Çocukluğumun geçtiği mahallelerde sokaktan çocukların oyunlarıyla karışık bağırış çağırış sesleri eksik olmazdı. Dışarıdan annesine seslenenler çocuklar evden oyuncak veya top isterlerdi. Bazen balkondan çocuğuna seslenen anneler, baktığında görmek isterdi çocukları. Birbirine seslenip, birbirini dışarı çağırırdı çocuklar. Ağaçlara tırmanıp meyve çalmak, saklambaç oynamak veya bisiklete binmek çocukluğumun bazen gergin bazen güzel hatıraları. Bugün etrafıma baktığımda çocuk parklarında bir ebeveyn eşliğinde veya okul bahçesinde oynayan çocukların sesi dışında çocuk sesi duymuyorum. Türkiye’deyken de çocuklar apartmanın içlerinde veya sadece her sitenin içindeki çocuk bahçesinde oynar hale gelmişti pek çok kentte.
Bunca duygu ortakken nasıl bunlara kişisel diyebiliriz.
Kentler sokaklarının çocuksuzlaşmış olması pek çok büyük kentin hali bugün. Kentlerin pek çoğu sadece otomobillere ve “sağlıklı, yetişkin, erkeklere” açık aslında. Sadece karanlık veya kuytu sokaklar ve geceler değil, kamusal alanlar dünyanın pek çok yerinde sağlıklı, yetişkin ve erkek bireyler dışındakiler için risk ve engeller içeriyor. Dünyada çok az yerde sokakları çocuksuzlaşmış olsa da güvenle yürüyebileceğiniz ve kaybolabileceğiniz kent mekanı bulabilirsiniz ki orada yaşamak bir şans kabul ediliyor.
Geçtiğimiz hafta Berlin’de sessiz çığlık adında, Aslı Atasoy Önder’in tarafından gerçekleştirilen ve 4 gün süren bir sergi vardı. Karanlık ve kadın figürleriyle ışıklandırılmış bir odadan, az ışıklı şiddetin çığlıklarını kulaklıklardan duyduğunuz ve kaçan-yakalanan bir insanın nefesini ensenizde hissettiğiniz bir odaya geçerken duygularımızla yüzleştiriyordu ziyaretçileri. Ardından cinayet mahalline dönüşmüş bir evin yakılan sakininden (anne) sonra 12 yaşındaki bir çocuğun hayatını nasıl sürdürdüğünü izledik. Ardından ise iki atölye yapıldı: Beden Perküsyonu ve Özsavunma. Sonrasında ise tüm bu etkinliklerin bizleri nasıl etkilediğini, kendimizi nasıl güçlendireceğimizi ve birbirimizi yaşadığımız/duyduğumuz/tanığı olduğumuz bu şiddet ortamında nasıl sarmalayacağımızı konuştuk.
Karanlık ve ışıklı odalarda erkek ve kadınların deneyiminin farklılığından bahsetmek istiyorum. Kadınların, tek başlarına yürüdükleri sokaklardaki duyguları, korkularını ve tedirginliklerini hatırladıklarını ancak yanlarındaki kadınların yanına ulaştıklarında biraz olsun bu kaygıların azaldığını birbirimize anlatırken bulduk kendimizi. Çaresizlik, korku, birbirine sığınma ve öfke sergide en fazla hissettiğimiz ortak duygulardı. Bunca duygu ortakken nasıl bunlara kişisel diyebiliriz. Erkeklerin ise bir çaresizlik hissettiğini ve odalardan çıktıktan sonra devam etmek için zamana ihtiyaç duyduklarını, şaşırarak sergiyi çok sert bulduklarını izledik. İçinde yaşadığımız şiddet, alıştığımız ve kendimizi koruma refleksleri gösterdiğimiz şiddet buydu. Evin içindeki ateş, sokaktaki öfkeye dönüştükçe bizleri nasıl güçlendiriyorsa, birbirimize sığınmak da baş etmemizi sağlıyordu. Cumartesi günü hem serginin kendisi hem de sonrasında konuştuklarımız, adlarını mıh gibi aklımıza yazdığımız, unutulmasına izin vermeyeceğimiz kadınları ve çocukları, 10 Ekim Ankara katliamını, Sivas’ı ve Suruç katliamının bizdeki izlerini de gösterdi.
…sokakları herkese ait olan bir dünyayı kurmak için umudu örgütlemek zorundayız.
Kentleri çocuksuzlaşmış yerlerde yaşıyoruz. Yetişkin, sağlıklı ve erkeklere aitmiş gibi planlanan ve düzenlenen kamusal alanlarda sadece çocuklar ve kadınlar olarak değil, sakatlar veya yaşlılar olarak da rahatsız hissediyoruz. Fazla yavaşız, fazla engelli veya fazla sesli. Sanki kent denilen şeyde görünür olmamak için evlere kapatılanlar. Pek çok modern Avrupa kentinde yaşayanlar ve buralarda büyüyenler için bile bazı bölgeler aynı hali içinde barındırıyor. Ufkumuzu Türkiye’ye, hatta Türkiye’nin içinde, ateşin sönmediği yerlerin sınırlarını çocukların zırhlı araçlarla öldüğü, öldürenlerin cezasız kaldığını; kadınlara kolayca tecavüz edip, failin sokakta gezdiği; üstüne üniforma giyenlerin sınırsız katliam yaptığı yerlerle ayırt edebiliyoruz. Hatta ormanları 100 TL’ye yakıp faillerin mülteciler, Kürtler, yabancılar, ötekiler olarak suçlandığı ancak asla faillerin cezalandırılmadığı yerleri buluyoruz. Sellere veya kuraklığa neden olacağı bilinse de yapılan HES’leri, iş cinayetine neden olsa da alınmayan tedbirleri, öldüreceği biline biline salınan fail erkekleri görüyoruz. Dünyanın genelinde şiddet ve cinayetlere karşı, doğanın talanına karşı kadınların ön planda olduğu mücadeleler olmasa yaşayacak yerimiz kalmayacak.
Kentler hepimize ait. Sokakta bisiklet binen çocuğu ezen ve ceza almayacağını bilen zırhlı araç sürücüsüne rağmen, bir kadını kolayca rahatsız etme hakkına sahip olduğuna inanan erkeğe rağmen, sadece daha fazla kar getireceğini düşünerek eşsiz bir doğa parçasını betona çevirip pazarlayan sermayedara rağmen. Kendi çocukluğumuz güvenli yerlerde geçmiyordu, bu bir nostalji değil. Ancak giderek daha çok sermayenin tahakkümünü ve devlet şiddetini hissettiğimiz gerçeği de gün gibi ortada. Bu açıdan toplumsal çöküş ve krizlerin ortasında, belki de (Gramsci’ye referansla) bu ara dönemde itiraz etmediğimiz her suçun sadece tanığı değil, ortağı ve yaşayacağımız cehennemin de işçisi haline geliyoruz. Egemenler hayallerindeki dünyayı, karanlık odadaki hislerimizi sürekli kılacak şekilde, zorla ve ezilenlerin rızasıyla yaratırken; biz kaygı ve korku içinde yaşamayacağımız, sokakları herkese ait olan bir dünyayı kurmak için umudu örgütlemek zorundayız.