Tevrat ve kimi başka kaynaklara göre Nuh Peygamber, Büyük Tufan’dan sonra yeryüzünü üç oğlu arasında paylaştırırken Yafes’i [bu ad İbranicede ‘güzellik’ anlamına gelebildiği gibi ‘genişlemek’ anlamına da gelmekte] ‘çoğalmak ve verimli olmak’ adına Tanrı buyruğu olarak Avrupa’yı da kapsayan bir bölgeye yollar. Ve gerçekten de “Tanrı Yafes’i büyütecektir.”[1] Yafes verimli topraklarda çoğalacak ve köklü bir hayat kuracaktır. Bu hikâye ve başka pek çok hikâyeden kalan iz günümüzde de sürüyor: Avrupa nedir, neresidir ya da kim Avrupalıdır? Arayış, devletlerin sınır ve ekonomi politikalarının belirlenmesi ve yürütülmesi dışında; sosyal bilimler alanında [2] ve edebiyatta da sürüyor.
Yazar Milan Kundera uzun zamandır bu arayışın edebiyattaki temsilcilerinden. Romanlarının hemen hepsinin arka planında bu arayışın izlerini görebiliriz ama kurmaca metnin iç yasalarıyla uğraşmak yerine kestirmeden gidip denemelerine baktığımızda, “Avrupalı olmak ne demektir?” olarak da adlandırılabilecek bir temayı kimi zaman kendisini merkeze koyarak kimi zaman da Kafka ve hatta Max Brod üzerinden durmaksızın deştiğine tanık oluruz [3]. Ama burada Kundera’nın üstünde durmamın herhangi bir Avrupalı yazar, aydından ayrılan önemli bir yanı var: Orta Avrupalı olmak. Bu ayrımı ben yapmadım, Kundera Avrupa kültürü, tarihi, romanı, müziği üzerinde dururken acıklı diyebileceğimiz bir serzenişle kendisinin de dâhil olduğu Orta Avrupa’nın- Orta Avrupalıların- hep dışarıda bırakıldığına vurgu yapar.
“İster milliyetçi olsun ister kozmopolit; ister köklerine bağlı olsun ister köklerinden kopuk, bir Avrupalı derinlemesine olarak vatanıyla olan ilişkisine göre tanımlanır, öyle görünüyor ki milliyetçilik sorunsalı Avrupa’da her yerdekinden daha karmaşık daha ciddidir.”
Kundera Avrupa’nın ‘büyük’ ulusları olarak adlandırdığı ulusların, ‘küçük’ Avrupalıya dönük bir milliyetçilik politikası uyguladığını ve bunun da onulmaz eşitsizlik olduğunu söyler. Dışlanmışlığı içselleştirir ama Avrupalılığı dışlayan bir yerde durmaz; tam tersine kabul görmemeye üzülür. Kendi ‘küçük’ ülkesi Çekya’nın- o zamanlar Çekoslovakya- İkinci Dünya Savaşı sürecinde pazarlığa konu edilmesini, dışlanmanın ve hiçe sayılmanın örneği olarak vermesi çarpıcıdır:
“Münih’te 1938 sonbaharında dört büyükler Almanya, İtalya, Fransa ve Büyük Britanya o zamana kadar söz hakkı tanımadıkları küçük bir ülkenin kaderi üzerine pazarlığa giriştiler.” dedikten sonra “Çekoslovakya’nın gözden çıkarılma” kararını koridorda çaresizce bekleyen Çek diplomata bildiren Chamberlain’in tarif ettiği “hakkında pek az şey bilinen uzak ülke” sözüne atıfla”… Bu ünlü sözleri doğruydu.
“Avrupa’da bir yanda büyük ülkeler, diğer yanda küçük ülkeler var; bir yanda pazarlık salonlarına kurulup yerleşen uluslar, diğer yanda bütün gece kapı önlerinde bekletilen uluslar var” diyerek ayrımın derinliğini sergiler. Üstelik Kundera ‘büyük’ ve ‘küçük’ ulus sıfatlarını yüzölçümü ya da nüfus ayrımı üzerinden değil tam da ‘nüfuz’ üzerinden yapılan bir ayrımı işaret etmek için kullanır. Nüfuzun kullanılması ‘küçük’ ulusların var olabilme sorunu yaşaması yanında kültürel olarak da kendini duyuramaması yoluyla bir anlamda aynı kapıya, yok oluş tehlikesine, çıkmaktadır. Yok olma tehlikesinin iki yönünü çeşitli karşılaştırmalarla sürdürür Kundera. Polonya’nın nüfusunun İspanya kadar olduğunu ama İspanyanın tarih boyunca hiç yok oluş tehdidi yaşamadığını oysa aynı tarihin Polonya halkına bu korkuyu hep yaşattığını söylerken Avrupa’yı kanonik olan ve olmayan ülkeler olarak sert biçimde ayırmıştır kafasında. Kültürel var oluşun bir ögesi olarak yazılan metinlerin de bu ulus ve dil ayrımına tabi olduğunu belirtir. Mesela XII. Ve XIV. yüzyıllarda yazılmış olan İzlanda sagaları bugün ‘edebiyatın arkeoloji müzesi’ndedirler ve günümüz Avrupa edebiyatı ile bir organikliği yoktur. Oysa sagalar İngilizce yazılmış olsaydı, bize bugün bir “Don Quijote kadar tanıdık gelecekti.”
Kundera’nın Avrupa’ya Bakışı
kapitalizmin var olan koşullara, ekonomik kaynaklara, jeopolitik dengelere göre işlediğini bilmiyor mu Kundera
Buraya kadarki olup bitene bakılarak şaşılacak bir şey olmadığını, bu ayrımların aynıyla vaki olduğunu ve hepimizin de buna vakıf olduğunu söyleyebiliriz. Şaşırtıcı olan, Kundera’nın total bir Avrupalılık olması gerektiğini ama bu oluşturulmadığı için Orta Avrupalıların dışlandığını düşünmesi. Fransa’nın, İspanya’nın hiç yok oluş sorunu yaşamadıklarını, pek çok Avrupalı “küçük” ulusu önemsemediklerini tarih çerçevesinden bakarak söyleyen Kundera, hâlâ bir var oluş için o çemberin içine girmeyi, genel bir kültürel Avrupalılık haritası oluşturmayı istiyor; bu şaşırtıcı değil mi? Bir insan, bir aydın yazar bunu elbette isteyebilir ama bunu kapitalizmin var olan koşullara, ekonomik kaynaklara, jeopolitik dengelere göre işlediğini bilmiyor mu Kundera, elbette biliyor. Bildiği halde bunu istemesi, isterken daha baştan olası eşit ilişki isteğini öldürüyor, istek ölü bir istek ama Kundera ısrarcı. Israrcılığını Ülkesi 1968’de işgal edilip kendisinin 1975 yılında Fransa’ya göç edip Çekoslovakya vatandaşlığından çıkarılışı ve bir başka ülkede yaşamak zorunda kalışından sonraki süreci anlatırken söylüyor zaten:
“Yetmişli yıllarda ülkemden ayrılıp Fransa’ya geldim ve orada ‘Doğu Avrupalı bir sürgün’ olduğumu hayretle gördüm.”
Her kültürel oluş gibi Avrupalılık da ‘üretilmiş’ bir olgu…
Hayret ediyor Kundera! Devam ediyor: “Her yerde durumumuzdaki gerçek utancı açıklamaya çalışıyordum.” Gerçek utanç diye nitelediği 1968 işgali. Bu tamam da Kundera tek ve gerçek ayıp olarak bunu görüyor. İşgal olmasaydı biz de sizin gibi Avrupalıydık işte, neden şaşırıyorsunuz buna? Kundera devamında Fransızların kendilerini bir Ortodoks, bir Slav olarak gördüklerini; kendisininse ‘Slav kültürü, Slav dünyası diye bir şeyin asla olmadığını’, ‘nafile bir çaba’ olarak anlatmaya çalıştığını aktarıyor. Asla eşitlikçi bir ilişki olamayacağını kabul ettiği yer bu. Çaresiz, kendi dilinden uzak.
Avrupalılık fikrinin ne olduğu ve neden bu derece önemli olduğunun tartışılmasının yeri bura değil; zaten bu kısa yazının gücü onu tartışmaya yetmez ama şu kadarını gösterdiğimi sanıyorum: Kundera gibi çok güçlü romanlar ve denemeler yazmış bir yazar, bir aydın olmadığını düşündüğü yerde olmak istiyor. Her kültürel oluş gibi Avrupalılık da ‘üretilmiş’ bir olgu ve tarihselliğinde Rönesans, reformlar, aydınlanma düşüncesi, modernizm, Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi, Paris Komünü, Alman Ayaklanması gibi olaylar yanında sömürgecilik, insan kıyımları gibi olumlu olumsuz pek çok olay barındırıyor. Çek ulusu ya da başka ulusların buraya dâhil ol(a)mamasına neden hayıflanılır? Meselenin temel noktası bu. Çünkü Kundera dâhil olmak istediği ‘o’ Avrupa’yı yaşamının merkezine koyuyor ve neredeyse dünya için de vazgeçilmez görüyor. Belki de bu onun romancılığının deformasyonudur, bilindiği gibi romanın anavatanı Avrupa’dır. Ama hangi Avrupa? Yanıtı, kıskandığı o ‘büyük’ Avrupa olacaktır. Kundera, kendisini dünyaya tanıtan ilk yedi romanını anadili Çekçe ile yazdı. Sonraki dört romanını ise 1975’ten beri yaşadığı toprakların diliyle, Fransızca yazdı. İlk yedi roman içinde Şaka, Gülünesi Aşklar, Yaşam Başka Yerde, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği gibi romanlar var. Fransızca yazdıkları? Onları saysak da ilk romanları yanında gözle görülür bir edebi zayıflık var. Bu elbette bir tek nedene bağlanamaz ama bir yerde o bilgi de dursun.
Agenor’un kızı Europa, Fenike topraklarından, Suriye’den, kaçırılmıştı ve babası onu bulması için oğullarını göndermişti. Bugün onun doğduğu Suriye topraklarından binlerce Europa, trajedinin kuralına uyup prenseslerini aramaya çıkıyor atalarının sandallarıyla. Kundera keşke Avrupa’yı başka yerlerde arasa…
DİPNOTLAR