İlk kuşak göçmen hikayeleri, olanca heybetiyle yeniden Almanya ve Türkiye arasındaki işçi anlaşmasının 60. yılı anmaları nedeniyle sayfalarca, perdelerce karşımızda. Göç hikayelerinin görünmeyen yüzlerini bugün, kadın işçiler ve çeşitli kimlikleriyle göçmenler olarak kesitlendirmişler sanatçılar ve yazarlar. Faşizme karşı mücadelenin en şiddetli coğrafyasının hala mekânsal izleri sürerken, kocaman bir ayrımcılık ve ırkçılık geri planında mücadele, dayanışma ve direniş sözü ve öyküleri buluyoruz her bir anlatılan anı içinde.
John Berger ve Jean Mohr’un A Seventh Man (Yedinci Adam) ile Gazeteci-Yazar Günter Wallraff’ın Ganz Unten (En Alttakiler)’da aktarılanlardan tam olarak Max Frisch’in söylediği, “İşgücü çağırılmıştı ama insanlar gelmişti.” sözlerinin anlamını görmüş oluruz: Bir sınırdan geçtiği andan itibaren, anlaşmanın şartları gereği fabrika işçisi veya öğrenci olması gerekirken, insanlar gelmiştir. Kültürleri ve politik görüşlerini sınırın dışında bırakmamışlardır. Asimilasyonun örtük bir şart olarak dayatıldığını veya aslında misafir sözcüğünde ima edildiği gibi kısa süreliğine çağrıldıklarını açıkça görürüz. Misafir işçilerden beklenen, hayalet gibi yaşayıp, emeğini kendisine sunulan şartlarda harcamaları ve sömürgecilerin müdahalelerine asla tepki vermemeleridir. Ancak, insanlar gelmiştir, gelenler proletaryanın bir parçası oldukları gibi, kenti de belirleyecek kadar cüretkardır, yani insandır. Hayat, planlamanın ve politik uygulamaların ötesinde sokakta üretilmektedir ve sokak, göçmenliği kentin ayrılmaz parçası kıldığı için, mücadelelerle dolu tarih bugün karşımızda bir anıta dönüşüyor.
Bugün, “Gurbet Artık Bir Ev” isimli, 60 yıllık göçün kadınlar ve kentle ilişkilenmiş boyutlarını kayda geçiren belgeseli çeken Pınar Öğrenci’nin ifade ettiği duygu pek çoğumuzun ortaklık ettiği durum olduğunu sanıyorum: “Berlin Avrupa’nın İstanbul’u. Asi bir şehir, dayanışmacı, fakir ve zeki; kaçan, göçen, sürgün, işçi ve devrimcilerin şehri, ipini koparanların. Göç çalışan bir sanatçı için hazine değerinde. Türkiye’den gelen biri için ‘ev’ olmaya aday; göçmen mahallelerinde dolaştığın sürece anadilini konuşma ve duyma, özlediğin yemekleri yeme, gözünün aradığı kaos ve renk cümbüşünü görme ayrıcalığına sahipsin. İşte bütün bu ayrıcalıkların ve daha fazlasının sebebi olan, çoğunluğu misafir işçi ve sürgün göçmen kuşaklara kendimi borçlu hissettiğim için ‘Gurbet artık bir ev’ filmini yaptım. Biraz da kendi gurbetimi yakından tanımak, onu ev yapmak için…”
“İşgücü çağırılmıştı ama insanlar gelmişti.”
Bugün evimizde hissetmemizin nedeni, bu anıtsal mücadele ve ırkçılığın süregelen cılız varlığına rağmen birlikte yaşamak üzere irade koyanların ve mücadele edenlerin geri adım atmaması. Aklımda yine de şu soru istemsizce dönüyor, 4 yıllık Berlin’de yaşama deneyimimle: Bunca mücadele ve direnişten geriye nasıl bir politik zemin kalmış bizlere? Yerelleşen politik zeminin, mağdur dilini kullanma biçiminin o günün mücadelesinin yanında naif bir tarafı var kanımca. Politik ilişkilerin örgütlenme biçiminin ne ölçüde dönüştüğü de kurabildiğimiz veya kuramadığımız dayanışmayı mekanlarında gün gibi ortada bugün. Göçmenlik deneyiminin kendisini de yekpare bir bütün olarak göremeyeceğimiz, politik bağların aslında ancak tüm karşılaştığımız yapısal ve kişisel zorlukların karşısında ancak güçlendirici kıldığı bir deneyim bugün karşımızda.
İzlediğim, gördüğüm ve okuduğum göçmenlik tarihinin yanında bugün deneyimlediğimiz hal, neoliberal devlet ve kentsel politikanın çerçeveyi belirlediği bir hayatın dışına bizi çıkarmıyor. Sömürü ilişkileri, toplumsal cinsiyet cenderesi ve politize olmayan ilişkiler; kim olduğunuza göre ve kökeninize göre yansıyor ama failleri belirlemiyor. Zorbalığın ismi ve cismi Fanon’un aynasında yer değiştiriyor olsa da, tüm bu satır arası mücadeleler hayatımızı belirleyen sömürü ilişkisini sadece kolaylaştırıp yönetilebilir kılıyor. Göçmenlik, kaç yıldır veya kaç nesildir orada olsanız bile peşinizi bırakmayacak bir “köken” sorunu ve deneyim biçimi ise nasıl “ev” kurulur gerçekten? Politize edemediğimiz ama ilan ettiğimiz tüm can acımız ve yaralarımız bizi mağdur ilan ettikçe “iş bulacaksak”, bir yetimler ittifakının mağdurlar rekabetine dönüşmesi, yalnız ve apolitik hayatlarımızın da garantisi olmalı.
Göçmenlik deneyimi, kadınlık ve işçilik deneyimi ile beraber politize etmek, öncelikle kategorilerden uzaklaşmayı ve çelişkilere odaklanmayı beraberinde getirmeli. Bunca tarih, ırkçılığın ve sömürünün panzehirinin dayanışmayı eşitlikçi bir yerden kurmaktan başladığını gösteriyor.