arama

Şehir Bir Romandır: Şehrin Katmanları (I)

Arif ARSLAN
Düzene, akılcılığa, rahata ve huzura inanmayanlar; merkezi sistemle yönetime inanmayanlar; yönetilmemiş ve yönetilemez olanlar. Romalılar kendilerinin inandığı şeylere inanmayanlara karşı güçsüzlerdi. Hiçbir şey inançsızlık kadar karşı konulmaz değildir.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

“Barbarlar şiire ve müziğe tutkuyla bağlıydılar.” (Tacitus)

Antoni Jach, Avustralyalı çağdaş romancılardan biri. Şehrin Katmanları[1] romanı Paris’in bugününde yaşayan geçmişi, kısacası katmanlı bir tarih olarak Paris şehri diyebiliriz.

Paris’in tarihini araştıran yazar-anlatıcı işe kütüphaneden başlar, önce Paris hakkında kitaplara göz atarak verimli bir araştırma yapma niyetindedir. Kütüphane görevlisiyle yaptığı ayaküstü konuşma onun için daha uygun bir başlangıç olacaktır çünkü kütüphane görevlisi bu konularda bir hayli bilgilidir ve anlatıcının şehrin ruhunu tanıyabilmesi için bu yönlendirme çok işe yarayacaktır. Yazar Paris’in ruhunun yeraltında olduğunu düşünür çünkü ona göre “Çağdaş Batı uygarlığı Romalıların ve barbarların kemikleri üzerine inşa edilmiştir.” (s 11) Kitaptaki bu cümle öylesine kitap için açıklayıcıdır ki hem kitaba başlarken Tacitus’tan alınan epigraf hem de ilerleyen bölümde Romalılar ve barbarlar üzerine derinleşen anlatı, bu cümlenin açıklaması olacaktır.

Galyalılar’ın Romalılar üzerine yaptığı akınları anlattığı bir kitap bir hayli etkileyici geliyor yazara ve bu etkinin çekirdeğini görülecek yer Notre Dame Katedrali’nin ön avlusundaki arkeolojik mahzen-mezardır. Her kentin bir “öz”ü varsa Paris’inki de bu mahzen-mezardır. Tarih, şimdinin altında gömülü olduğu için, yazar bir kafeye uğruyor ve bir kahve içiyor; yaşadığı çağın teknolojik-sanal dünyasının belirgin olduğu bir mekan kafe. Kentin caddelerinden yürüyor, “caddeler aynı zamanda bir kentin tarihidir” diyor. Benim oturduğum Samatya’nın caddeleri: Kızıl Elma, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Necip Asım… Bütün bu isimler Türkçülükle ilgili. Samatya yüz yıl öncesinde Rumların ağırlıkla oturduğu yerlerdi. Bir “fethetme” duygusuyla bakılarak bu isimlerin verildiği aşikar. Yazarın saydığı Paris’in caddelerinde ise böyle bir durum yok: Louvre, Pont Neuf, Voltaire, Alexander Dumas vb. Yani vaktiyle yaşamış ünlü isimlerin adları bunlar.

Caddeden geçerken bir dilenci (clochard) görüyor, sanki kendisiyle konuşuyormuş gibi geliyor ona. İç sesi: “Cebinizi aşağılara doğru çeken şu bozuk paralardan kurtulmanızı sağlarız. Her gün vicdanınızı, sadaka verenlerin kutsal suyuyla yıkamanız için yardımcı oluruz. Sizin günlük yoksullarınızız. Bol maaşlı, seçkin işleriniz yarattı bizi. Yatırım şirketleriniz, bankalarınız, yeni teknolojiniz… Bütün bunlar yarattı bizi. Bize vicdanen borçlusunuz. Geceleri uyuyamamanızın sebebi biziz.” (s. 24). Bu iç sesin çok duyarlı olduğu ortada. Oysa sokaktan geçen çok az insanın iç sesi böyle konuşur. Yazarın sokaktaki bir evsizi, işsizi, dilenciyi dikkate alması onun insanlığını düşünmesi ve içinde bulunan sistemle ilgili olarak bu olguyu analiz etmesi günümüz ana akım edebiyatında çok “banal” görülen bir durum sayılır. Jach’ın yoksulluğun nedeninin zenginlik olduğunu düşünmesi, muhtemel okuyucunun da gönlünü okşar. Ama orta sınıf okuyucunun varacağı yer vicdanla sınırlıdır. Z. Bauman, Iskarta Hayatlar adlı kitabında zamane kapitalizminin artık bu yoksul insanları çoktandır gözden çıkardığı üzerinde durur. Geldiğimiz noktana tüm dünyada işsizlik ve yoksulluk sürekli artmakta olduğu gibi mevcut yönetici aktörlerin de bu konuya dikkat çekme ve çözüm arama gibi bir niyetlerinin olmadığı gözlemlenebilir. Herkesin kendi başının çaresine bakması gerektiği düşüncesi yaygın bir kabul görmüş durumda. Bu bakımdan yüz yıllık işçi mücadelelerinin belli kazanımları birer birer sökülmekte ve insanlar işsiz bir şekilde sokağa atılmaktadır. Güvencesiz, esnek, taşeron çalışma modelleri çalışanların posasını çıkarmakta, devreye sokulan teknoloji ile de çok daha az sayıda insana çok daha fazla iş yaptırılmaktadır. Evet, burada teknoloji insan için işsizlik üretir olmuştur, bir taraftan da çalışma şartlarını kolaylaştırması ve çalışma sürelerinin kısalması beklenirken tersi bir durum ortaya çıkmıştır. Bu da kapitalizmin insanlığın refah ya da rahatlık içinde yaşaması gibi bir amacı olmadığını tam tersine yol açan bir kâr hedefi doğrultusunda bu acımasız ve vahşi sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Şu halde şehrin katmanlarına doğru indiğimizde o katmanları inşa eden ellerin hep “barbarlar” olduğu görülecektir.

Günümüz kent yaşamının en önemli yapılarından biri metrodur. Metro şehrin altından geçer ve şehrin dış çeperlerine bağlanır. Metroda milyonlarca insan günlük olarak bu ağlardan akar. Bu metrolarda milyonlarca insan yolculuk ediyor, milyonlarca düşünce yani: “Milyonlarca düşüncenin çarpışması” (s. 25) söz konusu metroda. Metroda bir dilenci geziyor: “Doyuracak üç çocuğum var. Ayaklarına birer çift ayakkabı almak için sizin paranıza ihtiyacım var. Para verin ki köknar ağaçları gibi uzun ve huş ağacı gibi güçlü büyüyebilsinler.” (s. 25). Behçet Necatigil’in “Çocuklar” adlı şiirini anımsattı bu bana:

Çarşılarda bir şey

Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı.

Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar

Hep de tenha saatleri seçerler

Sonra yavaş bir sesle

Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor

Biraz et biraz meyva isterler.” der şiirinde ve “Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı.” dizesi ile bitirir. Metroda, meydanda kısacası şehrin bütün kamusal alanlarında bu manzaralar ile karşılaşmak mümkündür. Zaten “şehir” kelimesi Arapçada “teşhir” ve “meşhur” ile aynı kökten gelir; burada her şey ayan beyan gözükecektir yani.

Şehrin kalabalığı pis atıklar üretir durur, bunu büyük kanalizasyonlar götürecektir. Roma’nın ilk yüzyıldaki imparatoru Augustos demiş ki: “Kendi bokumuzun altında ezilmesek bari!” Bunun üzerine büyük bir kanalizasyon inşa edilmiş. Yazarımız cadde cadde Paris’i dolaşıyor ve her birinin bir imgesi var, tarihi var. Hem de bir tarihi var bu caddelerin. Hitler bile Paris’i çok seviyormuş, yaşam alanı (lebensraum) olarak gördüğü sınırların içine dahil etmiş bu yüzden. Paris’e girdiğinde bu yüzden yakıp yıkmamış ama Leningrad için hiç de öyle düşünmediğini göstermiş.

Romalılar modern bürokratik devletin mimarıdır: “Bizler Romalıların çocuklarıyız. Onlar süpermarketin, ayaküstü yemeklerin, plastik kartların, nükleer enerjinin, büyük savaş silahlarının vs. vs. ataları.” (s. 41). Barbar Galyalılar, Romalılarla ilk karşılaştığında çok şaşırdılar, onların savaş silahlarının karmaşıklıkları karşısında hayrete düşmüşlerdi. Romalıların kurduğu kanun ve nezaket sistemi yanında merkezi ısıtma ve akan su rahatına düşkün olanları yönetmeyi kolaylaştırmıştı ama ya bunları tanımayanlarla ne yapacaktı? Romalılar onlara karşı savaşamadı: “…düzene, akılcılığa, rahata ve huzura inanmayanlar; merkezi sistemle yönetime inanmayanlar; yönetilmemiş ve yönetilemez olanlar. Romalılar kendilerinin inandığı şeylere inanmayanlara karşı güçsüzlerdi. Hiçbir şey inançsızlık kadar karşı konulmaz değildir.” (s. 41). Bu alıntı bize çok şey hatırlatır; merkezi devletin kontrol etmek istediği yaban topluluklarını (Romalılar için barbarlar) iskan ederek onları hizaya getirme girişimleri ve zorunlu sürgünler. Osmanlı’nın yaptığı zorunlu iskan ve zulmünü en Dadaloğlu’nun şiirlerinden biliyoruz: “Kalktı göç eyledi Avşar elleri / Ağır ağır giden eller bizimdir / Arap atlar yakın eder ırağı / Yüce dağdan aşan yollar bizimdir” dizdiği ifadeler “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diye son bulur. İmparatorlukların yerine kurulan yeni ulus devletler de inşa ettiği hayali cemaatlere dahil etmek için  yerel toplulukların canına okumuştur. Fransa, İsveç, İngiltere… gibi merkezi kapitalist devletlerin erken kuruluş dönemi gibi Türkiye de kuruluş yıllarının ardından Dersim gibi bölgelerde taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmamaya kararlı şekilde kırımlar yapmıştır. Şu halde şehrin ve ulus devletlerin katmanlarını kazıdıkça kan ve kemikten başka ne var ki?

Barbarlar Romalıların oyunun oynamadı. Romalılar da onların üzerine at sürdü, silah sürdü. Romalılar barbarları anlamıyordu: “Romalılar barbarların geçmiş ve gelecekten yoksun ve sadece yaşadıkları anla meşgul olan zihinleri hakkında bir şeyler öğrenmek zorundalardı. Barbarlar Romalılardan çok daha yaşlı görünürlerdi; sanki başka bir yüzyıla aitmiş gibi. Romalıları şaşırtan şey, barbarların binalara ve mülke saygı duymamalarıydı ve çalışmamaları. Günlerini üreterek geçirmiyorlardı. Sadece vardılar.” (s. 41). Antoni Jach’ın burada dile getirdiği ifadeler bütün devletlü toplumların yaban topluluklarıyla aralarındaki karşıtlıktır ve o devletlü böyle bakar. Dersim’de tutuklanmış Seyit Rıza’nın Türk askerlerinin arasında yöresel kıyafetleri ile çekilmiş meşhur bir fotoğrafını anımsayalım.

Modern ulus devlet tüm sınırları içindi bir çalışma kampı olarak inşa etmeye çabalar, bu yüzden de kırların boşaltılması için elinden geleni ardına koymadı zengin üst sınıfın çıkarına köylüleri kentlere yığarak köyleri, kırları boşalttı. Günümüzde kentte yaşayanların sayısı, kent dışında yaşayanlardan fazla. Yaban ve göçebe topluluklar teknoloji ve demirden bir disiplinle zorlanarak çalışma sahalarını sürüldü. Hitler, “Çalışmak sizi özgürleştirir” sloganının astı gerçekten ölümüne çalışma kamplarının. Her şey bir ironi gibiydi sanki. Çalışma mevzu olduğunda bir ayrım yapmak elzemdir çünkü “çalışmanın kötü bir şey olduğu” aynı zamanda liberal bir tezdir. Liberal anlayışa göre çalışmak zor ve meşakkatli olduğu için insanlar çalışmak istemez, bu yüzden çalışanlar ücretlerini alır, çalışmak istemeyen tembeller ise yoksul olarak kalır. Yani bir çeşit, zenginliği aklama ve meşrulaştırma ilkesidir bu. Patronlar zengin olmuştur çünkü çalışmışlardır: “O halde siz de çalışın, siz de zengin olun.” Ücretli çalışma oysa, kendini başkasına kiralama, satma anlamına gelir. Sattığın anda kendin, kendinin değilsin ve sattığın kişinin isteğini yapacaksın. Bu da kişinin kendini gürleştirme, geliştirme imkanını elinden alır. Çalışma özgürleştirir ama nasıl bir çalışma? Kişinin kendini gerçekleştirdiği, kendi tasarımladığı ve kendini dışavurduğu bir çalışma. Bu farkı Marx keşfetmişti, kaynağı Hegel’di ama Hegel çalışmanın bu esaret yönünü keşfedemedi. Marx’ın andığı, kişinin kendini geliştirdiği, dışavurduğu çalışma kişinin özgürleşmesidir gerçek anlamda. Başka türlüsü kişinin yabancılaşmasına varır. Günümüz kapitalist toplumu bu anlamda büyük bir yabancılaşma toplumudur.

 

 

 

[1] Antoni Jach (2001). Şehrin Katmanları, Çev. F. Devrim Denizci, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.