“Gürültü çağında yaşıyoruz, sessizlik baskı altında.” Erling Kagge
Etraftaki hengameden biraz uzaklaşıp doğanın bir köşesinde şöyle bir dinelip bir ağaca, lacivert bulutlara baktın mı gelen dinginlik bambaşkadır: “Kendimi içinde bulunduğum ortamın uzantısı gibi hissetmeye başladım. Konuşacak biri olmadığı için doğayla diyalog kurdum. Düşünceler geniş düzlükler ve dağlara doğru gönderilmiş, diğer fikirler geri gönderilmişti.” (s. 21) diyor Erling Kagge. Kendisi tek başına 50 günde Güney Kutbu’nu keşfe çıkmış bir dağcı. Sonra Kuzey Kutbu’na ve Everest Dağı’na da çıkmış. Bir arkadaşıyla Manhattan’ın geniş kanalizasyonlarına girip sessizliği bulmaya çalışmış, yasak olduğu halde bir arkadaşıyla şafak öncesinde Brooklyn Köprüsü’nün kulesinin tepesine çıkıp güneşin doğuşunu izlemiş bir yazar, avukat, kaşif. Bütün gezip dolaşmalarında aradığı şey, aslında her zaman yanı başında olan “sessizlik” olmuş.
Sevgilisinin hamile olduğunu öğrendikten sonra gezip dolaşmaları bırakıp bir eve ihtiyacı olduğuna karar verip yerleşik bir iş kurmuş kendisine. Gürültü Çağında Sessizlik[1] kitabını yazmış, kitabın alt başlığı: Dünyayı Dışarıda Bırakmanın Keyfi. Tarih boyunca dünya insan için çoğunlukla sessizdi, bu yüzden sessizliğin kodları “insan doğasına” nakledilmiş oldu yaşam tarafından. Günümüzde kent yaşamının yoğun ve hızlı akışının getirdiği gürültü içinde insanlar, duygulanımlarıyla düşüncelerinin terazisinin ayarını şaşırıyor. Hem bedensel hem zihinsel bir tükenmişlik ve dağınıklık yaşıyor, bu da tatminsiz bir yarımlık algısıyla malul: “Doyum ve tatmin, bedensel değil de zihinsel olduğunda işte o zaman deneyimlediğim şeyin keyfini çıkarıyorum.” (s. 32) diyor Kagge. İçilen suyun, bir ağaca derince bakmanın bile keyfi olmalı oysa.
Günümüzde sadece duyular değil, duyarlılıklar da sönüp gitti.
Çağlar çağlar önce insanın doğanın kendiliğindenliğinin içinde duyularının seviyesi bambaşka olmalı. Kuşların bile şehrin gürültüsü içinde seslerini daha çok yükseltmek zorunda kaldıkları, böyle olduğu için de belli bir seviyede alıştıkları sese yabancılık çektikleri için dişi kuşların cinsel cazibelerinin olumsuz etkilenmesi sonuncunda yumurta sayısında, dolayısıyla da üreme sayısında bir azalma olduğu gözlenmiş. Gürültü ablukasının altında sadece insanın ayarı şaşmıyor yani. Günümüzde sadece duyular değil, duyarlılıklar da sönüp gitti. Kagge’nin kendi aile ortamından bir gözlemine yer verelim: “Soru ve cevap, soru ve cevap. Merak, yaşam enerjisinin ta kendisidir. Ama çocuklarım şu an on üç, on altı ve on dokuz yaşlarında ve her geçen gün daha az merak duyuyorlar. Herhangi bir şeye merak duymaları halinde ise cevabı bulmak için hemen akıllı telefonlarına sarılıyorlar. Bugün meraklansalar da yüz ifadeleri gün geçtikçe daha az çocuksu, daha çok yetişkin bir hal alıyor ve kafaları sorulardan çok hırslarla doluyor. O gün hiçbiri sessizlik hakkında konuşmak için daha fazla ilgi göstermemişti, ben de bunun üzerine sessizliği çağırmaya uygun bir hikaye anlatmaya karar verdim.” (s. 12). Bu anlatılanlara hangimiz uzağız artık. Yalnız dışarıda, işte, yolda karşı karşıya değiliz uyaranlarla; evde, yatakta hatta tuvalette de hayatımızı dolduruyor. Ekranlar, çağrılar, mesajlar, sesler… Kızımla bir yere gidiyoruz, iki dakika yapacak bir şey bulamayınca, “Baba ben sıkıldım.” demeye başlıyor, neyse ki Gürültü Çağında Sessizlik kitabını okuduktan sonra, “Olsun kızım, sıkılmak sağlıklıymış, okuduğum son kitap böyle diyor.” diyorum ben de. “İnsanlar sıkıldıkça daha çok kendilerini düşünüyor ve daha zeki oluyormuş.” diye eklesem de pek hoşnut olmadığını ifade eden yanıtlar geliyor arka arkaya.
İnsan dünyadan bir şeyler alarak yaşar elbette, salt kendinde bir şeyler aramasının getireceği şeyler sınırlı olabilir. Zaten bakış, bir inşadır ve kendinde bir şeyler bulması gereken bir bakışın, başka şeylerle kendini inşa etmesi önceliklidir. Ama yıldızlara bakıp derinleşmedikçe insan dünyanın sürekli hercümerc oluşu içinde kaybolup debelenip duracaktır: “Yıldızlı gökyüzü, kendisiyle bir defa tanışık olunduğunda hayattaki en gerçek dosttur; her zaman oradadır, her zaman huzur verir…“ (s. 74).
Sessizlik kişi için salt yaşadıklarının sıgaya çekildiği bir muhasebe değildir; sessizlik, gidilmekte olan yönü gösterecek bir pusuladır. Fazıl Hüsnü Dağlarca kendi şiirinin, “Yaşanan zamanı gösteren bir saat ve gidilecek yönü gösterecek bir pusula olmasını” istemiştir; insan şiire nasıl vakıf olabilir? Tabii ki sessizliğin dinginliğinde çünkü şiir, kelimeler dizilimi değildir; şiir katmanlarının kaldırılmasıyla kendisini açar dinleyicisine. Bu bakımdan sessizlik, zenginleştiricidir: “Yeni düşünce biçimlerinin kilidini açabilecek bir anahtardır. Bunu bir feragat veya manevi bir şey olarak değil de daha zengin bir hayat yaşamak için pratik bir kavrayış olarak görüyorum.” (s. 37).
Her “yeni” öncekini sildiği için hafızasız bir yol geçen hanına dönüyoruz.
Filozof ve matematikçi Pascal insanın mutsuzluğunun kaynağı olarak şöyle bir köşecikte hiçbir şey yapmadan duramamasını görmüş: “Bütün insanlığın mutsuzluğunun kaynağı yalnızca tek bir şeyde yatmaktadır ki bu, insanın bir odada kendi kendine, sakin bir şekilde oturmayı becerememesidir.” Birkaç yüz yıl önceden yapılmış ne önemli bir tespit bu. Sabah kalkmasından itibaren telefonda, yolda, okulda, işte… hep kapağı başkasına atan, çenesi durmayan bir insan toplumu içindeyiz; böyle olunca da her boşluk bir sıkıntı. Hele de gençlerden en sık duyduğumuz cümle: “Sıkıldım, sıkıldım!” Sürekli dolup boşalan kaplar gibi hep yeni deneyimler, hep yeni malumatlar, hep içerikli / içeriksiz yeni laflar önemli ile önemsizi ayırt edemeyen bir zihinle karşı karşıya bırakıyor bizi. Her “yeni” öncekini sildiği için hafızasız bir yol geçen hanına dönüyoruz. Bu da sürekli bir huzursuzluk olarak dönüyor bize. Her daim dikkatimiz başka şeylerde, kendimizin dışında yani. Aşırı bir dikkat dağılmasına maruz kalıyoruz: “Bizler gürültü çağında yaşıyoruz. Sessizlik baskı altında” (s. 39) dedi ya Kagge, tam da o baskı altında kalan sessizliği yuva yapmak gerekiyor bu durumda. Gelinen noktada insanların dikkat dağılması japonbalıklarını geçmiş durumda. 2000 yılında yapılan bir ölçümde insanın dikkat dağılması 12 saniyeyken japonbalığınınki dokuz saniyeymiş, 2016’da yapılan ölçümde insanın dikkat dağılması sekiz saniyeye düşmüş durumda. Bunu gündelik hayatta gözlemek de gayetle mümkün; öğrencileri bir konuya odaklama konusunda gözle görülür bir zorlama yaşıyorum öğretmen olarak.
Sıkılma artık bir fırsata dönmüş sayılır; etrafımızdaki insanları biraz da sıkılmalarını sağlayacak yerlere götürmeli, öylece bırakmalı; varsın sıkılsınlar. Eskiden bir espri vardı, “sıkıldım” diyenlere hemen yapıştırırdık: “Sıkı can iyidir, kolay çıkmaz!” Ne kadar haklıymış meğer. İnsan sıkıldığı zaman, durur ve kendine bakar, kendisini tartar. Bu muhakemeyi yapmak yapılan iyi şeylerin tahkimini, kötü bulunan şeylerden de uzak durmayı sağlar. Yapılan incelemeler şunu gösteriyor ki insanlar kendi kendileriyle baş başa kalmaktan çekiniyorlar, kalamıyorlar. Bir deney yapılıyor, kapalı bir odada tek başına 15 dakika kalmak zorunda bırakılıyor denekler. Erken ayrılmak isteyen olursa belli voltta acı verici elektrik verileceği söyleniyor deneklere; deneye girişenlerin çoğunluğu elektrik verilmesini göze alıyor sıkıntıya katlanamayıp. İnsan kendi kendisiyle baş başa kalmaktan, kendi üzerine düşünmekten kaçıyor açıkçası. Bu, belki de yeni bir özelliğimiz bile değil, Pascal bile kaç yüz yıl önceden buna dair konuştuysa.
dopamin doyuma ulaşma duygusu yaratmaz
Bütün bunların arkasında yatan bir biyoloji yok mu peki? Var. İnsan sürekli yeni istek ve arzular arayışındadır; bunu sağlayan bir hormon bulunur: dopamin. İnsanın sürekli yeni bir şey arayışı, yeni bir şey arzulamasını sağlar dopamin. Bu yüzden sürekli birileriyle konuşur, sürekli telefonuna bakar, mesajlarını kontrol eder, sosyal medyaya dalar; kendisini ilgilendirmeyen ve yeni bir şey bulamayacağı halde bir yerde takılır kalır ya da dönüp dolaşır yine bakar. Bir de bunun adı “sörf yapmak” olur, bu tam da dopamin döngüsüne girmişlikle ilgilidir. Bu döngüdeki sıkıntı şudur, dopamin doyuma ulaşma duygusu yaratmaz; bir şey ararsın ama aradığın bir şeyi bulsan bile mennuniyet ve doyum ortaya çıkmaz ve arayış sürer. Buna gündelik hayatta “açgözlülük” deriz çoğu zaman; ahtapot, oburluk benzetmeleri de aynı minvalde kullanılıyor. İnsan her daim bir şey yaparak deneyimlerine deneyim katmıyor aslında hatta Kagge’nin söylediği gibi, “Deneyimleme fazlalığı da bir deneyimleme yoksulluğu yaratabilir. (…) Şeyler çok fazla gelir.” (s. 59). Kaldıracağımızdan fazla yük taşımaktır bu. İnsanın rasyonel olduğunu söylemek çok zor bu yüzden, kendi yaşamı üzerinde bile kolayca kontrol sağlayabildiğini söylemek güç. Kagge bu duruma şöyle değinmiş:
“Bizler tatmin olmak için doğmuyoruz. Beyindeki diğer bir sistem, opioid, insan arzu ettiği şeye ulaştığı zaman bir sevinç duygusu ortaya çıkartır. Maalesef dopamin, opoidden daha kuvvetlidir, dolayısıyla hayalini kurduğun şeye ulaşmış olsan dahi aynısını yapmaya devam edersiniz. Yani dopamin döngüsüne.” (s. 47)
Diğerleri ve başka şeyler vasıtasıyla yaşama hayatı.
Dedik ya bütün bu karmaşanın içinde hiç fark etmeden bir katakülliye geliyoruz; kaçınmak içinse sessizliğe yönelmemiz gerekiyor. Sessizlik, “…yapmakta olduğun şeyin derinlerine inmeyle ilgili bir şeydir. Deneyimlemek ve çok fazla düşünmemek. Bırak, her anın yeterince büyük olsun. Diğerleri ve başka şeyler vasıtasıyla yaşama hayatı. Dünyayı dışarıda bırak ve koşarken, yemek ya da seks yaparken, ders çalışırken, konuşurken, çalışırken, yeni bir fikir bulduğunda, okurken veya dans ederken kendi sessizliğini yarat.” (s. 50). İnsan kendi gizilgüçlerini dışavurdukça sevinç üretir, koşturmaca içindeyken ise bundan mahrum olur ve yetiler gelişecek yere büzülür. Behçet Necatigil’in “Sevgilerde” adlı şiirini anımsayalım:
“Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.”
Zihninin çelinmesine bu kadar izin veren biri asla kendisine gelemez, kendisi olamaz. Kendini kendi elleriyle tutsak edip neşeden, sevinçten mahrum etmek kendini cezalandırmaktan başka bir şey değil. Romalı meşhur filozof Seneca, “Hayat uzundur, yeter ki sen onu kullanmayı bil!” derken herkese zamanın hızlıca uçup gittiğini de tersten hatırlatmış oluyor. Yunus Emre, “Geldi geçti ömrüm benim/ Bir yel esip geçmiş gibi / Hele bana şöyle gelir / Bir göz açıp yummuş gibi” derken bunu gözümüze sokarak söylüyor. Şu halde herkes kendi sessizliğini yaratmak zorunda. Montaigne yaşadığı kentin belediye başkanlığını yapmıştı ve etrafındaki insan kalabalığının kendisinden neler alıp götürdüğünün de farkında bir filozoftu. “Her zaman herkesten kaçıp kendinle baş başa kalabileceğin bir arka odan olmalı. Oraya başka kimse girememeli.”
[1] Erling Kagge (2020), Gürültü Çağında Sessizlik: Dünyayı Dışarıda Bırakmanın Keyfi (2. Basım), Çev: Nezihat Bakar-Langeland, İstanbul: Alfa Yayınları.