Gezegeni yok oluşa sürükleyen ve onun sonunu getiren insan değil “kapitalist sistem”dir. Öyle midir acaba? Bu yazıda bu görüşü sorgulamak istiyorum.
Antroposen kavramı şüphesiz “dünyevi kötülüklerin” sebebini bütün “insanlara” yayarak bu tartışmayı soyut bir “insan doğası” kavramı üzerine çekme konusunda “başarılı” olduğu kadar aslında hiç de masum olmayan bir kavram. Elbette bireyleri değil de “bütünü” tartışmaya açmak gerekiyor, bu konuda en ufak bir şüphem yok. Burada sadece birey-toplum ilişkisinden yola çıkarak bu konuda farklı bir yorum yapmak istiyorum. Kapsadığı bireylerden bütünüyle bağımsız bir kapitalist gerçeklik ne kadar gerçekçi bir yaklaşım olabilir? Bu soru ile başlayabiliriz belki.
Baruch Spinoza Ethica’da güzel bir şey söyler; doğa uluslar ve kavimler yaratmaz, der; doğa yalnızca bireyler yaratır ve bu bireyler de daha sonra ulus ve kavimler oluştururlar. Benzer şekilde K. Marx Grundrisse’te, evrensel olarak gelişmiş bireylerin doğanın değil tarihin ürünü olduğunu söyler. Kapitalist gerçeklik “doğa”dan çıkmadığına, aksine insanlar-arası ilişkilerden türediğine göre bireyler-arası bir yaklaşım ilk elden bir başlangıç noktası olabilir. Şüphesiz “doğa”dan tamamen soyut bir toplumsallık da olamaz.
Toplum ve birey arasında şöyle bir fark var: birey derken de toplum derken de “sosyal ilişkiler”in farklı boyutlarda kristalize olmuş hallerinden bahsetmiş oluyoruz. Norbert Elias güzel bir şey söyler; “birey” derken sosyal ilişkilere tekil kipte, “toplum” derken de sosyal ilişkilere çoğul kipte gönderme yapmış oluruz, der. Demek oluyor ki, sosyal ilişkiler olmadan birey de toplum da tartışılamaz. Başlangıç için bu cepte kalsın.
Weber toplum derken bir bireyler toplamına referansla konuşur ve ona göre toplum bir soyutlamadır; asıl olan bireylerdir. Simmel ise bireyler arası ilişki ve etkileşimler yumağına toplum der. Kanımca Durkheim bu tartışmada daha sağlam bir yerde duruyor; ona göre birey ve toplum arasında hem metodolojik hem de ontolojik düzlemde bir fark var. Gerçi daha sonra Gabriel Tarde bu ayrımı ontolojik alana da taşıdığı için Durkheim’ı eleştirecektir. Yine de başlangıç için Durkheim’ın bu ayrımından yola çıkmayı doğru buluyorum; daha sonra konuyu G. Tarde’a bağlamaya çalışacağım. Durkheim’a göre toplum sadece bireylerden oluşur; ama bireylerin toplamı da değildir; bu toplamdan daha fazlasıdır. Burada açık bir şekilde Weber’den farklı bir yaklaşım söz konusu.
Bireyin dışında nesnel bir gerçeklik olarak toplumun görece özerkliğini vurgulayan Durkheim’a göre, bireyler olmadan toplum olmamakla birlikte, bireylerin her biri de toplumun yapıcısı olmaktan ziyade, daha büyük ölçüde toplumun ürünüdür. Ve bu tezi tamamlayacak şekilde, Durkheim için toplumsal etkilerin pasif bir alıcısı olarak birey kadar aktif bir eyleyen olarak da birey önemlidir. “Biz aynı zamanda aktörler ve eyleyenleriz ve her birimiz bizi sürükleyen bu engellenemez akıntının oluşumuna katkıda bulunuruz,” der Durkheim.
“Engellenemez akıntının oluşumuna katkıda bulunmak”, burası güzel, buradan devam edelim…
Antroposen kavramını tartışırken şüphesiz “birey”den hareket etmiyoruz. Asıl tartışılması gereken, kanımca, engellenemez akıntının oluşumuna nasıl katkıda bulunduğumuz meselesi.
Bireysel eylem, toplumsal bağlamından koparılarak anlaşılamaz. Toplumun hem ürünü olan hem de toplumu üreten birey, anlamlı sosyal eylemlerin faili olarak tartışma konusu olabilir ancak. Ve yine, toplumun üzerinde değil ancak toplumun gölgesi altında eyleyen bir birey gerçekliğinden bahsetmekteyiz. Burayı özellikle vurguluyorum; çünkü günümüzde “dünyevi kötülüklere” dair konuşurken, birey, ayrılmaz bir parçası olduğu toplumsal bütünden koparılarak ve tamamen “özgür irade” ile donatılmış olduğu varsayımı altında soyut olarak ele alınmakta. Biz bu yaklaşımın sorunlu olduğunu düşünüyoruz.
Şu konuyu tartışmaktayız: birey neden öyle değil de böyle davranmaktadır? Bireyin eylemleri ve bu eylemlerin tarihsel-toplumsal koşulları hesaba katılmadan bu soruya makul bir cevap verebilir miyiz, pek emin değilim. Birey, eylemleri ile mevcut toplumsallığı her seferinde (yeniden) üretiyorsa, ilk elden bu toplumsallığın kendisi sorun edilmelidir. Bireyin neden öyle değil de böyle davrandığı şüphesiz bu sorunla bağlantılı.
Toplum bireye dışsal ve bireylerden görece özerk bir güçtür.
Kapitalist öznellik meselesi tam da burada tartışmaya dâhil edilmeli. Birey, ama bilinçli ama bilinçsiz, hemen hemen her eylemi ile kapitalist gerçekliği üretiyorsa, ne yaparsa ve nasıl eylerse bu gerçekliği üretmeye son verebilir? Kanımca tartışılması gereken soru budur. Gabriel Tarde, birey-toplum ayrımı yapmaz; “birey içindeki toplumu” kavramaya çalışır. Bir monad olarak birey kendi içinde kapitalist gerçekliği taşır ve bunu yeniden üretir. Elbette her şeyden yalıtılmış, aralarında hiçbir ilişki olmayan kendi halinde monadlardan bahsetmiyoruz. Birbirleriyle ilişki halinde, birbirlerini karşılıklı olarak kapsayan monadlar var. Monadlar bir araya gelerek bu gerçekliği üretiyorlar. Dolayısıyla yine aynı yere gelmiş oluyoruz: sosyal ilişkilerin kristalize olmuş halleri olarak bireyler/monadlar.
Bireyler ancak sosyal ilişkilerin evreni dâhilinde öyle değil de böyle davranmakta. Şu halde bireyleri bu evrene, ya da Weber’in kavramıyla “demir kafes”e hapseden bu gerçeklik değişmediği sürece, maalesef bireyler, ama bilinçli ama bilinçsiz, bu kapitalist gerçekliğin yeniden üretilmesinde, monadik düzeyde de olsa, bir paya sahipler. Hepimiz bu “demir kafes” içinde dünyaya geliyoruz ve “sosyalizasyon” ile bir kapitalist öznellik inşa ediliyor. Birbirinin benzeri olan “kopya monadlar”.
David Graeber, Kuralların Ütopyası adlı eserinde John Holloway’den bir aktarma yapar; “kapitalizm” der Holloway, “biz her gün uyanıp onu üretmeye devam ettiğimiz için vardır. Bir sabah uyanıp hep birlikte başka bir şey üretmeye karar verirsek, kapitalizm varlığını daha fazla sürdüremez”. İlk okuduğumda bana inanılmaz çarpıcı bir görüş gelmişti bu. Aslında hâlâ da böyle düşünüyorum. Elbette Holloway’den ayrıldığım noktalar da var. Örneğin Holloway kapitalist gerçekliği bireyin üzerinde ona dışsal olan bir güç olarak görmez. Toplum bireye dışsal ve bireylerden görece özerk bir güçtür. Bu noktayı yeterince vurguladığımızı düşünüyorum. John Holloway yine de önemli, çünkü tek tek bireylerin kapitalist gerçekliği üretmedeki sorumluluğunu ve rolünü tespit edebilmekte. Bunu D. Graeber’in sorusu ile birleştirelim: “sabah uyanıp başka bir şey üretmeyi hayal edebilecek duruma gelmemiz için var olması gereken şartlar nelerdir?”
Bireysel eylemin koşullarını nasıl değiştirebiliriz? Soru budur. Birey kendi ördüğü “demir kafes” dışına nasıl çıkabilir? Soru budur. Bizleri, hepimizi sürükleyen “bu engellenemez akıntının” önüne nasıl bir set çekebiliriz? Soru budur. Çağımızın temel sorunu çok önceden bir filozof tarafından mükemmel bir şekilde ifade edilmişti: “İnsanlar neden kölelikleri için sanki kurtuluşlarıymış gibi canla başla savaşıyor?”
B. Spinoza sorunu bu şekilde ortaya koymuştu. Bu yabancılaşma halinden çıkmak, diğer bir deyişle kölelik halinden kurtulmak şüphesiz hepimizin kolektif çabasını gerektiriyor.