. İktidar derken inceleme alanı içindeki çok güç ilişkilerini anlar, bunlar devlet aygıtında kurumsal olarak belirginleşir ve toplumsal hegemonya olarak ortaya çıkan stratejiler olarak etkili olurlar der (Foucault, 2007: 72. 73).
Foucault’da iktidar ilişkileri çatışmalı alanlara (ilişkiler diyor) dışsal değil, içkindir der, bu haliyle o alanların üretken gücüdür. Ancak onlara içkin olduğu gibi pekala dışsal da olabilir. Siyasi iktidar örneğin bu süreçlere müdahale eder, dönüştürür. “İktidar içinde oluşan bölüşüm, eşitsizlik ve dengesizlikler” kendiliğinden şeyler değil ki, bilakis iktidar denilen şeyi yaratan ve onun tarafından yaratılan şeyler:
“İktidar aşağıdan gelir; yani iktidar ilişkilerinin kökeninde ve genel kalıp olarak, egemen olanlarla onlara bağımlı olanlar arasında ikili bir karşıtlık, yukarıdan aşağıya ve toplumsal bünyenin derinliklerine değin gitgide daha kısıtlı gruplar üzerinde etkisini gösteren o ikilik yoktur. Daha çok üretim aygıtları, aileler, kısıtlı gruplar, kurumlar içinde oluşan ve rol oynayan güç ilişkilerinin, toplumsal bünyede boylu boyunca oluşan çatlağın etkilerine destek oluşturduklarını varsaymak gerekir. O zaman bu ilişkiler, yerel çatışmaların içinden geçen ve onları birbirine bağlayan genel bir güç çizgisi oluştururlar, tabii aynı zamanda da, yeniden dağıtım, aynı çizgiye getirme, türdeşleştirme, diziler halinde düzenleme, aynı odakta birleştirme gibi işlemleri yapmaya girişirler. Büyük egemenlikler, tüm bu çatışmaların yoğunluğunun sürekli desteklediği hegemonik sonuçlardır.” (Foucault, 2007: 73).
İktidarı tanımlayan köle/efendi tipi bir ilişkiyi reddedip, “ üretim aygıtları, aileler, kısıtlı gruplar, kurumlar içinde oluşan ve rol oynayan” derken bu ilişkilerin kökenini belirsiz kılmaktadır. Bu “aşağıdan” çok karmaşık izaha muhtaç mekanizma ile hegemonik bir sonuç oluşur! diyor Foucault. Devleti de “bu iktidar bağıntılarının kurumsal bütünleşmesine” dayandırır. Sayer, Foucault’un bu “aşağıdan gelme” iddiasını açıklayamadığını, zira onu anlamlı kılabilecek bir nedensellik vukfundan yoksun olduğunu söyler (Sayer, 2012). Öte yandan gücün bir kaç merkezle sınırlı olmadığı, yayılmış olduğu, doğrudur. Haliyle çeşitli ve farklı nedensel güçler söz konusudur: “Şüphesiz adcı (nominalist) olmak gerekir: İktidar bir kurum, bir yapı değildir; bazılarının baştan sahip olduğu belirli bir güç değil, belli bir toplumda karmaşık bir stratejik duruma verilen addır.” (Foucault, 2007: 73).
“İktidar diye bir şey yok”3
İktidar yapı kurucudur, iktidar ilişkidir, dolayısıyla gerçekliktir. İktidarın bir töz olmadığı vurgusunu yapması ve yukarıdaki ifadeleri bir realist ontoloji eksikliğini gösterir. Nominalizm, “sadece bireysel kendilikleri var kabul eden ve evrensellerin (tiplerin, sınıfların, yasaların) varlığını basitçe reddeden felsefi öğretidir”. Nominalizme göre, genel kavramların nesnel gerçekliklerini reddeder. Kavramlar tikel kendiliklere atıfta bulunan veya kurguları gerçeklik sayan adlardan ibarettir (Vandenberghe). Felsefe tarihinde karşıtı, en basit haliyle kavramların gerçekliklere atıfta bulunduğunu savunan realizmdir. Bir şey değildir, belirli şeylerin gücüdür (iktidarı). Nedensel etkileri olan her şey gerçektir (Bhaskar), iktidarı ortaya çıkaran nedenler olduğu gibi, iktidar ortaya çıkarıcıdır (beliriverme).
Sayer, Foucault’un söylediği anlamda [küçük birimler halinde] ve [her yere] yayılmış iktidar kavrayışının tüm nesnelerin sahip olduğu bir potansiyel olduğunu savunur. Ancak, açıklamasında nedenselliği reddeder; oysa bu yayılmış iktidar kavrayışı ancak nedenselliği ifade ettiği sürece anlamlıdır. (Sayer, 2012). Buna rağmen Foucault’nun (ve postyapısalcıların) açıklamalarının değişiklik ve etkilerin üretilişini açıkladıklarını ifade ederek Sayer, bize bu felsefenin bir tutarsızlığını işaret eder: “Alışılmadık biçimde, Foucault iktidarın niçin’ini değil, ‘nasıl’ını çalışmak istedi, sanki bu ikisi birbirinden ayrılabilirmiş gibi” (Sayer, 2012). Bu ikisinin yani “nasıl”ının ve “neden”inin ayrılması mümkün olmaz; iktidarın nasıl işlediği açıklanırken çeşitli nedensel güçler, ürettikleri etkiler açıklanırken, bu etkilerin “neden”leri, hangi mekanizmaları niçin çalıştırdıkları, hangi güçlerin ve eğilimleri harekete geçirdikleri de açıklanmalıdır (Sayer, age). Sayer, Foucault’nun her yerde bulunan ve her yerden kaynaklanan dağınık ve belirsiz olan bu nedensellik arayışından kaçınışını, Nietzsche’ye dayandırdığını söyler:
“Bir miktar kuvvet, aynı miktarda bir itki, istenç, etkimedir – dahası, bu yapıp etme’den, isteme’den, etkime’den başka bir şey değildir ve ancak, her etkimenin bir etkiyeni, bir özneyi şart koştuğu anlayışında ve yanlış anlayışında olan dilin (ve onun içinde taşlaşıp kalmış temel akıl yanlışlarının) baştan çıkarıcılığı daha farklı bir şeymiş gibi gösterebilir onu.” (Nietzsche, 2004)
Burada Bhaskar ve Sayer’in aktüalizm dediği hata söz konusudur; gerçek aktüel olana çökmüştür. Eleştirel realist ontolojinin en temel alemeti farikalarından olan gerçeğin empirik, aktüel ve reel düzlemler ayrımının tanınmamasının doğal sonucudur. İktidar bahsinde, dünyanın görünüşü ve fenomenler nedensel güçler, yapılar ve mekanizmalara indirgenir. Sayer, bu noktada aktüalizmin doğuracağı zincirleme çok önemli bir kavrayış sorunlarından bahseder; sahip olunan ama denetimlenmemiş olan bu kavrayışın vukfunda değildir. (Sayer bu yanıyla şu iki örneği verir, bir işşiz kişi çalışabileceği halde veya bir ev kadını başka şeyler olabileceği halde, bundan bahsedemeyiz). Foucault’nun iktidarın sahip olunan bir şey olmadığı yönündeki beyanı da bununla ilgili olsa da, bu bakışta öznenin analizden tamamen çıkarılması kabulünün de etkisi vardır. Konuyu dağıtmak istemediğim için kısaca değinmek isterim; Foucault’nun bakışındaki diyalektik eksikliği bu noktada da kendini gösterir. Eleştirel realist diyalektiğin “olmayış” kavrayışı bu soruna yönelik pratik çıkışı sağlar:
“İktidarın olduğu yerde direnme vardır, ancak -ya da daha doğrusu bu yüzden- direnme hiçbir zaman iktidara göre dışsal bir konumda değildir. Acaba kaçınılmaz biçimde yasaya boyun eğdiğimizden dolayı zorunlu olarak iktidarın “içinde” olduğumuzu, ondan “kaçılmadığını”, ona oranla mutlak bir dışsalın olmadığını mı söylemek gerekir? Ya da tarih aklın kurnazlığı olduğuna göre, iktidarın da tarihin -hep galip gelen- kurnazlığı olduğunu mu ileri sürmeliyiz? Bu; iktidar ilişkilerinin çok kesin biçimde bağıntısal olma niteliğini bilmemek anlamına gelecektir” (Foucault, 2007: 74).
“İktidar ilişkileri, bir direnme noktaları çokluğu uyarınca var olabilirler; bu noktalar, iktidar ilişkilerinde rakip, hedef, destek, ya da bir kavga için atılım rolünü oynarlar. Bu direnme noktalan, iktidar şebekesinin her yanında mevcuttur. Dolayısıyla, iktidara karşı, ulu bir Red’din tek bir mekânı -başkaldırmanın ruhu, tüm ayaklanmaların yuvası, devrimcinin katıksız yasası- yoktur” (Foucault, 2007: 74).
İktidara bir karşı duruş veya bir değişim, onun etki (ilişki) alanındaki faillerden gelebilir. Bu dışarıdan bir failliğin veya etki sebebiyle de mümkün olabilir (örneğin Hikmet Kıvılcımlı’nın tarihsel devrimler dediği şey, salgın hastalık, coğrafi etkiler vs.). Böylesi bir değişim asla basitçe bir nedensel gücün etkisiyle olmaz.
Sayer, Foucault’nun iktidarı iyi ve kötünün ötesinde, yapıcı veya yıkıcı olabileceği şeklinde değerlendirmesinin, sosyal bilimden değer yargısını uzaklaştırmaya çalışan pozitivist açıklamalara karşı savunur. Foucault’un hangi dolayım ile olursa olsun iktidar ile hemhal oluşu dağınık ama önemli bir külliyattır. Bhaskar, bürokrasiyi ve kurumları anlamak istiyorsanız, gidin Foucault okuyun der. Ayrıca onun Durkheim ve Weber ile kıyaslanabilecek büyük bir zihin olduğunu ifade eder, ne var ki, onun gerçekliği diyalektik ve bütünlüğü içinde kavramadığını söyler (Bhaskar, 2020).
Eleştirel Realizm ve İktidar
Sayer, – yukarıda belirttiğimiz gibi – Foucault’un söylediği anlamda [küçük birimler halinde] ve [her yere] yayılmış iktidar kavrayışının tüm nesnelerin sahip olduğu bir potansiyel olduğunu, nedenselliğin analiz edildiği, iktidarı üreten yapıların da incelemeye muhakkak dahil edilmesi gerektiğini söyler.
Sayer de, Foucault’a benzer şekilde, sosyal dünyada iktidarı olmayı kişilere veya kurumlarla özdeşleştirilse de, daha geniş sosyal ilişkilere bağlı olduğunu savunur. Ancak Foucault’tan farklı olarak, iktidar, bir değişimi üreten veya bir değişim üretmek için kapasiteye sahip olan anlamlara gelir ve nedensellik4 kavrayışını gerektirir: “Bir neden basitçe değişimi üreten şeydir. Maddi olmak zorunda değildir; bir bakışın gücü gibi, sözlü veya sözsüz olabilen bir düşünsellik olabilir.” (Sayer, 2012).
Nesneler nedensel güçlere sahiptir. Bu fiziksel dünya gibi sosyal dünya için de geçerlidir. Bhaskar, dönüştürücü kapasiteye iktidar1 demiştir. Bu güçler, nesnelerin zorunlu içsel ilişkileri (yapılar) dolayısıyla var olurlar ve dışsal yapılara bağlı olabilirler. Bir toplumsal iktidardan bahsettiğimizde söylemin gücünden, kolektif iletişime kadar geniş bağlantıları içeren bir kavrayış akla gelir. Birey veya toplumsal düzeyde, bu güçler (iktidar, nedensel) gelişebilir, gerileyebilir, açığa çıkabilir, çıkmayabilir.
Diğer iktidar türüne Bhaskar, tahakküm edici anlamda iktidar2 demiştir. Tahakküm edicinin iktidarı, diğer(ler)inin eğilimlerini engelleyebilir, değiştirebilir, geçersiz kılabilir. İktidar1, nedensel güçle ilgiliyken, ikincisi bunun etkinliği ile ilgilidir (Sayer). Bhaskar ve Sayer, burada Fransızca iktidar1’e yakın anlamda “puissance” ve iktidar2’ye yakın anlamda “pouvoir” kelimelerini kullanırlar.5 Sayer, burada düşülebilecek bir yanılgıya dikkat çeker; nedensel güçler veya yatkınlıklardan etkilere doğru harekette çifte olumsallıktan bahseder. Yani, iktidar1 koşullardan bağımsız bir etkiyi sağlama kapasitesi değil de, belirli koşullarda ona yönelme eğilimi olarak anlaşılır. İktidar2 de, tahakküm anlamında zorunlu olarak iktidar etmeyi içermez, zira nedensel güçler işler haldeyken zorunlu olarak bu etkileri üretmez (Sayer, 2012). Bu kavrayış, özellikle siyasi iktidar ve toplumsal mücadeleler ilişkisini kavramak üzere oldukça önemlidir. İnsan doğasına ilişkin bir kavrayış bu konuda da önem kazanmaktadır. İnsanlar, belirli gereksinimleri, arzuları, dürtüleri vardır ve bu sayede yaşayan, hisseden, duyarlılık gösteren varlıklardır. Bunun yanında sosyal varlığın tüm unsurlarının nedensel etkisi vardır. “Pek çok tahakküm biçimi diğerlerinin anlaması ve tanımasına bağlıdır.” (Sayer). Örneğin, temsil sistemi, ticaret ve iş hukuku ulus devlet içinde yurttaşların kabulüne bağlıdır.
İçsel ilişkili nesneler (birinin varlığı diğerinin temel niteliği için vazgeçilmez olması) olumsal ve dışsal ilişkiler yanında beliriveren güçleri oluşturur (Sayer, Bhaskar) (Sayer, Foucault’un “içkin” derken çoğunlukla bahsettiğinin bu olduğunu söyler). Belirivermiş olanın nedensel güçleri belirdiği nesne ve ilişki düzeyine indirgenemez (meşhur suyun oksijen ve hidrojenden belli koşullarda oluşarak farklı bir düzey oluşturması örneğindeki gibi veya zihnin bedene tek taraflı olarak bağımlı iken ona ait süreçlerin bedene ait süreçlere indirgenemeyeceği gibi) (Bhaskar, Sayer). Burada toplumsal süreçlerin, dinamiklerin, eylemlerin beliriverme (dönüştürme) potansiyeli taşıdığını anlamalıyız. Bu eleştirel realizmin iktidarı anlamak için çok önemli katkılarından biridir. İktidar, kendini oluşturan unsurlara indirgenemeyecek belirivermiş güçtür: “Eleştirel realizm böylece iktidarın ilişkisel kavranışına, ilişkide olduğu nesneler hakkında ve ilişkilerin yaptıkları hakkında inkar veya bir zihni karartma olmaksızın izin verir” (Sayer, 2012).
Merkezi bir iktidarın varlığı gibi, Foucault’nun da ifade ettiği yayılmış küçük iktidarlardan da söz etmek gerekir. Sosyal varlığın cisimleşmiş bireysellikler düzleminde ataerki, söylem, düşünce ve eylem olarak ve merkezi özellikle siyasal iktidar ile uyum içinde adeta bir yaşam biçimi olarak bulunan bir iktidar biçimidir. Keza iktisadi iktidar, günlük yaşamda yabancılaşmış birey ve ilişkiler tarafından yaşanır ve yeniden üretilir.
Sayer, “alan” metaforunu iktidarın nedensel güçlerinin her yerde bulunması ve bu sayede bir karşılıklı mücadele alanı analojisine izin verdiği için önerir ve Bourdieu’nun sosyal alan kavrayışının faydalı olduğunu söyler. Ben de bir faillerin mücadele alanı olarak devlet kavrayışının, devlet kuramının vazgeçilmez unsurlarından olduğunu belirtmiştim.6 Burada belki bu alanın tüm topluma genişlemesinden ve mikro iktidarların da bu alanı beslemesinden bahsetmek gerekir.
İktidara direniş
Yukarıda Foucault bahsinde değindiğim gibi; İktidara bir karşı duruş veya bir değişim, onun etki (ilişki) alanındaki faillerden gelebilir. Böylesi bir değişim asla basitçe bir nedensel gücün etkisiyle olmaz. İnsanların onurlarıyla oynanasının bir itiraz unsuru olması için, onların onurlarıyla ilgili bir taahhütlerinin kalmış olması gerekir. Direniş her yerdedir, ama bu çoğunlukla politik duyarlılık içermez. Fabrikada işçinin ücret veya basit koşul düzeltilmesiyle ilgili talebine yönelik gerek sendikal çaba gerek işi savsaklaması şeklindeki direniş, Marksist anlamda sınıf mücadelesi midir?
İktidarın benzeş bir mantığı var; Kronştad‘dan Gezi‘ye ve Tahrir‘den Black Lives Matter‘a aldığı tavır. Ama toplumsal girdap politik ezberlere ve kalıplara girmiyor. Karşı iktidar hikayeleri sürprizlerle ortaya çıkıyor. Hep ters köşe yaparak ortaya çıkıyor. Geçmişinde başka iktidara karşı iktidar odaklarının mücadelesinin, koşulların bunu hazırladığını inkar etmiyoruz. Ama çoğunlukla bu tip anların ortaya çıkması pek çok koşulun bir araya gelmesi ile oluyor. Tarihsel anlatı ise hep böyle olmadığını anlatan çarpıtmalarla dolu. Bir etkin fail tarafından çalınması, siyasi devrimlerin ortak özelliği (hemen hemen). Zaten devrim denilen olağanüstü anlar (dönemler, zaman kesitleri), pek çok koşulun, iteklemenin ve çekilmenin bir araya geldiği toplumsal (fiziksel bir benzetme yapalım) girdap dönemleri; hem kuvvetle içine çekiyor hem merkez dışına atıyor. Bu koşullarda güç akışlarını tıkayan, tutan failin hareketin yönünü belirlemesi, sahip çıkması veya akışı güçlendirmesi mümkün oluyor. Ama mekaniğin asıl işlediği akışkan şey belirlenen oluyor. Bu su hiç durmuyor, ama iktidar yerini başka iktidara bırakıyor.
Mandel’in bürokrasi analizi, iktidarın kendini oluşturan dinamiklerden ayrılışını, belirivermiş güçler olarak onlara indirgenemeyeceğine yönelik eleştirel realist teze tarihsel destek sunmak açısından faydalıdır. Ekim Devrimi, sonrası, Stalin dönemi ve bütün olarak SSCB bunun için uygun bir araştırma konusudur. Mandel’in SSCB’nin öncesi, söylemi ve ortaya çıkan niteliği ile ilgili tartışmaları bu konuda verimlidir: “Bürokrasi çok yüzlü bir canavardır ve bu şekilde kavranılmalıdır. Kökleri iktisadi ve kurumsaldır. Gelişme süreci siyasi-stratejik seçimleri gerektirir. İdeolojik kendini haklı gösterme ve yozlaşma süreçlerinde yansımasını bulur. İktidara yükselişi negatif kadro seçimi mekanizmalarıyla sağlanmıştır.” (Mandel, 1992: 15).
İktidar alanı savunulacak bir şey. Ve kutsanan bir şey. O yozlaştırıcı yabancılaştırıcı şeyin kökeni bu. Ezilen ulusun ezen ulusu referans alması, ezilen sınıfın parti arayışı veya o partinin devlet alanını referans alması hep bundan. Erken dönem anarşistlerin sezgisel olarak gördüğü şey bu olmalı; araç yapmaya çalışılan şey kendi yapısallığını kuruyor ve faili araca dönüşüyor. O nedenle kurtuluş ve özgürleşmeyi birbirine yedirmeye değil; bir arada ele almaya, düşünmeye çağırıyoruz.
Srecko Horvat, aşk ve devrim kavrayışlarını bir arada ele aldığı Aşkın Radikalliği yapıtında, icat, ilham, arayış, dinamizmi her ikisi için de yaşamsal ve sürmediği takdir de aşkı da devrimi de öldürecek dinamikler olarak görüyor. Nasıl ki bu dinamikleri yeniden üreten şeyi öldüren alışkanlıksa, devrim de ‘icat’ etmeyi durdurduğunda geriler. Peki, devrimin bu dinamizmini durduran nedir? Devrimler kitlelerin eseriyse diplerden gelen akışın durmaması gerekir. Toplumlarda bu akışı bir alışkanlığa ve yabancılaşmaya bırakan, temsil sistemidir. Bir iktidara devredilen yetki, bu kanallar yerine temsil edici bir faile devredilmiş yetki. Bu andan itibaren alışkanlık başlar, icat bir çocuksu onaylanma yönlendirmesiyle olur ancak ve zamanla o kanallar tıkanır: “Açıkçası, yapmamız gereken, ezenler ve ezilenlerin ilişkisinin kendilerini ve bu ilişkinin kendisini iktidar2’yi dönüştürmek üzere, ezilenlerin daha fazla İktidar1’e sahip olmalarını sağlamaktır” (Bhaskar, 2014).
İktidar2 vasfının azalması iktidar1e alan açıyor. İktidar1 faillerinin fenomenleri pragmatik ve sezgilerini bu yönde aşırı işletmelerine ya da yalan üretmelerine yol açıyor. Bu da bir gerçekten uzaklaşma hali. İktidar2 vasfı yitmiş iktidar1 demagoji üretmek zorunda kalıyor. İktidar alanını korumaya yönelik pragmatizmi devreye giriyor. İktidar2 ile desteklenen iktidar1, işaret edebilme (gösterebilme) yetisidir. İktidar2 kaybolsa da bu beceri bir yere kadar sürebilir. Bu da kaybolduktan sonra geriye çıplak zor ve yoğun çarpıtma kalacaktır. Makro düzeyde tahakküm edici iktidarlar hikayelere ihtiyaç duyar. Bu hikayeler muhakkak bazı gerçeklere dayanmak zorunda olsa da, egemen ve galip olanın, işaret edebilme avantajı ile pek çok inkar ve yalan ile yeniden yazılır ve sunulur. Yenilgilerden “zafer”ler üretilir (örneğin 1. Dünya Savaşı yenilgisinden, Çanakkale zaferi anlatısı, Nazilerin Reichtag komplosundan bir mağduriyet ve tarih üretme çabası gibi.)
Ulus-devlet koşullarında ona karşı durmak çok güçtür. Kendini yalıtmaya çalışan karşı hareketleri kendine çeken, devlet içinde “ezilen” bir halkı bu itiraz ile ulus-devletleşme sürecine sokan bir vakum. Bu iktidarın vakumudur. İktidara karşı olan hareket, o iktidar alanını fethetmeyi başarırsa, o alan da onu fethetmiş olur. Bir karşı iktidar hareketi iktidar fikriyle de savaşmalı, iktidar1’i reddedip, kolektif bir iktidar2 koşulu ortak amaç olmalıdır.
Her an ve her durumda doğru karar verme yetisi hiç ama hiç bir insana bahşedilmedi. Herhangi bir kolektif de her durum ve anda doğru karar verme garantisi veremez. Kritik anlarda kaçınılmaz olan bu karar verebilirlik ve liderlik yetisi bir iktidar kredisi olmamalı. Zira o andan itibaren ortamın kimyası değişir. Bhaskar’ın iktidar düşüncesine ilişkin pek çok sorunu sadelikle çözen iktidar1 ve iktidar2 ayrımını, Mann’ın Weber/Engels feyizli makro iktidar analizleriyle ele almak çok verimli olabilir.
Radikal dönüşüm konusunda Mann sağda kalır; orada bırakalım. Bhaskar gibi Devrim’i de devrim1 ve devrim2 diye ayıralım. Böylece şu devrim miydi değil miydi tartışmalarının çözümüne oldukça faydalı bir çözüm üretmiş oluruz. Devrim1 ve aşk analojisi kuralım. Horvat’ın verimiyle; devrim1 muhakkak aşk ve iktidar1 ile ilişkili bir şey. Eğer iktidar2’yi işe koşmadan aşk ve iktidar1’i hayata geçiremezsek devrim de sürmez, çalınır, başka bir şeye dönüşür. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Eğer iktidar1 ve aşk, devrim1’i devrim2’ye taşıyorsa aşk, devrim yaşar. Bu emancipation (özgürleşme/kurtuluş) vukfudur. İyileşme vukfudur. Özgürlük, kurtuluşa yedirilmemiştir. Yoksa aşk gibi devrim de biter.
Bu mevzuların evrensel bir kullanım kılavuzu olmayacak. Her jeotarihsellik kendi koşulunun yarattığı ve onu dönüştüren özellikle hikaye edilecek. Bazen başarılamayacak, bazen başarılacak. Ama hepsi bütün insanlığa mal olacak. Dünyaya başarmak için gelindiği kapitalist bir illüzyon zaten, değil mi?
Ernesto Guavera, kendi ve içinde bulunduğu anlam dünyasında devrim2’nin bir iktidar2 ile şekilleneceğini sezmiş ve bu nedenle kendini aşk ve devrim içinde kalarak sonsuzluğa havale etmiş olabilir. (Cuba devrim2’si sorunlarına rağmen bu geçişi en iyi başaranlardan oldu).
Siyasi iktidarın alanının fethedilmesi bir devrimin hedefi ve nihayeti olarak algılanagelmiştir. Paris Komünü dersi olarak çıkarılmış olan, burjuva iktidarının dağıtılması yeni iktidarın kurulması Marksist devrim kavrayışı olmuştur. Bu devrim1 kapsamında değerlendirilebilir. Ancak şunun vurgulanması çok önemlidir: Devrim2, bir temsil sisteminin sürmesi ile devam edebilir. Yani kitlelerin yetkisini, potansiyelini temsil edecek bir profesyonel elitin temsili ile sürmesi, kitlelerin buna tabi olması. Ne var ki, iktidar1’in toplumsal anlamda koşulu bu tip bir temsilden özgürleşmeyi gerektirir. Devrim2’nin devrim olarak kalması ancak bu sayede olur. Kitlelerin katılımı gerekli ve yeterli olan şeydir ama, bu kitlelerin bir iktidar1’in referansıyla dahli ile karıştırılmamalıdır. Kitleler iktisadi, siyasi, sosyal hayata ellerinde, zihinlerinde bir elitin veya kült liderin işaret ettikleriyle de katılabilirler, bu toplumsal iktidar2 değildir (Çin Kültür Devrimi bu şekilde ele alınabilir). Tarih okumalarında, örneğin SSCB’nin Stalin sonrası iktidara gelen kliği, “liberal” eğilimleri nedeniyle “sosyalist” yolda saptı türü bir tarihsel önerme, iktidar kavrayışının tamamen iktidar2 şeklinde olduğunun itirafıdır. Kitlelerin tüm potansiyeli ile paylaştığı, katıldığı bir iktidar söz konusu olsaydı, öncelikle tarihi kültleştirilmiş liderler üzerinden okumazdık. Sonra zaten o yapısallık basitçe bir temsil eden partideki görev değişikliği ile böyle “büyük” dönüşümlere izin vermezdi. Bu tür iddiaların kendisi bile devrim2’nin çoktan iktidar1, yani aşkını yitirmiş bir temsil sistemine dönüştüğünü gösterir.
Nisan 2021
Kaynakça:
Bakunin, Michael (2016), Tanrı ve Devlet, çev. Sinan Ergün, Öteki Yay.
Bhaskar, Roy (2020), Reality and Its Depths, A Conversation Between Savita Singh and Roy Bhaskar.
Bhaskar, Roy (2014), The Order Of Natural Neccessity: A Kind of Introduction to Critical Realism, University College London’da yapılan uzun bir konuşmanın Guy Hawke tarafından yapılan transkripti.
Foucault, Michael (2016), Özne ve İktidar, çev. Işık Ergüden, Osman Akınbay, Ayrıntı Yay.
Foucault, Michael (2007), Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yay.
Horvat, Srecko (2021), Aşkın Radikalliği, çev. Zafer Zorlu, Edebi Şeyler Yay.
Koloş, Umut (2016), Foucault, İktidar ve Hukuk, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay.
Mandel, Ernest (1992), İktidar ve Para, çev. Bülent Tanatar, Yazın Yay.
Mann, Michael (2014), Yirmibirinci Yüzyılda İktidar, çev. Emre Gerçek, Açılım Kitap Yay.
Nietzsche, Friedrich (2004), Ahlakın Soykütüğü, çev. Zeynep Alangoya, Kabalcı Yay.
Sayer, Andrew (2012), Power, causality and normativity: a critical realist critique of Foucault, Journal of Political Power, Vol. 5 No. 2, Routledge Pub.
Vendenberghe, Frederic (2016), Alman Sosyolojisinin Felsefi Temelleri, çev. Vefa Saygın Öğütle, Ayrıntı Yay.
Dipnotlar:
1 Michael Mann, 2017, İktidarın Tarihi, çev. Ali Rıza Günden, Özgür Balkılıç, Phoenix Yay.
2 “Marx’ı, her zaman çok samimi olmasa bile, son derece ciddi bir devrimci ve kitlelerin iyiliğini gerçekten isteyen biri olarak görüyorum; öyle olunca da kendi kendime soruyorum: Nasıl oluyor da, böyle bir adam, ister bireysel ister kolektif olsun, evrensel bir diktatörlüğün, şu ya da bu ölçüde dünya devriminin baş mühendisliğini -tüm ülkelerdeki yığınların ayaklanma hareketlerini, bir makineyi yönetir gibi sevk ve idare eden bir mühendislik üstlenecek bir diktatörlüğün kurulmasının devrimi öldürmeye, tüm halk hareketlerini felç edip yolundan saptırmaya yeteceğini göremiyor? Dehası ne kadar büyük olursa olsun, bir adam, ya da bir grup adam, nasıl oluyor da, geleceğin toplumsal devrimini oluşturuyor? Nasıl oluyor da, bu insanlar, her ülke, bölge, mahalle ve meslekte öylesine farklı olan sonsuz sayıda çıkar, eğilim ve eylemi ve bunların oluşturduğu birleşmiş, ama tek bir büyük özlem ve doğrudan doğruya kitlelerin bilincine işleyen bazı temel ilkeler tarafından yeknesak hale getirilmemiş olan o dev bütünlüğü kucaklayıp anlayabilmekle övünmeye cesaret edebiliyor?” (age, s.129)
3 akt. Koloş, (Michel Foucault, “ Michel Foucault’nun Oyunu” , çev. Osman Akınhay, Seçme Yazılar: 1 Entelektüelin Siyasi İşlevi, yay. haz. Ferda Keskin, 2. baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005, s. 124.)
4 Nedensellik, aynı yerde Sayer’in de belirttiği gibi sorunlu kavrayışları olan bir kavramdır. Örneğin pozitivizmin düzenlilik determinizmi gibi. Ancak bilimsel açılama imkanı için bu kavramı terk edemeyiz. Bhaskar, gerek Gerçekçi Bilim Teorisi’nde gerek Naturalizmin Olanaklılığı’nda eleştirel realist nedensellik kavrayışının çok detaylı bir açıklamasını yapar.
5 Puissance, yapabilirlik; pouvoir ise tahakküme daha yakın bir anlamdadır.
6 Özgür Elibol, özgurceelyazmaları.org “devlet” hakkında yazılar.