arama

Makro Eğilimler; Eller Ay’a Biz Yaya… (II)

Bülent PARMAKSIZ
“Katı olan her şey buharlaşıyor.” Üretici güçler, bilim ve teknolojideki ilerlemeler sanatın gelişimi/ dönüşümü için de yeni kanallar açıyor. Çağ değişiyor. Üretici güçlerdeki ilerleme pozitif sonuçlar üretiyor. Ama aynı teknolojinin özel mülkiyetçi bir düzenin kontrolünde olması nedeniyle küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle birlikte, insanlık tarihinde ilk kez karşılaştığımız canlılığın yaşamını riske eden negatif sonuçlar ürettiği de biliniyor.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Bülent Parmaksız Bülent Parmaksız
  • 1 Star
    Loading...

Sanayi devriminden bu yana küresel ısınma önceki dönemlere kıyasla 1,1 derece artmış durumda. 2015’te imzalanan Paris İklim Anlaşması’na göre bu sıcaklık artışının 2030 yılına dek 1,5 dereceyle sınırlı tutulması hedefleniyor. Bu hedeflere ulaşabilmek için de 2050’lerden itibaren sıfır karbon salınımı seviyelerine inilmesi ve kömüre dayalı enerji politikasının bütünüyle terk edilmesi gerekiyor. Bu hedefler gerçekleştirilmediği takdirde insanlığı bir kıyamet bekliyor olacak. Şimdiye dek canlılar tarihinde beş kez büyük yok oluşlarla karşılaşıldı. En son 65 milyon yıl önce dinozorların da bir tür olarak yok olduğu büyük bir yok oluş yaşandı. Yaşanan bu büyük yok oluşlarda kara ve deniz canlılarının %  95’i yok oldu. Fakat bu yok oluşların hiçbiri insan eliyle gerçekleşmedi. Meteor çarpması, Magma hareketleri ve buzul çağların etkisiyle canlıların ezici çoğunluğu yok oldu. Günümüzde ilk kez insan eliyle meydana gelebilecek bir yok oluşa gidiyoruz. Artık insanlık doğrudan doğruya evrime müdahale ediyor, genlerle oynuyor, mutasyonlara sebep oluyor, doğayı kendini yenileyemeyecek düzeyde sömürüyor ve tahrip ediyor.  Küresel ısınma ve iklim değişikliği kendi iç dinamikleriyle devam eden evrime dışarıdan bir müdahale olduğu için birçok tür insan eliyle yok olmaktadır. Biyolojik çeşitlilik azalıyor. Büyük memeli canlılar artık kendi doğal alanlarında değil, sadece büyük milli parklarda yaşamlarını devam ettirebiliyor. Ormanlar yok oluyor.

Ormanlar yok olduğu için hava kirliliği ve dolayısıyla karbon salınımının zararları artıyor. İklim değişikliği yangın, sel, kuraklık ve kasırgalar türünden doğal afetleri arttırıyor, hastalık yapan yeni virüs ve bakterileri ortaya çıkartıyor. Yine iklim değişikliği tarıma büyük zarar verdiği için gıda krizini tetikliyor. Gıda krizi ve iklim değişikliği büyük, kitlesel göç hareketlerine neden oluyor. Su döngüsü nedeniyle yeryüzündeki su miktarı değişmiyor ama tatlı su kaynakları insandan kaynaklı nedenlerle kirleniyor, yağış rejimi düzensizleşiyor ve yağışın düştüğü alanlar arasında dengesizlikler meydana geliyor. Doğada bu düzeyde yaşanan tahribatın sonuçlarını içinde bulunduğumuz şimdiki zaman diliminde yaşıyoruz. Kutuplardaki ve Sibirya’daki buzullar bundan dolayı eriyor, kuraklık, yangın, sel, tsunami ve büyük kasırgalar türünden afetler artıyor, dereler-göller kuruyor, salgın hastalıklar yayılıyor, temiz suya birçok bölgede erişim sağlanamıyor, gıda krizi ve kuraklık nedeniyle tarihin gördüğü en büyük kitlesel göçler yaşanıyor. Her gün bir sürü canlı türü doğal nedenlerden değil, insan eliyle yok oluyor. Amazon ormanları başta olmak üzere ormanlar tahrip ediliyor, tarım arazileri biyo-enerji elde etmek için kullanılıyor, kara, deniz ve havayla birlikte bütün yeryüzü kirleniyor. Hatta dünyanın yörüngesinde başı boş dönüp duran kullanılmayan uydular nedeniyle uzay bile çöplüğe dönmüş durumda. Kloraflora carbon gazları kullanımının artması nedeniyle kalınlaşan ozon tabakası, Dünyamıza gelen Güneş ışınlarının önemli bir kısmının tekrar yansımayla uza[1]ya geri dönmesini engellediği için yeryüzünde sera etkisine neden oluyor. Şu anda bütün bu “kıyamet” alâmetlerini yaşıyoruz ve 2030’a kadar küresel ısınma 1,5 derecenin altında tutulamaz ve 2050’de karbon salınımı sıfırlanamazsa canlıların büyük bir kısmı, bu sefer insan eliyle yeni ve büyük bir yok oluşa doğru sürüklenebilir. Canlılığı ve insanlığı hem de çok yakında böylesi büyük bir risk beklemekte. Bugün yaşan[1]makta olan felaketlerin ve gelecekte yaşanabilecek yok oluşların esas nedeni özel mülkiyetçi bir toplum düzeni olan kapitalizmdir. Kapitalizm, kendisiyle birlikte bütün yeryüzünü ve canlılığı büyük bir uçuruma doğru sürüklüyor. Dolayısıyla yakın gelecekte varoluşa dair böylesine gerçek sorunlar bizi bekliyor. Bugün önemli olan hiçbir şey, gelecekte eskisi kadar önemli olmayacak. Bugün büyük çatışmalara neden olan çelişkiler gelecekte anlamını yitirecek ve yerini bambaşka çelişkilere bırakacaktır. Paradigma artık değişmelidir.

Kapitalizmin aşılması ve emek yanlısı bir mücadele tarihin hiçbir döneminde bu dönemdeki kadar yaşamsal önemde olmadı. Kapitalizmin aşılması artık sadece ezilen sınıfların bir sorunu değildir. Bütün yeryüzündeki yaşamın sürdürülebilirliğinin sağlanabilmesi için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Tarihsel bilinç bu eksende yeniden inşa edilmelidir. Ancak bu bilincin inşa edilebildiği durumda etnik, mezhep ve din kökenli çatışma nedenlerinin ve başka toplumları yok varsaymanın ne kadar da anlamsız olduğu anlaşılabilir hale gelecektir. Newton, yere düşen cisimlerle gökte dolaşan gezegen ve uyduların hareketlerinin aynı ilkeye bağlı olduğunun ve dünyanın güneş çevresinde dolaşması gibi birbirinden farklıymış gibi görünen olguların aslında aynı kategori içinde düşünülebileceğinin bilgisini bize verdi. Dar anlamda söylersek, elmanın yere düşmesi ile Ay’ın Dünya çevresinde dönmesi aynı evrensel yer çekimi yasasına tabidir. Atomun bir parçası olan elektronun yarıçapı bütün evrende aynı büyüklüktedir. Evrim teorisi de bize canlılığın ortak bir geçmişe sahip olduğunu gösterdi. Bütün bunlar canlı veya cansız tüm evrenin, dünyanın ve canlılığın bir bütünün parçaları olduğunu ve aradaki ilişkiselliğin vazgeçilemez olduğunu gösteriyor. Toplumlar ve halklar da böyledir. Ancak birbirleriyle ilişkilenerek varlıklarını devam ettirebilirler, hegemonik ve hiyerarşik olma[1]yan, eşit ilişkiler içinde bir ilişkisellik zorunludur.

Dört: Çağ değişiyor. Çağ değişiyor.

Üretici güçlerdeki gelişmeler yeni üretim ilişkilerini, devletin, siyasetin, ekonominin bir bütün olarak hayatın yeni bir biçimde örgütlenmesini ve yeni bir düzenin inşa edilmesini zorunlu kılıyor. Üretici güçlerdeki gelişmenin en önemli nedeni sınıfsal ihtiyaçlar, sınıflar arasındaki rekabet ve çatışmalar, 6 bilimsel ve teknik gelişmelerdir. 18. yüzyılın ikinci yarısında başlayıp 19. yüzyılın ilk yarısına kadar devam eden sanayi devriminin ilk döneminde su gücü ve kömür temel hareket ettirici güç ve enerji; demir, temel hammadde ve tekstil ise kapitalizmin taşıyıcı sektörüydü. 19. yüzyılın ikinci yarısında kömür dışında buhar gücü, yüzyılın sonun[1]da petrol temel hareket ettirici güç ve enerji oldu. Buhar gücü demiryolunu da ortaya çıkardı. Çelik temel hammadde haline geldi. 20. yüzyılın ilk yarısında temel hareket ettiricilere elektrik eklendi. Kimyasallar hayatımıza girdi. Ama esas gelişme içten yanmalı motorların keşfiyle oldu. Otomobil artık kapitalizmin temel kâr kaynaklarından biri haline geldi. 20. yüzyılın ikinci yarısında elektronik aygıtlar ile havacılık yeni çağın gelişkin sektörleri oldu. Şeyler arasındaki hız arttı. Sanayi devriminin ilk dönemi “makine” çağı olarak adlandırılabilir. Bu döneme dek doğadaki olgular Newton fiziği ekseninde mekanik modellere oturtularak izah edildi. Newton, evreni kuvvet, gerilim, basınç titreşim ve dalgalarla işleyen bir makine modeline göre yorumladı. Fakat 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında x ışını, elektron, elektromanyetik alan, radyoaktivite, ışık, elektrik relativite, kuantum ve atomaltı parçacıklar türünden kavram ve olguların ortaya çıkışıyla birlikte Newton fiziğinin ancak belirli hız ve büyüklük limitleri içinde geçerli olduğu, atomaltı dünyasında ve ışık hızına yaklaşan hızlarda bu fiziğin ye[1]tersiz kaldığı görüldü. Bu yetersizlik 20. yüzyılın başında Max Planck’ın Kuantum Mekaniği ve Einstein’in Özel ve Genel Relativite Teorisi ile aşıldı. Özel göreliliğin en önemli sonuçlarından biri madde ve enerjinin eşdeğerliğine ilişkindir. Atom bombası ve nükleer reaktörler ile bu durum doğrulanmıştır. Kuantum mekaniğinin teknolojideki sonuçları ise bilgisayar ve iletişim-bilişim teknolojileri ile yüzyılın sonuna doğru kendini gösterdi. Bu anlamda 19. yüzyıl kabaca ‘makine’, 20. yüzyıl ise teknoloji çağı olarak adlandırılabilir.

1990’lardan itibaren “makine” ve “teknoloji” dönemi “dijital ağlar” ile aşıldı. Bilgisayar ve iletişim teknolojisi ile yazılımlar geçen yüzyıllardan bir kopuşu ifade ediyor. 20. yüzyılın başında geliştirilen Kuantum fiziğinin teknolojiye yansımaları gözle görülebilir bir hale geldi. 2010’lar sonrasında ise teknolojideki sıçramayla yeni bir döneme/evreye giriyoruz. Robotlar, kuantum bilgisayarlar, yapay zekâ ve nesnelerin interneti ile çağ değişiyor. Mekanik ve makine çağı bitti artık. Dijital çağ başladı. Önümüzdeki dönem sadece verilen komutlarla sınırlı olarak hareket eden robot teknolojisi dönemini de aşan bir çağ olacak. Yapay zekâ, eldeki verilerle bütün olasılıkları değerlendirip farklı senaryolar geliştirilebilecek bir teknolojik gelişkinlik anlamına geliyor. Yapay zekâlar kendi kendilerine öğrenebiliyor, kendi mantığını oluşturabiliyor. Makine alet veya teknoloji binlerce yıl boyunca insanın kontrolünde oldu. Fakat yapay zeka ve türevi dijital teknolojiler insanın kontrolünden çıkabilecek potansiyellere sahiptir. İnsan-makine ve insan-teknoloji ilişkisinde ilk kez böylesi bir durum yaşanıyor. Kuantum mekaniğinin sonuçları bilgi felsefesi alanını da etkiledi/etkileyecek. Planck’ın buluşu, enerjinin sürekliliği fikrini ve ışığın sadece dalga hareketi gösterdiği bilgisini temelden sarstı. Enerjinin kesik kuantumlar (parçacıklar) şeklinde veya sıçrayarak hareket ettiği görüldü. Böylece klasik fiziğin ‘doğa asla sıçramaz’ tezi yanlışlanmış, doğanın sürekliliği varsayımı çökmüştür. Bu durum toplumlardaki değişimlerin sıçramalı gelişmesiyle ve tarihsel akışın zorunlu olarak sürekli ileriye doğru hareket etmediği, geri düşüşlerin de sürecin bir parçası olduğu bilgisiyle uyumludur. Ayrıca bir özne olarak insanın veya geniş anlamda bir iradi müdahalenin (tıpkı gözlemin, elektronun hangi yönde hareket edeceğine bir müdahale anlamına gelmesi gibi) sürecin yönünü değiştirebileceği, pratikleşmesi olası olan durumlardan hangisinin somut olarak gerçekleşebileceğinin ise müdahalenin yönüne göre belirleneceği bilgisiyle de uyumludur.

Kuantum mekaniği atom altı dünyasının doğası gereğince matematiksel modellere dayanır. Zorunluluğa değil “olasılıkçı” bakışı nedeniyle öznel müdahaleye ve “özgürlük” alanına daha fazla alan açar. Özgürlüğe yaptığı bu güçlü vurgu, bilgi felsefesi açısından yeni bir durumdur. Zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına geçiş ve mutlak özgürlüğün sağlanması çağımızın en temel sorunudur. Marks 150 yıl önce zorunluluklar dünyasının nasıl aşılabileceğini hem felsefi hem de politik anlamada zaten göstermişti. Ancak reel sosyalist ülkelerde gerçekleşen pratik uygulamalar, özgürlük sorununun çok da kavranamadığını bize  gösterdi. Yıkılan reel sosyalist sistem eşitlikçi ve adaletli bir düzen kurmayı başardı ama insanları karar alma süreçlerine katamadı ve özgürlük alanlarını daralttı. Bu türden zaafları nedeniyle de 1989’da yıkıldı. Özgürlük arayışının insanlar açısından eşitlik ve adalet kadar vazgeçilmez bir talep olduğu eski sosyalizm tecrübesiyle bir kez daha açığa çıkmıştır. Sınıf sömürüsünü ortadan kaldırmanın, eşit ve adaletli bir düzen kurmanın tek başına yeterli olmadığını reel sosyalizm uygulamalarında bir kez daha görmüş olduk. Kuantum mekaniğinde elektronun yönünün belirsiz ve özgür olduğu bilgisi, toplumsal sıçramaların iradi müdahale olmaksızın gerçekleşmeyeceği ve günümüzdeki toplumsal hareketlerin en temel taleplerinden birinin özgürlük olduğu bilgisiyle uyum içindedir.

Beş: Çağ değişirken sanat (resim) bundan nasıl etkileniyor?

Çağın değişmeye başladığı bilgisi sanat alanına bakarak da gözlemlenebilir veya sınanabilir. Üç-beş yıl öncesine dek resim, binlerce yıldır tuval, ahşap, duvar v.b. nesnelerin üzerine yağlıboya, suluboya, guaj, mürekkep, karakalem, doğal boyalar, organik maddeler vs. kullanılarak yapılan bir sanattı. Tarih içinde realizm, romantizm, empresyonizm, kübizm, dadaizm, gerçeküstücülük, dışavurumculuk, soyut ve non-figüratif türdeki yüzlerce akımla gelişerek resim sanatı ortaya çıktı. Fakat artık dijital kültürle birlikte resim sanatında da bambaşka, şimdiye dek hiç deneyimlenmeyen yeni yollar açılıyor. Yapay zekâ ve insan işbirliği ile resim yapılıyor. Büyük ressamların kimi eserleri yapay zekâ ile yeniden üretiliyor. Örneğin; Van Gogh’ un renkleri ve şekilleriyle herkesçe bilinen eserleri yapay zekânın 12 milyar parçacıktan oluşan fırça darbeleriyle “Paralel Evren” sergisi için yeniden yaratıldı. Resimler makine ve insanın işbirliği ile ama kimi zaman makinelerin, kimi zaman da insanların karar alması biçiminde yapıldı. Bilindik resimlerin yeniden üretilmesi esnasında insanların karar verdiği kimi anlarda bile tasarımın yapay zekâ tarafından başka bir biçimde üretildiği de görüldü. 2021 Haziran ayında açılan sergi yapay zekâyla üretilmiş resimlerden oluşan içeriğiyle değişen ve gelmekte olan yeni dönemin simge sergilerinden biri oldu. Ressam Hayrettin Karaerkek’in sanal gerçeklik ortamında açtığı sergi ise daha fütüristik bir içeriğe sahip. Sergi, sanal gerçeklik (vr) gözlükleriyle izlenebiliyor. Google’ın “Tilt Brush” uygulamasıyla içine girilip gezilebilen soyut resimler bunlar. Ressam, 2016 sonrasında ortaya çıkan yazılım ve donanımları kullanarak internetle gerçek yaşamı buluşturup hologram çağının resimlerini yapıyor. Yani iki lazer ışınının çarpıştırılması sonucu meydana gelen üç boyutlu resimler.

“Katı olan her şey buharlaşıyor.” Üretici güçler, bilim ve teknolojideki ilerlemeler sanatın gelişimi/ dönüşümü için de yeni kanallar açıyor. Çağ değişiyor. Üretici güçlerdeki ilerleme pozitif sonuçlar üretiyor. Ama aynı teknolojinin özel mülkiyetçi bir düzenin kontrolünde olması nedeniyle küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle birlikte, insanlık tarihinde ilk kez karşılaştığımız canlılığın yaşamını riske eden negatif sonuçlar ürettiği de biliniyor. Birbirinin zıttı iki ayrı sonuç üretse de bilim ve teknolojideki gelişmeler çağın değişmekte olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Bu büyük çağ dönüşümünün önümüzdeki yakın zamanda toplumların/halkların hayatında da kimi değişimlere neden olacağı çok açıktır. Altı: Bir halkı ezen bir başka halk özgür olamaz. 100 yıllık Cumhuriyet tarihinin neredeyse her bir dönemi Kürtlerle kavga içinde geçti. Dar ulus devlet zihniyeti, şoven milliyetçilik ve egemen sınıfların çıkarları Kürt sorununun çözümünün önünde büyük bir engel. Bu çağ dönüşümünde, Türk egemen sınıfları Kürtlerle sonsuza dek kavga etmeyi sürdüremez. Bundan, bütün halklar zarar görüyor. Bir halkı ezen diğer bir halk özgür olamaz. Türklerin özgürlüğünün sınırları Kürtlerin özgürlüğü kadardır. Bu gerçek hiçbir zaman unutulmamalı.

Egemen sınıflarla Kürtler arasındaki çatışma, ancak Kürtlerin kolektif haklarının tanınması ve onlarla eşit ilişkiler kurularak sonlandırılabilir. Böylesi bir barışma hali Türk ve Kürt halklarının yararınadır. Geleceği ancak böyle kazanabiliriz. Eğer bu becerilemezse olacak şudur; “Eller Ay’a gider, biz yaya kalırız”. 100 yıl önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) ve sonrasında Cumhuriyet’in kurucu ideolojik ön- 8 derlerinden ve İTC’nin merkez üyelerinden (Diyarbakırlı) sosyolog Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları” kitabını yazdı. Kürtçülüğün değil de “Türkçülüğün Esasları”nı yazması anlamlıdır ve tarihsel koşullarla birebir bağlantılıdır. Gökalp de tıpkı Tanzimatçılar, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve İTC gibi “devleti kurtarma”, yıkılmasını engelleme derdindedir. Osmanlı-Türk modernleşmesinin temel amacı yıkılmakta olan devleti kurtarmaktı. Gökalp de imparatorluktan zorunlu biçimde ulus devlete geçiş sürecinde kurucu unsur olarak Üç Tarz’ı Siyaset’ten “Osmanlıcılık” ve “İslamcılığı” değil “Türkçülüğe” işaret etti. Türkçülüğü; devleti yaşatacak yegâne kurucu unsur olarak gördü. O dönemde yeni yeni canlanan Kürt milliyetçiliği ile kıyaslanırsa Türkçülüğün, imparatorluk bakiyesi bir ulus devletin kurucu unsuru olarak görülmesinin çok anlaşılabilir maddi nedenleri vardır. Türkçülüğün Esasları kitabı bu minvalde çıktı. Bu durum tarihin akışına uygundur.

Tanzimat sonrasında, geçmişte var olan özerkliklerini yitiren Kürtler’de milliyetçilik hareketleri de 19. yüzyılın sonunda ortaya çıktı. Fakat Kürtler yeterli dış destek bulamaması, tarım toplumu olması, mezhep eksenli parçalı yapıları, egemen sınıfların ortak bir tarih ve duygu birlikteliği yaratamaması ve Cumhuriyet’in kurucu unsurlarıyla kurduğu ilişkilerde verilen sözlerle yetinmeleri türünden nedenlerden dolayı ulus devletlerini kuramadılar. Fakat gelinen noktada Kürtler 20. yüzyılın sonundan itibaren tarih sah[1]nesine güçlü biçimde çıktılar. Hem içeride, hem de dışarıda artık Kürt meselesi görmezden gelinemeyecek düzeyde örgütlü ve dinamik durumdadır. Bu yeni ve dinamik durum artık geri çevrilemez. Soru şudur: Ziya Gökalp bugün yaşasaydı, Kürtler’in şimdiki dinamik ve örgütlü duruşlarının ortaya çıkardığı “zamanın ruhu”nun etkisinden hareketle acaba ne yazardı? Tarihsel koşulların elverişli olduğunu düşünerek “Kürtçülüğün Esasları”nı mı, yoksa başka bir şey mi? Diğer soru ise şudur: Kürt özneler bugün “Kürtçülüğün Esasları” üzerinden mi, yoksa Dolmabahçe Mutabakatı’nda (2015) işaret edilen “Demokratik Cumhuriyet” tezlerinin ardından mı yürüyeceklerdir? Yol ayrımı ve soru budur

etiketlerETİKETLER