Bazı olaylar var ki kurmaca tarafından yaratılan sansasyonellikten daha şaşırtıcı oluyor. 2011 yılında Kahraman Maraş’ta ikisi kız ikisi erkek dört kardeşin birlikte intiharı bunlardan biriydi. Bu intiharların annenin ölümünden sonra gerçekleşmesi, psikolojik bir nedene bağlanarak “anneye aşırı bağlanma” olarak izah edilmişti basında. Alanında uzman psikologlar gazetelere ve televizyon kanallarına çıkıp yorumlar yapmışlardı. Bu yorumların açıklayıcı olmadığını söylemek zor çünkü psikoloji, toplumsal insanın anlaşılmasında eldeki verileri değerlendirerek ortak insansal duygu ve tutumlarla da ilişkilendirerek bir yorum ortaya koyar; çoğu zaman de bu yorumların gerçekliği yakalaması söz konusudur. Ölüm sayısı hiç önemli olmadan, intihar bütün insanların dikkatini çeken bir edim. Çünkü insan, kendisinin de olduğu gibi bütün canlıların yaşamda var kalma mücadelesine tanık oluyor ve buna aykırı edimler onun için çok kolay anlaşılır olmuyor. Eğer ölümcül bir durumla karşılaşılmadıktan sonra kendi hayatına son verme öylesine sıra dışı bir durumdur ki dumura uğramak kaçınılmazdır. İnsan, ölüm karşısında konumlanan bir varlık olarak kişinin kendini öldürmesini pek de kolay kabullenemez; bu yüzden intihar olayına, “kişisel bir sorunun olduğunu” düşünür. Oysa ta geçen yüzyılda Emile Durkheim, intiharın asla bireysel bir tutum olmadığını tam tersi toplumsal bir sorun olarak ortaya çıktığı yorumunu yapmıştı.
İntiharın edebiyatta da bolca yer bulduğunu söyleyebiliriz. Romanın ortaya çıkışından bu yana, intihara yer veren roman sayısındaki artış grafiğinin yakınlaştıkça arttığını doğrulayabiliriz. Bu bize modern toplumun kurduğu düzenin kişilerin istemsiz girdiği açmazları sağaltma açısından yetersiz olduğunu, tam tersi bunaltıları daha da yoğunlaştırdığını ve değersizlik deneyimlerini arttırdığını söylememiz gerekiyor. İnsanların kendilerini tartma terazilerinin kapandıkça bozulduğu aşikâr. Kişinin toplumsala olan ihtiyacını karşılayacak bir telafi programı yaratmasının da pek imkanı yoktur. Bu yüzden intihar edenlerin “gerçeklikten koptuğunu” söylemek büyük bir haksızlık olur; tam tersi gerçekliği aşırı hissetme de intihar edimine yöneltebilir kişiyi. Elbette burada odaklanmak istediğim konu intihar değil; intihar hem değerlendirme çerçevesini genişletmeyi hem de bir hayli uzmanca görüşlere de başvurmayı gerektiriyor.
Türk edebiyatında intiharların problem olarak ele alındığı edebi yapıt sayısı azdır; bunda en önemli ilgi, Türkiye’de intihar oranının dünya ile karşılaştırıldığında göreli düşük olması olabilir. İntiharların birbirini tetiklediği de sıkça söylenir. Türkiye’de bir intihar kültürü, en azından intihar üzerine düşünme pek söz konusu değil. Türkiye’de gerçekleşen intiharların çoğunun geçim ve saldırı altında olmaktan kaynakladığı kabul edilebilir. Dahası intihar eden kişinin yakınlarının konuyu mahremleştirmesi, söze çıkarmaması, konuşulma durumlarının önünü alması nedeniyle kalem oynatanlarda bir çekince yaratıyor kuşkusuz. İntihara bir tabu olarak yaklaşılması söz konusu demek pek abartı sayılmaz.
Cem Kalender’in Kayıp Gergedanlar[1] romanı girişte bahsettiğim dört kardeşin intiharına odaklanmış. Ancak bu intiharları sadece bireysel bir “karar” olarak kabul etmemiş. 1979 Maraş katliamlarıyla bağlantılı şekilde ele almış. Böylelikle toplumsal bir vahşet ile bireysel bir trajediyi birleştirmiş. Farklı zaman kesitlerindeki olaylar, bilincin gelgitlerinde sahneye çıkarak romanda iç içe geçirilerek verilmiş. Hem bireylerin düşünce ve duygu dünyaları hem de toplumsal olayların etkilenimi altındaki insanların, intihar gibi insani olağanlığın dışındaki edimlerin “toplumsal bir ilgiyle” olduğunu göstermiş oluyor.
1979 yılında Maraş’ta gerçekleşen ve Maraş Katliamı olarak bilinen Sünni İslamcı vahşetin, Alevi topluluklarında yarattığı travmatik etkiyi, romandaki anne üzerinden izlemek mümkün oluyor. 2011’de aynı gün intihar eden dört çocuğun hikayesi işte annenin kendi çocukluğunda tanık olduğu bir katliamla ilişkili olduğu düşüncesiyle yazılmış. Maraş Katliamı gibi çok can yakıcı bir konunun Türk edebiyatında yer bulamaması kendi başına konuşulması gerekli bir konu. Gerçi bu durum benzer birçok vahşet için de geçerlidir. Bu sosyal hışımların romanları neden yazılamıyor, filmleri neden çekilemiyor, üzerinde durulacak bir konudur. Türkiye coğrafyasının tarihi katliamlara fazlasıyla aşina, ancak çok dar grupların kendi acılarını ve öfkelerini dile getirmesinin dışında toplumsalın niteliğini değerlendirme hususunda gündemden sürülüyor bu tür konular. Böyle olduğu için edebi eserlerde toplumsal hafızanın çağrılması gerçekten önemli.
Toplumsal gerçeklik, anlık olarak yaşanan ama tarihsel olarak inşa edilen bir şey. Hafıza da toplumsal yapı gibi inşa edilen bir veri. Bundan dolayı da hakim akıl, tarihin kıyam ve katliamlarını saklamaya özen gösteriyor. Bu saklama çoğu zaman da tam karşı bir vurguyla bastırılıyor; milli kimlikçilik sürekli gündemde tutuluyor ve ululanıyor. Hem de sadece mukaddesatçı ve etnikçi bir kesimle sınırlı olarak değil. Hafızayı çağıran, gündeme getirmeye çalışanlar ise “hainleştirilip” kolaylıkla dışlanıyor. Bu bakımdan da sadece bir asırlık bir geriyi gözetleme bile acı tabloyu görmeye yeter. Ancak mağdurlar bile acılarını dile getirme konusunda sessizliğe gömülüyor. Ermeni katliamları, Rum ve Yahudi sürgünleri, Alevi, Kızılbaş, Çingene ve Kürt kıyımları yok sayılıyor yahut “tarihin kaçınılmaz”lıklarına bulanıyor. Bu konularla ilgili “ama” diye başlayan cümleler, açık ki masumlaştırma çabasındaki zihniyetlerin ürünü. Şunu bile eklemek yerinde olur: Sadece insan kırımları bile değil, hayvan katliamları bulmak bile mümkün. 1912 yılında İstanbul’un bütün köpekleri toplanıp Hayırsız Ada’ya yiyeceksiz şekilde salınmış, aç kalan köpekler günlerce birbirini yemiş; köpek çığlıkları ta İstanbul’a kadar ulaşıyormuş.
Kayıp Gergedanlar iki trajik hikayenin kesişimi ve ilişkilenmesiyle oluşturulmuş başarılı bir kurguya sahip. Ancak iki hikaye arasında kimi kayıp halkalar var ki yazarın, bazı çekinceler duyduğu için tercihli bıraktığı kanaati oluşturuyor okuyucuda. Dört kardeşin annesi Suna Hanım, 1979 Maraş Katliamı’nın tanığıdır; anne babası ve birçok tanıdığı canice katledilirken acıların tam ortasında kalmıştır Suna. Onun çocukluğundan aklında kalan tanışlıkları ve vahşet imgeleri yaşanan zamanla paralel bir ilişkilenmeyle veriliyor kurguda. Suna Hanım’ın kocası Veteriner Sümer Bey, psikolojik olarak dağınık bir dünyaya sahiptir ve onun dünyası üzerinden Cem Kalender, kafasındaki Lacancı bir şablonu romana sokuşturuyor aslında. Dolayısıyla Sümer aracılığıyla romana sokuşturulan Lacancı biliş kuramı, cilalı bir yüzeydeki pas gibi kalıyor. Romanın temel meselesine her ne kadar göndermeci bir ilgi açısından yer verilse de hışım ve yol açtığı travmanın etkisini müphemleştiriyor.
Yerel bir belediye başkanının (Uray Bey) Suna Hanım’la girdiği diyaloglar, kişilerin ve toplumsalın gerçekliğiyle ilgili bir hissettirme yaratmadığı gibi kuru bir entelektüalizme neden olmuş. Ayrıca Sümer Bey’in iş sahası olarak ortaya konan Binyayla bölgesi ve peşine düşülen gergedanlar, çok muğlak imgeler ve simgesel bir boğuculuk yaratıyor. Kurgunun zenginliği bir edebi dil oluşturmadaki zaaflar, müphem bir varoluşa gömülerek harcanmış. Romanın odak noktası olan Suna Hanım’ın geçmişte yaşadıkları, travma olarak bütün hayatını işgal etse de hafıza ile gündelik hayatın bağı, edebi bir anlatısallıkla buluşamamış. Suna’nın kurmaya çalıştığı steril dili ve yaşamını inşa eden ilkeler, kendi içerisinde tutarlı bir felsefe olmaya çalışırken duygusal tepileri ve sinirleri alınmış bir soğuklukla ortalıkta dolaşan bir anne görüyoruz. Hem “olma”ya çalışan hem de kendinden bile kaçan bir ana-olmama çabası gibi.
Netice şu ki, bir annenin ölümünün ardından dört kardeşin aynı anda intiharı, insani açıdan üzerinde gerçekten düşünülmesi gereken bir konudur elbette. Romancı bu olayı, “kendinde bir olay” olarak ve “bozuk bir psikoloji” olarak görmekle sınırlandırmamış kendini. Türkiye gibi toplumsal hışımların bol olduğu bir ülkede, Maraş Katliamı’nı da, gerçekten orada bulunmuş bir çocuğun yıllar sonra “anneleşmesi”nin getirdiği sancılı halin ortaya çıkardığı trajik olayla ilişkisini kurmuş. Bu bakımdan böyle bir bağlantıyı kurmak Cem Kalender’i önemli kılar. Ancak teorik bilginin, romanın içinde bir sızıntı olarak kişilere bulaşması, romanı daha başarılı bir hale getirebilirdi.
[1] Cem Kalender, Kayıp Gergedanlar, Alakarga Yayınları, 2013.