arama

Uzun Yürüyüş: Gerçek Şehir, Hayalî Dağ

Ahmet Bülent ERİŞTİ
...Roman artık doğa-insan mücadelesini, açık savaşlar ve bunun tarihini, kalbimizi titretecek büyük aşkları anlatmaktan çok uzak. Ama bu bizi yanıltmasın hikâyesiz bir romanın bile, varlığı gereği insanın içindeki karanlık mağarayı göstermeyi amaçladığını düşünmek durumundayız.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Ahmet Bülent Erişti Ahmet Bülent Erişti
  • 1 Star
    Loading...

Laurens Sterne’in “story’e dayanmayan bir roman yazmak gibi delice bir fikre kapılmasıyla”[1] birlikte, roman artık doğa-insan mücadelesini, açık savaşlar ve bunun tarihini, kalbimizi titretecek büyük aşkları anlatmaktan çok uzak. Ama bu bizi yanıltmasın hikâyesiz bir romanın bile, varlığı gereği insanın içindeki karanlık mağarayı göstermeyi amaçladığını düşünmek durumundayız.

Ayhan Geçgin, romanın geçirdiği evreleri bilen ve insanı bir “story”e dayanmayan değil ama bu “story”i klasik bir anlatıdan çıkaran, onu bozarak kimi zaman da bu roman okuduğum şeyleri anlatıyor mu hatta bir şey anlatıyor mu, dedirterek anlatan bir yazar. Geçgin’in ilk üç romanıyla ilgili kitap boyutunda çalışmalar yapıldı, yazılar yazıldı.[2]  Geçgin, dördüncü romanı Uzun Yürüyüş’te de özellikle Kenarda ve Gençlik Düşü romanlarındaki tema, kurmaca tekniği, karakter oluşturma anlayışını neredeyse aynı denebilecek biçimde sürdürmüş.[3] Okura, sembolik düzlemde iki ayrı dünyayı temsil eden bir materyal tablo sunuyor roman: şehir ve dağ. Her iki mekân da roman kişisinin kendisiyle hesaplaşması, başka bir var oluşa geçişini gerçekleştirmesi adına seçilmiş, Deleuze’ün bakışınca, temsil özelliği taşıyan simgesel mekânlar. Bu yönüyle Uzun Yürüyüş, yer değiştirme üzerine kurulu, iki ayrı dünyaya dair metaforik alt okumalar yapabileceğiniz bir açık yapıt.

Romanın sonuna kadar adını öğrenemeyeceğimiz ama iki ayrı yerde adının birinde Erkan; diğerinde de Mahmut olduğunu söyleyen ve İstanbul’da yaşlı annesiyle yaşadığı iki odalı evi terk etmeye karar veren kahramanımız bir sabah erken evinden çıkar ve geriye dönülmeyen yolculuğu da başlamış olur. Yolculuk demekle birlikte Uzun Yürüyüş’e bir yolculuk romanı demek kolay değil.[4] Uzun Yürüyüş’ün kahramanı X için belirlenmiş, takip edilecek bir yol olmadığı gibi; görülecek, anlatılacak; kısaca yol izlenerek varılacak hiçbir yer de yok. X, daha ilk günden başlayarak bir yolcudan çok etraftaki fiziksel ve zihinsel var oluşlara çarpa çarpa bükülen, değişen, savrulan biri. Yolculuk, her zaman belirlenmiş bir rotada ilerlemez elbette, bazen bilinmezliklerle sürer ama roman yolcusunun yüzü, kendi var oluşunun yansıması olarak da düşünebileceğimiz, bir çeşitlilik ve yaşanmışlık zenginliğine dönüktür. Oysa Uzun Yürüyüş’ün isimsiz kahramanı, daha isimsizliğinden başlayarak bir var oluş ve bunu çoğaltma düşüncesinde değil. Bulunduğu yer ve durumdan rahatsız ama bunun yerine yaşamı yeniden kuracak bir idea, ütopya koymuyor; onun ütopyası bugünden kurtulmak.

  “Kendisine sordu: Eskiden ben neydim? Yanıtı: Burada, yıllarımı geçirdiğim bu evde hapistim. Gerçek bu, beni bir oda, yemek, öteki günlük gereksinimler karşılığı burada tutmayı başardılar.”

İç konuşma, bunu kimlerin yaptığını sorup yanıt alamamakla sürer ve sonrasında kendisine çizdiği çıkış yolunu açıklar:

” Önceden doğru dürüst yaptığı tek şey, yakındaki parka gitmek, parkta dolanıp durmak, çemberler çizmekti. Ama bıkmıştı artık çemberler çizmekten, dönen, geri gelip duran şeylerden. Şimdi yolu izleyeceğim, dedi kendi kendine, dümdüz gideceğim. Benim hicretim artık başlıyor.[5]

Şehir 

Hicret başlıyor ama nereye? Önce Kadıköy sahiline, oradan Üsküdar’a doğru süren “amaçsızca” gezmelere. Kurtulmak istediği şehirde insanları, sokakları gözlemleyen ve bunlara dair durmaksızın konuşan bir iç sesleyiz sayfalar boyunca. Kahramanımız “çemberden” bıkmıştır ama bıktığı çemberde dolanmayı sürdürüyor günlerce. Bu süreçte geceleri parkların bir köşesinde, bir çalının dibinde yatıp şehri, geceyi, “kendisi gibi dışarıda yaşayan” insanları tanıyor, onların yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. “Hep gündüzleri kullandığı parkları bu kez gece kullanmak” ona da tuhaf gelmektedir. Sabah kalkmakta, kimi zaman deniz kenarına inmekte kimi zaman iç sokaklara girip çıkmaktadır. Evden ayrıldığı gün “açık bir hedefi” olduğunu açıklar iç konuşmasında. Amacı “şehrin dışına çıkmak, geniş bir ova, sessiz bir dağ eteği bulana kadar arkasına bakmadan yürümektir.” Ama bu düşünce romanın 83. sayfasında çıkacaktır ancak karşımıza. Evden ayrılışının henüz üçüncü gününde; bu her şeyden bıkmış, şehirde kendisini her şeyin boğduğunu düşünen ve bundan kurtulmak için bir düz çizgide gitmeyi düşünen kahramanımızın, çok hızlı biçimde önceki hayatıyla ayrıştığını, “geçmiş”in çok uzakta kaldığı hissine yönelik iç konuşmalarını görüyoruz:

“Burada, diye düşündü, bu saydam kürenin içinde hem hareket ediyor hem kımıldayamıyorum, burada, bu saydam kürenin içinde ne yaşıyor ne de ölebiliyorum.”

Sonra? Sonra “bir süredir Kadıköy’de” olduğunu söyler ve günler aynı biçimde yürümek, ucuz lokantalarda cebinde kalan az parayla yemek yemek, geceleri parklarda yatmanın kaygısı, korkusu içinde ama hep bir tekrar nöbetiyle sürer. Kısa eylem cümlelerinden kurulu iç konuşmalar, okuru kahramana odaklanmaya çağırıyor. Yaşanan duygu krizine dönük bir ortaklık kurulmasını istiyor Geçgin. Konuşacağı iletişim kuracağı ilk insanla, çöp toplayıp geçimini sağlayan Hakkârili Mahmut’la karşılaştığında bir dış diyalog görürüz romanda. Ve bu diyaloglar arasında gerek Mahmut’tan gerekse onun tanıştırdığı ve “ Ben ne öğrendiysem çöplerden öğrendim. Ne zaman bir çöp konteynırına eğilsem hakikat sanki ordaymış, işte karşıma çıkacakmış gibi hissettim.” dedikten sonra “ hakikat bu insanların sitelerinde, plazalarında bürolarında falan değil, bizim yakınımızda barınmaktadır.” diye devam eden Sadık’tan hayata dair sosyal mesajlar alırız.  Sonrasında kahramanımız birden kendini Gezi Olaylarının içinde bulur, kafasına darbe alır, günlerce hastanede kalır. Hastane ve sonrasına döneriz. Romanın temsil gücünü yitirdiği, yaşanan hayatla romanın anlatı ağının sınırlarının kaybolduğu yerlerdir bu bölümler.

Karşılaştığımız-bize sunulan- bir nesneyi algılarken hangi yollara girdiğimize, hangi eşiklerden geçtiğimize bakarken en önde, o nesnenin ne olduğu ve hangi saikle var edildiği sorusu var ve bundan kaçmamız çok mümkün değil. Kantçı akıl ve duyarlık kavramlarının eleştirisini de askıya almadan diyebiliriz ki önümüzdeki nesne bir roman ise eleştirel akıl, okuduğumuz metinle okurun bir romandan beklentisi arasında sürekli bir ara yüz konumundadır. Romanın içsel yasaların farkında olan okur, aradığı ister estetik haz olsun isterse bunun dışında bir şey, beklentisini karşılama adına bu ara yüz aracılığıyla romana giriş yapacak ya da romanla yaşanan dünya arasında- kendisiyle de diyebiliriz- bu ara yüz aracılığıyla bağ kuracaktır. Geçgin, kapitalizmin üretim ve yaşama biçiminin simgesi durumundaki kenti ve onun her anlamda hapsettiği insanları, her şeyi romanın başından itibaren X üzerinden ama onu her şeyden soyutlayarak anlatıyor. X, kendisi de içinde olacak biçimde hiçbir şeyle organik değil. Şehir gerçek, şehirdeki yer adları, sorunlar gerçek ama kahramanımız X o ana kadar her şeyi içinden yaşayan, uzaktakini anlatan bir özne durumundayken Gezi ruhunun gözlükleriyle birden bire somut bir varlık durumuna dönüştüğünde, romanın kurmaca gerçekliği yukarıda söz ettiğim basit hikâyeye temas ediyor. Ranciere, “Kurmacayı olağan deneyimden ayıran şey, gerçekliğin eksik değil rasyonelliğin fazla oluşudur.”[6] dediğinde kast ettiği şey rasyonelliğin, olağanı olağan olmaktan uzaklaştırmasıydı. Rasyonelliğin, kurmacanın derinliğinin oluşturduğu ilizyonu bozduğu bir başka yer de X’in hastanedeki doktorla iletişimi. Doktor Hanımın X ile kişisel olarak o derece ilgilenmesi, gecenin bir yarısı çıkıp gelip X ile varoluşsal sorunlarla ilgili derin bir sohbete girişmesi Uzun Yürüyüş’ün nabzını değiştiriyor.

Geçgin, Kenarda ve Gençlik Düşü romanlarında gördüğümüz, karakterlerin aynı mekânlarda devinmesinin; mekânsal döngüselliğin bu romanda dışına çıkıyor. Döngüsellik yerini çizgiselliğe bırakacaktır böylece. Çizgisel kaçış, şehirden uzaklaşma fikri; dağ imgesini bu kaçışın yerine koyarak alışıldık biçimde yeni hayatı mı temsil eder? Hayır! Uzun Yürüyüş, bu nedenle bir yolculuk ve bu yolculuğa bağlı bir arayış romanı değil.

 

 

 

[1] Milan Kundera, Perde, Can Yay. ,İstanbul, 2006, s. 24, Çev. Aysel Bora.

[2] Meraklı okur bunları kısa bir araştırmayla bulabilir ben sadece iki kaynak belirteceğim: İlki Derviş Aydın Akkoç’un Birikim dergisinin 296. Sayısındaki yazısı. İkincisi ise Geçgin’in ilk üç romanı Kenarda(2003), Gençlik Düşü(2006) ve Son Adım’ı (2011), Aylak Adam’la karşılaştırmalar üzerinden inceleyen Orhan Koçak’ın Tehlikeli Dönüşler(2017) kitabı.

[3] Ayhan Geçgin, Uzun Yürüyüş, Metis Yay. ,İstanbul, 2015.

[4] Murat gülsoy, “uzun yürüyüşün menzili”,K24 internet sitesi, 30 Temmuz 2015. Gülsoy yazdığı bu değerlendirmede Uzun Yürüyüş için “tam bir yolculuk romanı” diyor.

[5] Uzun Yürüyüş, s. 12.

[6]  Jacques Ranciere, Kurmacanın Kıyıları, Metis Yay., İstanbul, 2018, Çev. Yunus Çetin.