İdeoloji Olarak Biyoloji
Gen dediğimiz kalıtım ögeleri ilk kez 19. yüzyılda Mendel’in melezleştirme denemeleri neticesinde keşfedilmişti ama ilk kez “gen” adı Mendel öldükten çok sonra kullanıldı. Yine de genlerin asıl önemi biyologların DNA’yı keşfetmesiyle ortaya çıktı. 1953’te Watson ve Crick, DNA’nın ikili sarmal yapısını çözdü. Biyolojideki temel meseleler asıl olarak bundan sonra çözülmeye başlamıştır. Genin biyolojideki önemi ve etkileri üzerinde durmak değil niyetim, daha ziyade sosyal teoriyle ilişkisi üzerinde durduğumuz için Lewontin’den yararlanıyoruz. DNA ve genlerle ile ilgili veriler ortaya çıktıkça her durumu genlere bağlayanların çözümleri de etkisizleşti. Biyolojik/genetik belirlenimciler her duruma bir gen denk geldiği varsayımıyla açıklama geliştiriyorlardı ama insanda gen sayısının öyle beklendiği kadar olmadığı anlaşıldı. En fazla 25-30 bin arasında bir gen olduğu, bu sayı da biyolojik belirlenimcilerin dayanaklarını etkisiz kılmıştır. Yalnız burada şu hususa değinmekte yarar var, genler farklı koşullarla karşılaştıklarında farklı davranabilmektedir. Bu da genlerin koşullara göre etkilendiğini, yapısal bir katılıkla davranmadıklarını gösterir. Organizmadaki her yapının belli bir amaca yönelik görev üstlenmesinden ziyade, organizmanın yaşamına bağlı olarak görev ve hizmetlerinin değişiminin ortaya çıkması önemli bir veri. Richard Dawkins’in “bencil gen” tezine karşı ortaya konulan önemli bir eleştiri de buradadır: Gen, kendi yapısal bir davranımıyla hedef görev icra etmekten çok, bulunduğu koşullara göre şekillenir.
Richard Dawkins’in, “insan genomundaki her yapının belli bir amaca hizmet etmesi gerektiği ve kendi bencil hedefleri olduğu” görüşü, genlerle ilgili bilgimiz arttıkça yanlışlanmıştır. Matt Ridley, “davranışlarımızın biyolojik yapımıza muhtaç olmadığını, tersine biyolojik yapımızın davranışlarımızın mermametine muhtaç olduğunu”[1] söylüyor. Dawkins, insanların tüm diğer hayvanlar gibi genleri tarafından yaratılmış makineler olduğunu söyler. Bu makineler, rekabetçi dünyada, rekabetçi bir dünyada hayatta kalmayı başarmış belirli nitelikleri taşımaktadır kendilerinde. Hatırlarsanız en başta (“Genlerimizden İbaret Değiliz- I”) La Mettrie’nin Makine-İnsan (1748) kitabını anmıştık. Geçen yüzyıllardaki biriken bilgilere karşın hâlâ benzer bir metaforla düşünülmesi bile başlı başına bir yanılsamanın sürdüğünü gösteriyor. Dawkins’in “genin acımasız ve bencil olduğu” görüşünün doğruluğu bir yana, genin bencilliğinin sosyal bir varlık olan insanın davranışlarını da paralel bir etkiyle bencil yapması düşüncesi başka bir sorun.
Genlerin insan davranışı üzerindeki etkilerine eleştirel yaklaşmak genlerin önemsiz olduğunu iddia etmek değil elbette. Genler insanın evrimini anlayabilmek için çok önemli hatta elimizdeki en önemli öge. Genler bilinçsizdirler, oysa insanın bilinçli öngörü gibi eşsiz bir özelliği vardır, bunun yanında insanlar bencillikten çok özverili canlılardır. Genlerin “bencil” tutumları olsa bile insanlar genlerin bencilliklerini yapmaktan uzak durabilmektedir. İşte Lewontin’in ürettikleri bu bakımdan çok önemlidir; hem meslekten bir genetikçi hem de bu alanın ortaya koyduğu bilgi ve yorumların sosyal ve ideolojik sonuçlarını değerlendiren biridir. Bilimin etkinlikleri ve yaşamdaki belirleyiciliği paralelinde, biyolojinin açıklamaları da egemenlik kazanmaktadır, Lewontin de bu noktada biyolojinin ideolojik kullanımına itiraz eder.[2] Bu açıklamalar hemen hemen tüm insan farklılıklarını genetik farklara atfeder. Okul başarısız, zeka, cinsel tercihler, başarı, resim veya müzik yeteneği, sayısalcı oluş.. özsel bir veri olarak ifade edilmektedir. Bu açıklamalar insan organizmasının etkileşimli olarak şekillendiğini ihmal ederek sosyal çevre etkilerinin değerini küçümsemektedir.
Biyoiktidar
Biyoiktidar biçimlerinin bütün yaşamı kuşattığı bir zamanda genetik daha da önem kazanmış durumda. Lewontin, Genlerimizden İbaret Değiliz kitabında “Zihni Biçimlendirerek Toplumsal Kontrol” başlığı altında değiniyor. 1970’lerin başında SSCB aydınları arasında birtakım fikir ayrılıkları ortaya çıkmaya başladığında, mevcut düzene eleştirel yaklaşanlar, hasta addedilerek psikiyatri hastanelerine kapatılıp ilaç tedavisine başlamakla tehdit edilmişlerdi. Tam da Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya distopyalarında görülebilecek bir manzaraydı bu. Cesur Yeni Dünya genetik biliminin görece erken sayılabilecek bir döneminde, genetik müdahalelere dayanılarak toplumu hiyerarşik olarak yapılandırmayı konu edinen bir romandır. Genetik müdahaleyle canlı varlığa form kazandırma elbette daha öncelere dayanıyor. Biyolojik müdahale ile insanımsı varlı yaratımı H.G.Wells’in Doktor Moreau’nun Adası, Tanrıların Tohumu Karel Capek’in Rossum’un Akıllı Robotları gibi edebi eserlere ilham olmuştu. SSCB’de olansa kurgu falan değil, apaçık gerçekti. Batı’da Sovyetlerdeki bu durum protesto edildi ve SSCB, Dünya Pskiyatri Birliği’nden çekilmek durumunda kaldı. Burada mesele şu, SSCB’de de mevcut düzene, toplumsala uymayanların biyolojik özelliğine dayanılarak yapılan bir girişim söz konusu. Bu yönelimlerin geleneksel toplumlardaki uyumsuzları, “kanı bozuk”, “çiğ süt emmiş” nitelemelerinden farkı yok. Yani biyolojik indirgemecilik söz konusu. Batı’da da durum farklı değildi. Harvardlı profesörler Mark ve Ervin yokluk içindeki kenar mahallelerdeki isyanlara dair görüşlerini şöyle açıklamışlar: “Bu ayaklanmaların temelinde yoksulluk, işsizlik, kenar mahalle yaşamı ve yetersiz eğitimin yattığı herkesçe kabul edilmekle beraber bu durum isyancılarda bulunabilecek beyin disfonksiyonu gibi biyolojik nedenleri göz ardı etmemize neden olabilmektedir. Sonuçta bu isyanlarda yalnızca çevresel etmenler etkiliyse kenar mahallelerde yaşayan herkesin ayaklanmaya katılması beklenir.” Bu profesörlere göre, isyancılar tıbbi tedavi görüp ilaç kullanırlarsa isyan etmeyeceklerdir.
IQ
Günümüzün an yaygın mitlerinden biri IQ (Intelligence Quotient)’dur. Anlama, iletişim kurma, özfarkındalık, mantık, öğrenme yeteneği, planlama, problem çözme gibi zekayla ilgili alanların ölçümsel olarak puanlandırılmasına dayanan IQ, insanları sınıflandıran uydurmalardan biridir. Yukarıda andığımız Cesur Yeni Dünya adlı distopyada tam da zekaya dayalı bir sınıflandırma söz konusuydu. Günümüzde de yaptığı iş, okuduğu okul, yer aldığı toplumsal katmana göre insanların “zeki” ya da “az zeki” gibi sınıflandırıldığına sıkça şahit oluruz. Böyle bir ayrım en başta ekonomik eşitsizlikleri göz ardı etmeye yaramakta. Yani insanların kalıtsal bir zeka ayrımından ziyade, kalıtsal bir ekonomik farktan kaynaklı ayrımlar belirleyicidir.
İlk zeka testi uygulamaları 20. yüzyılın başlarında, özel eğitim ihtiyacı olan çocukların tespiti için yapılmaya başlanmış. Ayrımcı bir niyetten ziyade, bir destekleme eğitimi açısından düşünülmüş ve testi yayımlayanlar, testin herhangi bir ölçüm amacı taşımadığını ve yapamadığını da belirtmişler. Ancak sonrasında biyolojizm meraklıları, bu testleri, ırkçılığı meşrulaştırmaya yönelik olarak kullanmaya başlamış. Günümüzde IQ adı verilen belirlemelerin hiçbir şekilde genetik bir kökeni olmadığı ilgili bilim alanlarınca kabul edilmiş durumda olmasına karşın yaygın bir mit olarak dolaşımda yer alıyor.
Ataerki
Yeni doğan bir bebekle ilgili sorulan ilk soru şudur: “Kız mı erkek mi?”. Bu soru önemli ve merak edilmeye değerdir çünkü bebeğin kız veya erkek olması onun hayatının ileri dönemlerinde oldukça etkili olacağı düşünülür. Kuşkusuz cinsiyetin biyolojik yönünün birçok belirleyici etkisi vardır, ortalama yaşam sürelerinde bile cinsiyetin rolü vardır. Kadın-erkek arasındaki statü, zenginlik ve iktidar farklarıyla şekillenen bir toplumda yaşadığımız açık. Çağdaş Batı toplumu, yapısal açıdan kapitalist olduğu kadar ataerkildir de. Toplumsal iş bölümüne baktığımızda üreme-bakıcılık sektöründe neredeyse tamamen kadınların çalıştığını, şirket yönetimlerinde vb. ise erkeklerin çoğunlukta olduğunu görürüz. Peki ataerki neden sürüp gitmektedir? Bazıları bunun genlerimizde kodlu olduğu fikrini öne sürer. Biyolojik belirlenimcilik, özellikle son yıllarda artan feminist hareketlere cevaben ısrarla ataerkinin doğuştan ve kalıtsal olduğunu savunur. Onlara göre liderlik gibi vasıflar tıpkı penis veya testis gibi erkeklere özgüdür. Bu nedenle kadınların erkeklerin iş alanına girmesine şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Bu fikre göre kadınlar yerlerinin hemen doldurulabileceği işlerde çalışmalıdır çünkü hamilelik veya kadın hastalıkları gibi durumlar çalışmaları sekteye uğratır ve erkek çalışanların sırtına normalden çok daha fazla iş yükü biner.
Biyolojik belirlenimcilere göre toplumlar; baskın, üretici erkeklere ve bağımlı, anaç ve yeniden-üretici kadınlara ihtiyaç duymaktadır. Ayrıca kadınların romantik bir evlilik yerine gelecekteki kariyerlerini düşündüğü, etek yerine pantolon giydiği veya saçlarını kısa kestirdiği; erkeklerin ise mücevher kullanmayı veya bakım yapmayı sevdiği bir toplum yapısını da göz ardı etmişlerdir. Hormonsal olarak bakıldığında, hormon seviyesi ya da oranının cinsel yönelimle çok fazla ilgisi yoktur. Lezbiyenlerin, heteroseksüellere kıyasla, androjen seviyelerinin daha yüksek ya da östrojen seviyelerinin daha düşük olduğu iddia edilir. Fakat böyle bir ilişki yoktur. Olması da beklenemezdi. Bu konuyla ilgili çalışmalar da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak kadın-erkek hormonları arasında belirgin farklar tabii ki vardır. Deterministlere göre bu farklar yalnızca kadın-erkek arasındaki davranışsal farklılıkların değil, aynı zamanda toplumdaki ataerkinin sürme sebebidir. Edward O. Wilson’a göre, “Bizi ataerkil düzene yönelten biyolojimizdir; eğer istersek buna karşı çıkabiliriz ancak o zaman verimlilikte epeyce kaybı hesaba katmamız gerekir.” Genetik belirlenimcilere göre kadın-erkek arasındaki farklar hormonaldır ve bundan dolayı da değiştirilemez. Öyle ki anne karnında gelişim süresince salgılanan hormonlar erkekleri daha saldırgan ve asabi bir hale getirirken kadınları tam tersi daha uysal ve sakin yapar. Hatta bazı belirlenimciler, kadınların erkek şiddetine açık olduğunu belirtmiştir. Onlara göre anne karnında veya bebekliğinde çevresindeki herhangi bir erkekten şiddet görmüş olan kadınlar ileride de eşlerinden veya sevgililerinden şiddet görmekten hoşlanacaklardır çünkü bu kadınlar birer şiddet bağımlısı olmuşlardır. Hayli problemli bir bakış.
Sonuç
Lewontin’in Genlerimizden İbaret Değiliz kitabı odağında yazdığım bu yazıların geliştirilmesi ve sürdürülmesi gerekiyor elbette. Piyasacı toplumu destekleyen ideolojik biyolojizme Lewontin yeterince sağlam eleştirileri yapıp yanıtlar vermiştir, ben onun fikirlerine kısaca da olsa yer verdim. Öte yandan günümüzde bilim sorunu üzerine düşünülmesi ve tartışılması gereken bir konu. Günümüzde bilimin piyasa ile iş birliği içinde çalışarak kâr amaçlı faaliyetlere odaklı girişimleri, sosyal bilimlerin kenara itilip toplumsal yaşamla bilimin bağlarının kesilmesi sağlıklı bir nokta olmadığımızı gösteriyor. Bilim insanın yaşamının güzellikleştirilmesiyle ilgili olmadığı sürece, çıkar amaçlı olarak kullanılıyor demektir. Ticari ve siyasi odakları belirlediği bir bilim alanının geniş anlamda insanlığın sorunlarına çözüm bulamadığı görülüyor. Hele de içinden geçtiğimiz pandemi sürecinde, zengin toplumlar sağlık hizmetlerine kolayca ulaşırken yoksul toplumlar çok ağır felaketlerle karşı karşıya kalmış durumda. Bilim insanları ticari kaygılarla çalıştığı için çeşitli boyutlarda yabancılaşmış halde hayatlarını sürdürmekte. Bilim ilerlemekte ama insanlığın bilimle birlikte ilerlediğini söylemek mümkün değil çünkü bilim, şirket çıkarlarının biçimlendirdiği ihtiyaçlara hizmet eder şekilde sınırlandırılmış durumda. Bilimin bu gidişatı, dünyanın güzelleşmesi ve insanın özgürleşmesine hizmet etmek bir yana, ekoloji açısından ölümcül sonuçlar ortaya çıkarmakta ve her geçen gün dünyayı biraz daha mahvetmekte.
Yazıya başlarken Richard C. Lewontin’in anısına saygıyla başladığımı belirtmiştim. Lewontin hem vasıflı hem de insanlığın kaderi açısından özgeci bir bilim insanı olarak saygıyı ve anmayı hak etmiş biridir. Yazdıklarının kavranması, rehber olması ve yeni sıçramalar yaratması dileğiyle.
[1] Matt Ridleyy (2007). Genom, Çev: Mehmet Doğan-Nıvart Taşçı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, s. 145.
[2] Richard C. Lewontin (2015 ). İdeoloji Olarak Biyoloji, Çev. Cengiz Adanur, Kolektif Kitap.