Kalbimize yerleşmiş bir kronik kavuşma arzusu, gündelik hayatla bağ kurmamıza izin vermeyecek denli boğucudur bazen. Uzaktaki biri, artık bu dünyada olmayan biri ve hatta sıla; zihnimizde anıları çoğaltmaya koyulmuştur. Uzaktaki anılar, kalbin mürekkebiyle temize çekilir; tazeyken acıtıcı olan, unutulmaya bırakıldığında paslanmıştır ama özlem, geçmişin sisindeki her hüznü ve acıyı cilalayarak sunar: Özlüyoruzdur. Ama neden? Yanlış yapmak için yeterli zamanımız mı olmamıştır? Oysa her şeyi tarif etmek için yeterli zaman vardır. Soruyu nasıl yanıtlarsak yanıtlayalım; ne kuşatabiliriz kuytudaki isyanı ne de duyguyu tartabilecek bir terazi vardır. Özlediğimiz “şey” içeride mi ve onu içeride mi tutmak istiyoruz yoksa dışarıda(n) bulmak ve içimize hapsetmek mi peşindeyiz, sorusu da kayıtsızlığa dönüşür ve öylece süzülür boşluğa her şey.
Özlemeyi anlama ve anlamlandırma çabasına sanırım herkes, kendi hayat pratiğinden; hayatın kendisine çarptığı yerden bakarak bu işe girişecektir. Bu nedenle onu tanı(mla)ma çabamız çoklu yanıtlarla daha da zor hale geliyor. Birini özlediğimizde hissettiğimiz derin bir bağlılığın gücünün kaynağı nasıl bu kadar sıcak kalabiliyor ya da bu duygunun oluşması ve derinleşmesinin altında ne yatıyor?
baba özlemi ve ona duyulan simgesel borç kavramını diğer bütün özlediğimiz şeylerle bağdaştırmak, aşırı yorum olarak görülebilir
Katartik bir sonuçlama için bile zihnimizi zorladığımızda, dil bizim yüzeye çıkma çabamızı durdurmaya; bizi saklanmaya zorlar. Özlemin dayanağını adlandırma çabası, ipten dönmekle ipte dönmek karşıtlığının aynı zamanda çok yakın olduğunu işaret ediyordur: Özlem, bir ön kabul olarak içinde sevgi barındırıyorsa bu, aynı zamanda bir borcu telafi etme çabası da taşıyordur. Söz konusu simgesel borç, bize varlık sorunu olarak bırakılmış ve paraya tahvil edilemeyecek bir borçtur. Lacan, Freud’un nevrozla ilgili çalışmalarında yer alan “para, borç, borcun ödenmesi” gibi kavramları açıklamaya yöneldiğinde, Ödipal kompleksin merkezine koyduğu “baba”yı, cinsel yaratımın da merkezinde görür ve bu dolayım vesilesiyle para ya da başka türlü borcun ödenmesi gereken kişi olarak da simgeselleştirir. Yaratım nedeniyle daha baştan borçlu olunan baba da aslında simgesel babadır. Bu bağlamda özlemek, onu doğuran ve sürdüren dinamiklerin bizde yarattığı bağlılık duygusuna ve bu duygunun süreğenliğine bakıldığında, simgesel babaya duyulan ve bir anlamda ödenemez bir borç duygusu barındırmaktadır. Lacan’ın bu yorumu, baba kavramını merkeze koyarak yaptığı düşünüldüğünde, baba özlemi ve ona duyulan simgesel borç kavramını diğer bütün özlediğimiz şeylerle bağdaştırmak, aşırı yorum olarak görülebilir ancak unutmayalım ki baba kavramı var oluşsal bir simgedir. Bir biçimde borçlu olduğumuz, kendimizi borçlu hissettiğimiz ve sonsuza kadar asla tamamlayamayacağımız bir borçluluk duygusunun kaynağının metaforik figürü: Bir türlü ulaşılamayan baba. O özne ile bağ kurma çabası, daha baştan “nafile bir çaba” olduğu içindir ki özlem doğacaktır. Duyduğumuz borçluluk bağının niteliği, mutlu eziyetimizin de derecesini belirler ve özlem, arayış ile bekleyişin iç içe geçmesinin doğurduğu enerjiyle büyür. Arayış ve bekleyişin sonuçsuzluğu zamana yayıldığında eksik olduğumuza ikna oluruz. Özlemimizi doyuramadığımız sürece her şey eksiktir ve tamamlanmak da ondan başka hiçbir şeyle mümkün değildir. Özleme teslim olmak, bu yönüyle belki de en insanî yanımızdır. Yola çıkma fikrinin nüvesidir burası. Kaybetmeyi göze almak bir yana kaybetmeyi aklımıza getirmediğimiz bir ulaşma fikrinin sarhoşluğundan daha hoş ne olabilir?
Biri(leri)ni özlemek, güzellik atfettiğimiz günleri özlemek, doğduğumuz evi özlemek… Bütün bunlar geçmişe ve dâhil olduğuna göre ancak oradan hareketle var olabilirler. Bir iz süreriz geçmişe doğru. Yaslanmak zorundayızdır; bugünde boğulduğumuz, işgal altında olduğumuz, tıkandığımız için. Peki ya gelecek? Dünün yaraları ile bugünün sıcaklığını, yarının bilinmezliğine tahvil ederek ayakta kalma çabası da pekâlâ bir özlem değil midir? Yani, gelecek bir bakıma Bloch’un perspektifini genişleterek söylersek geçmişte değil midir? Yolcu, yola çıktığı yeri işaretlemeden gideceği yerin yol haritasını veremeyeceği gibi, gelecek de geçmişe yönelik simgesel borcunu ve onun kaynağını belirtmezse, bir türlü gelemeyecektir. O halde, simgesel borcu ve o borcu ödemekle mükellef olduğu simgesel babayı gelecek ve ona duyulan onu hayal etme, yaratma fikri dâhilinde tarif etmek durumundayız.
Felsefeyle ilgileniyorsak her birimizin kendi soruları ve cevapları arasında bir ilişki olmasındandır.
1965 yılında Ricoeur, felsefenin işlevi, hakikat nedir gibi kavramları tartışırlarken Canguilhem’in, “Doğru ya da yanlış felsefe yoktur.” sözüne karşılık olarak, sert denebilecek şu sözleri söyler:
“Felsefeyle ilgileniyorsak her birimizin kendi soruları ve cevapları arasında bir ilişki olmasındandır. Felsefe kendi sonlu alanını çizerek bizi ilgilendirir. Çünkü şöyle bir inancımız ya da umudumuz vardır: İnsan zihni (bu) sonlu eserleri aracılığıyla kendisiyle karşılaşır. Bu olmadan şizofrenlere dönüşürüz.”
İnsan, var oluşunu, sonlu oluşunun yarattığı travmanın çemberinde sorgular ve hayatın içindeki her şeyle bağ kurma peşindedir. Buradan bakıldığında gelecek, tartışmasız biçimde insan için en temel rüya alanıdır. Ricoeur’un insan için “kendisiyle karşılaşmak” diye tarif ettiği yer, insanın gelecekte karşılaştığı geçmiş; aynı zamanda bugünden kurulan geçmiştir. Geleceği bugün; bugünü ise geçmişte kuruyoruzdur çünkü. Ama hepsinden önemlisi, şizofren olmamızı engelleyen etmen, borcumuzu ödeme duygusudur. Gelecek, özlediğimiz yer, borç ödenerek insanın kendisiyle buluştuğu yerdir aslında. Simgesel borç, geleceğimize ödemekle mükellef olduğumuz borçtur. Hayaller üretmek, onların peşinde olmak ve onlara karşı sorumlu olmak…
Borç olgusunun bizde yarattığı, yaratabildiği enerji sorumluluğuna varıyoruz vara vara. O borcu, her ne kadar John Forester’ın söylediği üzere “ölçmenin bir yolu yoktur” ama borcun ve öde(n)me biçimlerinin, zamanın ruhuna sıkı sıkıya bağlı olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Para ve onun yarattığı borç imgeleriyle boğulmuş bireylerden müteşekkil bir toplum için lüks bir borç imgesi bu. Ama unutmayalım ki para kurduğu onca karmaşık hayat algoritmasına karşın insanî sürece dâhil edebileceğimiz bir ödeme gücü taşımaz. Adam Philips haklıdır: “Para, borcu sayılara dökerek sahte bir avuntu sağlar.” Ekonomi-politiğin temel kavramlarından paranın, gündelik hayatın içinde kurduğu “sahte avuntu” simgesel borcun yükünü tanımaz ve taşımaz.
Geleceğe ulaşmak, onunla kurulacak toplumsal mutabakatın bileşenleri düşünüldüğünde, zihinsel ya da pratik düzlemde gelecek imgesini geçmişte(n) kuran bir düşünce, bir insan özne ya da her neyse; onu özlemekle olabilir. Sonsuzluğu hiçbir şeye iz bırakmadan sürdürmek, tarif edilecek, özlenecek bir mevhum yaratmamak, insanın kendisiyle hiç karşılaşamaması olurdu. Zira gelecek, kendisine özlem duyulmasıyla sonsuzluktan sıyrılıp yüzümüzü çevirebileceğimiz bir somutluk kazanır.