Faşizan bir rejim, dünyanın neresinde olursanız olun, kendi insanını yaratır. Bu bir atmosfer konusu değil. Sadece devlet gücünü görmezden gelen çıkar ağları ve kültürel liberal versiyonlarıyla aidiyetler konusu da değil. Dahası, politik olarak kutuplaşmanın da çok ötesinde. Evet, Erk Acarer’in maruz kaldığı saldırıdan bahsediyorum.
Kendi ülkesinde özgürce yaşaması pek çok nedenle imkansız hale gelen pek çok kişi başka ülkelere göç eder. Göç konusunda bir akademik makalenin bu cümleyle başlamasının ardından itici ve çekici faktörleri sıralamaya başladığını görürsünüz. İtici faktörler arasında otoriter yönetimler, ifade özgürlüğünün ortadan kalkması, politik baskı, hayat tarzına müdahaleler veya ekonomik gelir elde etme imkanının sınırlandırılması gibi gerekçeler sıralanırken; çekici faktörler arasında özgürlük hissi, güvenlik, ekonomik imkanların çeşitliliği ve insan haklarına saygı benzeri olmazsa yaşanılamaz pek çok olguyu görebilirsiniz. Göç etmek, böylesi bir pragmatik ve bireysel karar olarak yazılır çoğu kez. Ancak politik sürgün ve mülteci yazınında çok daha kolektif bir mekanizma işlediği de ortaya konulur. Bir cehennemden bir cennete doğru alınan yol olarak okunan göç masalları yerine, kayıp ve yeniden özne olmaya dair bir dizi deneyim, teorilerin gri dünyasından sizlere ulaşır.
Göç etmenize neden olan mağduriyetlerin dillendirilebilmesinden kaynaklı minnettar göçmenler olmanız beklenir.
Göç, kısaca tatil veya görev/eğitim icabı bir yerde bir süre yaşamaktan farklı olarak, insanın yetişkinliğini çalan bir süreç: ekonomik ve sosyal olarak göçün ilk dönemlerinde yetişkinliğinizi kazanmaya çalışmak için çabalamaktan ibaret. Yeniden ve yeniden başlamak, sanki göç öncesinde hayatınızda kazandıklarınızı çöpe attığınızda var olabilmeniz demek. Politik olarak ise tam tersi. Özellikle göç ettiğiniz ülke sizin yaşayamamanızı sağlayan otoriter politikalarıyla aşama aşama dünyaya da örnek olmaya başlamışsa; faşizan uygulamalarıyla diktatörler birbirilerinden öğrenmeye ve baskıyı yaygınlaştırmaya yönelen bir “enternasyonal sağcılığı” önümüze getiriyorlarsa. Elbette sadece kendi ülkenizdeki mücadelenin parçası olmakla beraber, diğer politik göçmenlerle de beraber hareket edersiniz.
Tam bu nokta çok kritik. Çünkü, göç ettiğimiz ülkelerde mağduriyetler üzerine kurulu rejim, mağdur kimliğimizi sahiplendiğimiz sürece desteklerini inayetle sunar. Göç etmenize neden olan mağduriyetlerin dillendirilebilmesinden kaynaklı minnettar göçmenler olmanız beklenir. Zira göç sonrası yaşadığımız cennette, madunlara dönüşmemiz için ifade özgürlüğü, güven ve ekonomik imkanlar sunulmuştur varsayımsal olarak. Sadece Türkiye ve steril Erdoğan düşmanlığında değil, pek çok ülke açısından aynı durum söz konusudur. Zaten yaşam tarzı ve kendini ifade etme biçimleri nedeniyle “hiç Türk’e benzemiyorsun”lar uçuşur. Ancak yaşadığımız ülkelerle ilgili de politika yapmaya başladıkça ve bu yeryüzü cennetlerindeki ırkçılık, cinsiyetçilik, neoliberalleşen kamusal hizmetlerin yarattığı dışlama, güvenliğin imkansızlığı ve apolitikleştirici güvenlik politikalarını sıraladıkça, göçmen olarak bir nanköre veya looser’a dönüşmek an meselesidir. Almanya ve Avrupa’nın göbeğinde de bu eğilim var, çok açık. Neoliberal, muhafazakar, piyasacı, sosyal devletin kalıntılarını dahi ticarileştirmeye çalışan ve bu yüzden ailenin sürekli temel alındığı, şiddetle süren, dayanışma ihtimallerine sürekli saldıran, tarihi sürekli yeniden yazan ve yazdıkça insan varlığını/kimliğini değersizleştirerek başka bir fantazma oluşturan rejimlerle daha da demokrasiden uzaklaşıyor dünya.
Faşizan bir rejim, dünyanın neresinde olursanız olun, kendi insanını yaratır.
İşin garibi, kendi ülkemizdeki politikaya da dahil olma konusunda sürekli bir eğreti hal karşımıza çıkar. Bir deneyim aktardığımızda uzaktayızdır, hayatında riskle karşı karşıya olanlara cennetteki hayatımıza bakmadan “üstten konuşuyor”uzdur, aslında neler olup bittiğinden haberimiz yoktur… gündelik politikayla eklemlenme biçimimiz dayanışma ve destekleri de böylece tuhaflaştırır.
Peki Erk Acarer’e saldırı bize neyi gösteriyor? Kontr-gerilla tipi çete uzantılarının, MİT faaliyetlerinin daha önce gerçekleştirdiği gibi bizlere uzandığını gördük. Hayatını hala bunca ekonomik ve sosyal kayıpla baş etmeye çalışarak gazetecilik mesleğine devam eden kişinin tesadüfi olamayacak şekilde evinin dışında saldırıya uğraması sürgün olmanın ne olduğunu rakı reklamındaki pornografik sıla hasretinden daha net gösterdi. Sürekli tehdit aldığı için sığınılan devletin “koruması” altında olduğunu da hesaba katarsak bu ilişki ağının bir çete olarak nitelenemeyecek kadar örgütlü ve “derin” hali de önümüzde açıkça. O halde, geldiğimiz noktada yapmamız gereken tam olarak bu devletler arası suç kardeşliğini ortaya çıkaracak kadar politik ve kendimizi koruyacak kadar dayanışmacı olmak durumunda. Tuzumuz kuruymuş gerçekten.