arama

Şehir Bir Romandır: Şehrin Katmanları (II)

Arif ARSLAN
Şehir beş katmandan oluşuyor; hava, binalar, cadde, yeraltı ve geçmiş. Beden de beş katmandan oluşuyor; deri, et, iskelet, organlar ve sinir/kan yolları. Şehri hep bulunduğumuz yerden gözlemleriz. Dışarıdan bakabilmemiz mümkün değildir ve her zaman katmanlardan birinin içinde oluruz.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

 “Varoluş şarkı söylemektir.” (Rilke)

Faşizmin ideolojisi ile liberal kapitalizmin ideolojisi bazı noktalarda keşişir, özcü bir insan anlayışı vardır: İnsan bencildir, der yahut insan insanın kurdudur der. Böyle bir ideolojinin toplum tahayyülü de her koyunun kendi bacağından asıldığı bir bireycilik dünyasıdır. Bu dünyada insan çiğ süt emmiş olduğu için ona güvenilmez de. Böyle bir insan ve toplum anlayışında “ezmeyen ezilir” ilkesi şiar edinilir. Vahşi doğanın rekabetçi ilkesi yani. Faşist Hitler, dünyayı tanrıların ve canavarların, efendiliğin ve köleliğin hep birlikte olduğu bir yer olarak görmüştü çünkü kendi “efendi”liğini böylece meşrulaştırabilirdi. Kölelerin ve efendilerin olması kaçınılmaz olduğuna göre kendi ırkı efendi, diğer ırklar köle olacaktı; işgale girişti böylece. İşgal ettiği yerleri yakıp yıktı, esirleri köle yapıp çalıştırdı, binalara doldurup yaktı. Elem Klimov’un Gel ve Gör (1985) adlı filmi faşistlerin vahşiliğini konu edinir. Ayrıca Mihail Romm’un Sıradan Faşizm (1965) adlı belgeseli, tüyler ürpertici vahşiliklerin nasıl sıradanlaştığını gösterir.  Faşizmi siyasal bir yönetim biçimi olarak günümüzde açıkça savunan yok ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın birçok bölgesinde faşist askeri diktatörlükler yaşadı, İspanya’da Franco rejisi 1970’li yılların sonuna kadar bir hayli uzun ömürlü oldu, keza Portekiz’de Salazar. Güney Amerika’da Amerikancı ordular askeri darbelerle toplumlarına kan kusturdu, Türkiye, Yunanistan, Mısır gibi ülkeler işkencehanelerde binlerce komünisti kırıp geçirdi. Bu faşizmler hâlâ kentlerin katmanlarında kendi izlerini, mağdurların kemiklerini barındırıyor. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de Kürt militanların sandıklanmış kemiklerinin İstanbul’da bir asfaltın altına gömülü olduğu ortaya çıkmıştı.

Avcı toplayıcı toplumda öldürme becerisi kazanan avcılar, yerleşik yaşama geçildiğinde, bu öldürme becerisini, insan türü üzerinde uygulayarak kendisini bir iktidar sınıfı olarak tabî olarları da köle sınıfı olarak yaratmıştı. İktidarın gücü şiddetin gücüdür; bu şiddet çoğunlukla doğrudan, biraz da razı etme üzerinde yürümüştür. Büyük tapınaklar, saraylar, surlar ve kaleler inşa ettirdiler kölelerine. Kral önce kendini güvenceye almış, sarayının etrafını surlarla çevirtmişti. Daha sonraları surlar; kaleler, tapınaklar ve sarayların yanında belli bir kent nüfusunu da içerecek şekilde genişledi. Binlerce yıl boyunca krallar, beyler, padişahlar ve diktatörler bu egemenlik biçimini aşağı yukarı korudular. Egemen sınıf, köle sınıfının çalışması sayesinde boş zaman buldu ve kendi zevklerini, becerilerini, kültürünü farklılaştırmayı seçti. Kentin farklı yapılarında, katmanlarında bu sınıf farkının izlerini bulmak mümkün. Köleye kalan yoksulluğun, uykusuzluğun, ezilmişliğin ve birikmiş kinlerin pek izine rastlanmıyor. Onların öznellikleri âdeta yokmuş gibi uçup gitmiş, hiç var olmamış gibiler. Kralların adına büyük saraylar, tapınaklar, camiler var; onların büyük ve anıtsal mezarları var, heykelleri dikilmiş. Bugün İstanbul’da onlarca cami var, bu camilerin haziresinde yer alan mezarlarında hep o sözde ulu zatların süslü yazılarla donatılmış mezar taşları dikili. Kentleri kuranların mezarları ise kentlerin dışına itilmiştir hep.

Günümüzde de durum pek farklı değil. Çalışan anne-babalar gün ışığı aydınlatmadan dünyayı kalkıp yollara dökülüyor, okul çocukları gözünü açmadan uykulu uykulu okul yollarında karanlıklarda. Arabaların, vapurların, tramvayların, ambulansların gürültüsü inletiyor caddeleri, bulvarları gün boyu. İnsansa doğadan kopmuş, olan da yapay. Yol kenarlarındaki bitki ve ağaçların yaprakları egzoz dumanlarından kararmış, çiçekler toz içinde (Onların öyle var olduklarına bile şükrediyoruz.) çiçeklikten çıkmış, sokaklar ve bürolar asık suratlı, sinirli insanlarla dolu ve herkes birbiriyle bağırarak konuşuyor. Büyük bir umutsuzluk ve hayatın değişemezliğine dair karamsarlık, gençler kaygılı ve kederli hem de aşktan mahrum. Evliler birbirlerine zoraki katlanmakta, duvarlar bile sürekli bağırmakta. Çarklar böyle dönüyor. Okullar insanların bilişsel gücünü arttırmaktan yoksun, televizyonlar ahmaklaştırma uzmanı çünkü insanların düşünme güçleri geliştikçe değiştiremedikleri düzenden daha fazla acı duyacaklar. İnsanlar yoksunluklara, kıtlıklara, eksikliklere, kuru tahtaya, karanlıklara, yeraltlarının nefessizliklerine alıştırılıyor. Nasıl bir hayat peki? Antoni Jach’ın Şehrin Katmanları’nda[1] yanıtı şu: “Karmaşalar kışından, acımasız rüzgarlardan, ısrarcı karanlıktan ve donmuş göllerden çıkmak; içe dönüşün kışından, hayal kırıklığının kışından rahatlık ve sıcaklık için çıkmak. Merhametin, memnuniyetin, cömertliğin baharına doğru dönmek; zarafet ve hassasiyetle yukarılara sıçrayan yeni hayat” (s. 83). İnsan barbarken uyurdu ama şehrin merkezi düzenine mahkum olduğunda uykusuz bir varlığa dönüşmüş oldu, şu halde kentte yaşayanları medeniyet diye çekildikleri tuzaktan kurtararak Rilke’nin dediği gibi, varoluşun gereği olarak şarkı söylemeye döndürmemiz gerekir onu, yani barbarlığa çünkü Tacitus’un Barbarlar şiire ve müziğe tutkuyla bağlıydılar.” veciz sözünü hatırlayalım. Barbarlar istilacıdır ve korku nedir hiç bilmezler, yaşadıkları hayat öylesine çeliğe çevirmiştir ki onları ölüm diye bir şey akıllarının ucunda yoktur; aç, susuz ve at üstünde yorulmaksızın hareket edip dururlar. Onların yaşamında gerçekle oyun iç içedir; oyun gerçektir, gerçekse oyuna dönüşmüştür artık. Az ve öz konuşurlar, şiirdir konuşmaları bu yüzden. Antoni Jach’ın cümlelerinden alıntılarsak: “Metaforlarla yüklü ağdalı bir dil konuşuyorlardı. Metaforlar öylesine renkli ve şiirseldi ki barbarlar bile birbirlerini anlamakta güçlük çekiyordu.” (s. 123). Bu aklın arkasında pekala şöyle bir akıl vardır: “Metafor sevgisi, altın tutkusu, sessizliğe saygı, fiziksel hayat sevgisi, müzik ve şiir düşkünlüğü ve felsefeyle işleyen bir akıl.” (s. 136). Hayatı ezim ezim ezilen kentlinin tekdüze yaşamıyla karşılaştırınca doğal ve zengin bir akıl bu.

İnsan düşünüşü açısından kendi organik bedenini, bir bilgi modeli olarak kullanmak sık rastlanır bir yöntem. Şehri farklı sistemlerin bir bileşkesi olarak düşündüğümüzde onu da bedenin işleyişi gibi anlamaya çalışmamız, yerinde sonuçlar verecektir. Antoni Jach da bu benzerlik üzerinden kuruyor şu paragrafı: “Şehir beş katmandan oluşuyor; hava, binalar, cadde, yeraltı ve geçmiş. Beden de beş katmandan oluşuyor; deri, et, iskelet, organlar ve sinir/kan yolları. Şehri hep bulunduğumuz yerden gözlemleriz. Dışarıdan bakabilmemiz mümkün değildir ve her zaman katmanlardan birinin içinde oluruz. Onu çok katlı bir düğün pastası olarak görmekten vazgeçip gerçekte ne olduğunu kavramak için fırsatımız yoktur. Bir kolaj, bir brikolaj.[2] Katmanların farkına varabilmek için, dışarı çıkıp yandan bakamayız. Uzaydan bile tam kavrayamayız çünkü yan taraftan bakmak yerine tepeden bakarız.” (s. 93).

Barbara Tversky, Hareket Halindeki Zihin kitabında, insan zihninin mekan üzerindeki deneyimlerinden yola çıkarak kurulduğu tezini doğrulama çabasındadır. Mekan insan duyusallığının ve algısının zorunlu koşuludur ve bütün yapılanma beden ile mekanın teması üzerinden şekillenir. Ona göre düşüncenin temeli uzamda hareket etmektir: “Varlıkları etrafımızdaki hiç dinmeyen akışın içinden uzamın ve zamanın dışına çekip alıyoruz: insanları, yerleri, şeyleri, olayları. Onları donduruyor, sözcüklere ve kavramlara çeviriyoruz. Bu hareketli şeyleri durağan şeyler haline getiriyoruz. Böylece onları zihinlerimize işleyebiliyoruz.”[3] Böyle bir durum söz konusuyken mekanın niteliklerinin önemi nasıl olmaz? İnsansal bütün ilişkilerin yaratıcı, geliştirici olması için yaşayış mekanlarının en insani niteliklerde donatılmasına özen gösterilmelidir. Julian Palasma, mekanın ve yapıların salt görme ile algılanmadığını, “tenin de gözleri olduğunu” söyler. İnsanın gelişimiyle ilgili esas ilkemiz, “duyuların gelişimi, insanlığın gelişim tarihidir” diye baktığımızda bütün bu düzen ve estetik niteliklerin sağlanmasının önemi fark edilebilir. Dolayısıyla elimizde bir kent mekanı varsa, onun estetize edilişinde etki altında kalınacak ilke, kamusal olarak insanların yeni duyumsama ve yeni karşılaşma olanaklarına zemin olabilmesidir.

[1] Antoni Jach (2001). Şehrin Katmanları, Çev. F. Devrim Denizci, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

[2] Brikoloj sözcüğü “yaptakçılık” olarak da çevrilir bazı yerlerde.

[3] Barbara Tversy, Hareket Halindeki Zihin, İstanbul: Tellekt Yayınları, s.11-12.