Salgın, ekonomik kriz, toplumsal çürüme ile anacağımız bir yılı daha geride bıraktık. Geçtiğimiz senenin gündemlerine baktığımızda koskoca sene umutlu haberlerin ve direnişlerin haricinde sadece iş cinayetleri, samuray kılıcının bile kullanıldığı ve ödül gibi cezaların konuşulduğu kadına yönelik şiddet, dini argümanları gibi ekonomiyi yeniden yorumlayan ışıltılı gözlü liderlerin kaotik pragmatik kararlarıyla sürdürülemeyen yoksullaşma, çıldırtıcı boyutlara gelen işsizlik ve yoksulluk-işsizlik-borçluluk döngüsünde yaşamaya çalışanlar karşısında bir cümle kurmanın bile israf olacağı çürümenin tam olarak ne olduğunu somutlaştıran “normalleştirme çabası”. Sokak röportajlarından yansıyan “telefonunu göster” vasati saldırganlığı karşısında failin ağzına telefon sokulmasında yaşadığımız iç soğuması hissi bu senenin en garip hali olabilir benim yaşadıklarım arasında. Öz savunmanın bu derece doğru ve gerekli olduğu durumun pek çok devrimci dönüşüm döneminin öncesinde yaşandığını da görüyoruz.
Yoksullaşma ve çöküş sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Otoriter yönetimlerin yarattığı şiddet döngüleri de yine dünyanın pek çok ülkesinde farklı şekillerde görünür oluyor. 2021’in son günlerinde Ekonomist Thomas Piketty’nin kurucusu olduğu Inequality Lab Dünya Eşitsizlik Raporu’nu paylaştı. Rapora göre en üst gelir dilimindeki yüzde 1, 1990’ların ortasından bu yana biriken tüm ek servetin yüzde 38’ini; en alt gelir dilimindeki yüzde 50 ise bu birikimin sadece yüzde 2’sini almış ve şöyle değerlendiriyorlar: “Bugün küresel eşitsizlik, batı emperyalizminin zirvede olduğu dönemle aynı seviyede”. Dahası, salgının imkan verdiği yeni birikimin koşullarında, 2021’de küresel milyarder sayısı rekor kıracak denli artmış ve onların toplam serveti bir yıl öncesine göre yüzde 75 büyümüş. Kişilerden coğrafi bölgelere gelirsek ise raporda Avrupa en eşit bölge iken, eşitsizliğin derinleştiği bölgenin Orta Doğu ve Kuzey Afrika olduğu aktarılırken, biz bu bölgelerdeki bitmeyen savaş koşullarını da ekleyelim denkleme. Dahası tarihsel olarak bakıldığında Piketti ve ekibine eşitsizliğin bir kaçınılmazlık değil, politik seçim olduğunu rahatlıkla söyleten bir veri de çıkıyor açığa: Gelir eşitsizlik uçurumundaki bu derece derinlik tarihsel olarak daha önce dünya savaşlarının yaşandığı büyük krizli dönemlere denk düşüyor aslında. Belki de tersinden okuyarak şunu demeliyiz: Kapitalizmin büyük direniş hareketlerinin ve Sovyetlerin olduğu dönemde bir istisna olarak dünya çapında çeşitli araçlarla uygulanan modelinden tamamen vazgeçmiş ve aslına teknolojik olanakların zaman mekan sıkışmasını karşısında sermaye birikim döngülerini giderek daha fazla minimize ederek aslına rücu etmiş durumda. Yani, her zaman birikim için daha düşük emek gücü ve talan edilmeye açılabilir topraklara ihtiyacı olan kapitalizm, piyasa yaratma yollarını piyasanın başarısızlıklarından ve öldürücü gücünden yeniden alıyor. Türkiye’de olan biteni ve “yeni” modeli düşünürken, bunu akılda tutmakta yarar var.
Rapor Türkiye’ye de yer ayırmış elbette. Zira, rapora göre Türkiye’de gelir eşitsizliği uçurumu son 15 yılda derinleşmeye devam etmiş ve son üç yıldaki iktidarın iddia ettiğinin aksine yaşanan ekonomik yavaşlama tüm nüfus gruplarının gelirlerini düşürmüş. Türkiye’de bir yetişkinin yıllık ortalama kazancı 85 bin TL. Buna karşılık en yoksul yüzde 50’nin ortalama geliri yıllık 20.260 TL iken en zengin yüzde 10 bunun 23 katı kadar yani 463.020 TL kazanıyor. En zengin yüzde 10, tüm gelirin yüzde 54,5’ini alırken, en yoksul yüzde 50’nin payı sadece yüzde 12. Bu açıdan eskiden karikatür dergilerinde “orta direk” olarak bahsi geçen orta gelir düzeyindeki nüfusun az az olduğu, gelir uçurumunun de en derin olduğu Uruguay, Malezya ve Bangladeş gibi ülkeler arasında. Bu durum ise Dünyaya ucuz fiyatlı mal üreten ülke sermayelerinin, yeni üretim alanı olmaya aday haline getiriyor Türkiye’yi. Yani Avrupa’nın Çin’i değil, daha önce de kullandığım ifadeyle Rania Plaza katliamından anımsayacağınız gibi Çin’in Bangladeş’i olmaya. Raporun bize sunduğu verilerde, en yoksul yüzde 50, ortadaki yüzde 40 ve en üstteki yüzde 10 sırasıyla toplam milli servetin yüzde 4’ünü, yüzde 29’unu ve yüzde 67’sini elinde tuttuğunu anlıyoruz. Bu en yoksul denilen kesimin ortalama olarak elinde bulundurduğu servet 8.910 TL’den az. Dolayısıyla yüzde 67’lik nüfusu da dünyanın en kötü işlerinin işçisi olmak zorunda bırakıyor bu düzen. Henüz bu ortalamaları cinsiyetlendirmedik, göçmenleri veya vatandaşlık imtiyazları olamayanları, etnisite ve dinsel kimlik nedeniyle ayrımcılık görenleri, toplumsal normlar diyerek kamusal alandan sürülenler LGBTİ+’ları ve sağlamcılık argümanlarıyla yaşamları inayete bağlı, olanları bu denkleme katmadık. Bir sonraki yazıya bırakalım.
2022’nin güzellikler getirmesini temenni ederim.