Gılgamış Destanı günümüzden dört bin yıl öncesinde yazılmış bir metin ancak metni okuduğumuzda geçen bunca zamana karşın destanda yer bulan birçok meselenin günümüz dünyası için de geçerli olması insanı düşündürüyor. Günümüz sorunlarını anlaşılır kılsın diye değil ama insanın kimi yönelimlerinin ve sınıflı toplumun yaşayış tarzının o eski çağlardaki hallerine göz atabilmek için Gılgamış Destanı’na bakmak istedim. Üzerine çokça yazılmış bir metin; mitolojik çözümlemeleri, kültürel ögeleri yüzlerce kez analiz edilmiş, üzerine konuşulmuştur. Yabanıl yaşamdan uygarlığa geçişi, ölüm bilincinin tanınması vb. motiflerin analizi çeşitli açılardan değerlendirilmiştir. Ben sınıf ve iktidar ilişkilerini odağa alarak toplumsal yaşamına bakmaya çalıştım farklı olarak.
Yazın tarihine bakıldığında hem ilk yazılı metin hem de yazıldığı dönemin dünyasını gerçekçi bir şekilde yansıtmayı başarabilmiş bir metindir Gılgamış Destanı. Sümerlilere ait bu destanın yazılı kayda alınması MÖ 1800’lü yıllar olsa da anlatılan olaylar ve başkahraman Gılgamış’ın MÖ 2800’lü yıllarda yaşadığı bilenmekte. Destana bir edebi metin olarak baktığımızda önemli bir orijinallik görmek mümkün. Destanın girişi, içerik hakkında bir bilgilendirmeyle başlıyor, sonrasında Gılgamış’ın etrafında gelişen maceralar, Gılgamış’ın ders alıp yeniden şehre dönmesiyle son buluyor. Metnin başındaki bazı dizeler sonunda da tekrar karşımıza çıkıyor.
Gılgamış metni, daha sonra bölgede ortaya çıkacak tek tanrılı dinlerin ana kaynağı denebilir. Metindeki birçok hikayeyi sonraki anlatılarda da görürüz. Metnin ilk vurgusu Gılgamış’ın “her şeyi görmüş, tanımış ve bilen” biri olmasına dairdir. Bu vurgu, insanlık tarihinde bilginin önemi açısından dikkate değer; o günün yazısız dünyasında “çok okuyan”dan ziyade “çok gezen”in bilgiye sahip olduğu aşikar olduğuna göre Gılgamış, edindiği yüksek kavrayışı çok gezdiği için edinmiştir; kimsenin yapmadığı şekilde uzun yollar dolaşmış ve eski bilgileri, yeni kuşaklara iletmiştir. Bilgiye sahip olmak tarih boyunca ekonomik ayrıcalıklarla bağlantı içinde düşünülmelidir. Görüp geçirdiklerini ve edindiği bilgileri, yazıya geçirtmesi şükranla karşılanmıştır. Halk bilgiye ulaşma araçlarına sahip olmadığından bilginin karşısında çekinik durur genelde. Kültürel ezilmişlikle ekonomik ezilmişlik bir arada sürmektedir. Uruk şehrinin Gılgamış’a şükran duymasının bir nedeni de onun döneminde ulaştığı zenginliktir; elbette zenginlik tüm toplumun zenginliği değildir. Zenginlik elit sınıfın denetimindedir. Gılgamış, hükümdarlığı döneminde ticareti geliştirmiş, üretimi arttırmış, kenti surlarla çevirterek kenti güvenceye almıştır. Destanda Gılgamış’ın kriz anında savaşçılığı göze alması sayesinde elit sınıf tarafından taltiflendiğini, bir düzeye kadar şımarıklıklarına da göz yumulduğunu görüyoruz.
Sümer kentleri genelde tarım yaptıkları için Fırat Nehri’nin kıyı şeridinde kurulmuştu o dönemde. Dağlarla denizin aralığında kurulan bu kentlerin orta kısımlardakiler daha çok zenginleşmiştir. Balıkçılık ve tarımla geçinen denize yakın kesimle maden ve ormancılıkla geçinen dağ kentleri arasında ticaret ve taşımacılık işlerinde uzmanlaşan Uruk gibi “orta” kentler, daha çok zenginleşmişlerdi. İş bölümü ve iş çeşitliliğinin fazla olması, üretim bilgisine sahip bir toplum ortaya çıkardı. Kent daha çok zenginleştikçe maden ve kereste ihtiyacı da artmıştır; ekonomik zenginleşme aynı zamanda siyasal gücü de beraberinde getirdi. En başta Uruk’un dini ve entelektüel gelişimi de bu paralelde anlaşılmalı.
Sulama kanalları inşası, kent surları ve ticareti mümkün kılan taşımacılık düzeninin gelişmesi yönetici sınıf için olumlu gelişmelerdir. Bütün bu işlerin yapılması, yapıların inşasın çalışan bir sınıfı gerektirir. Ancak antik metinlerde gündelik hayattan bahisler pek yer bulmaz ancak sınıfsal bölünmenin yansımalarını bulmak mümkün olabilmektedir. Oysa muhasebe sisteminin ve yazının gelişmesi tam da biriken zenginliğin kaydının tutulması amaçlı olarak geliştirilmişti. Bürokratik işlerin bilgisine sahip bir üst sınıf ve yönetim organizasyonunu üstlenmiş bir rahipler sınıfı mevcuttu. Gılgamış’ın sur duvarlarına maceralarını bezetmesi, iktidarın çağlar boyunca değişmeyen propaganda biçimlerindendir. Egemenler tebaasının gözüne sokarcasına, egemenliklerini ebedileştirmenin bir propaganda biçimi olarak resimler, heykeller, friz kabartmaları, yazıtlar ve devasa tapınaklar sundular. Özellikle de saraylar ve tapınaklar… birer insan yapısı değilmiş gibi ihtişamlı olmak zorundaydı. Elbette henüz yeni devletleşen Sümerliler için üst düzeyde bir şatafatın olduğu söylenemez, yine de iktidarın mantığının erken dönemde bile benzer şekilde çalıştığı ortadadır.
İktidar kendisini hiçbir zaman sıradan bir insan varlığı olarak sunmaz; “Gılgamış ta doğuştan başkaydı: Üçte ikisi Tanrı etinden, üçte biri insan etinden!” Böylelikle tanrısal bir nitelik atfederek krala, egemenlik tanrıya bağlanarak meşrulaştırılmış olur. Yiğitliği, cesurluğu, korkusuzluğu yanında Tanrıların armağanı bir kişi. Gılgamış’ın güç sarhoşluğu ve sınır tanımazlığı, cinsel taşkınlık olarak ortaya çıkar: “…bırakmıyor hiçbir kızı sevdiğine, bir yiğidin söz kesilmiş kızını bile!” (I. Tablet, 61-62). Bu zorba tirandan canı yanar halkın ve Tanrılara şikayet ederler onu. Biz burada tanrıları, Uruk’un elitleri ve ileri gelenleri olarak da düşünebiliriz. Egemenlerin her daim tebaanın ensesinde boza pişirdiğini düşünmemeli, ayyuka çıkmış şikayetlerin dikkate alınarak bir denge politikasının tercihi iktidarın geleceği açısından lüzumludur.
Gılgamış’a rakip olarak orman köylerinden birinde Enkidu’yu yaratır tanrılar. Güçlü kuvvetli bir yaban olan Enkidu, kentin beslenme ve hammadde kaynağı olan dağlara egemen olur, kentlilerin ormanları talan etmelerine, ormanda avlanmalarına izin vermez. Durum Gılgamış’a iletilir, politik manevra konusunda kentliler tecrübelidir; Enkidu’yu baştan çıkarması için onun yanına bir sokak kızı gönderirler. Bu yosma, yaban azmanı Enkidu’yu yatağına alır, cinselliğiyle ona doyasıya zevkler sunarak onu etkisi altına alır. Bu noktada şunu düşünebiliriz biz, maruz kaldıkları sömürüye direnen geçen orman köylülerinin en önemli adamını rüşvetle ele geçirirsen direnişi kırarsın. Tam böyle olmasa bile Enkidu’nun taraf değiştirdiği ortada. Gılgamış, iktidar gücünü Enkidu ile paylaşır, onunla arkadaş olur. Burada bir kişisel dostluk, eşcinsel aşk ilişkisi olup olmaması o kadar önemli değil. Kültür tarihi yorumcuları ağırlıklı olarak Enkidu’nun bir yosma tarafından gönlü çelinerek ormandan kente gelişi, bir “uygarlaşma” motifi olarak okunmuştur; öyle olsa bile sınıf çatışması açısından sonuç değişmez.
Gılgamış ile Enkidu arasındaki dostluk ilişkisi iktidar çıkarına eylemliliğe de evrilir. Kıyı şeridinde bulunan kentler balıkçılık, tarım ve hayvancılık yapıyorsa da bina ve gemi yapımı için dayanıklı keresteye ihtiyaç duyuyordu. Bir anlaşmazlık sonucunda orman köylülerinin kereste satışını durdurması söz konusu olmalı. Uruk yüksek miktarda keresteye ihtiyaç duyduğundan bir yönetici olarak Gılgamış’ın ihtiyaç duyulan keresteyi temin yoluna gitmesi gerekiyordu. Sedir çok sağlam ve işlenmesi kolay bir kereste olduğu için özellikle de sedir ormanına ulaşmak Uruk gibi zengin bir kent için elzemdi. Gılgamış’ın savaş öncesi tapınakta yaptığı dua bunun bir ekonomik savaş olduğunu doğruluyor: “dile ki Humbaba’yı öldürüp keseyim sedir ağaçlarını, erinç gelsin bütün ülkeye, sereyim ayaklarına ünümün kazançlarını.” (III. Tablet, 20-22). Uruk her ne kadar Enkidu’yu kendi tarafına çekmiş olsa bile sedirlere ulaşmanın o kadar kolay olmadığı anlaşılıyor. Ormanı Humbaba adlı bir canavar korumaktadır. Gılgamış, ormanı bilen biri olarak Enkidu’yu ikna etmeye çalışır ve ikna eder. Gılgamış, bu işi başarırlarsa aynı zamanda ünleneceklerinin farkındadır. Büyük hazırlıklar yapılır; baltalar, oklar, yaylar, demirden silahlar… Ormanı ve Humbaba’nın bütün düzenlerini bilen Enkidu’nun verileri sayesinde Humbaba’yı öldürürler. Humbaba yenileceğini anlayınca Gılgamış’tan aman diler ancak Enkidu ısrarla Gılgamış’ı öldürmesi için teşvik eder. Gılgamış üzerindeki etkisini gördükten sonra Humbaba, Enkidu’ya da yalvarır ancak boşa çıkar yalvarması. Burada şu önemli atasözünü hatırlamak yerinde olur: Ağaca balta vurmuşlar, “sapı bendendir” demiş. Humbaba’yı öldürdükten sonra bol miktarda sedir kesilerek gemilerle Fırat üzerinden kente taşınacaktır.
Şan ve şöhretle Uruk’a döndüklerinde hayranlıkla karşılanan Gılgamış ve Enkidu, bu kez saray entrikalarıyla karşılaşacaktır. Tanrıça İştar, çeşitli vaatler de sunarak Gılgamış’tan kocası olmasını ister ama o bunu kabul etmez. Bunun üzerine Tanrıça İştar, Gılgamış’ın üzerine Gök Boğası’nı salar ancak Gılgamış ile Enkidu işbirliği içinde bu boğayı öldürür. Boğayı öldürdükten sonra Gılgamış, Uruk sokaklarında gövde gösterisi yapar: “bir arabaya atlayıp / Uruk’un büyük sokağında gezindiler / Uruklular toplanıp geçişini baktılar onların. / Gılgamış soruyordu saraydaki halayıklara keyifle: / “Kimdir yiğitler arasında en güzel yiğit? / Kimdir erkekler arasında en güzel erkek? / Biz çok kötü kızıp fırlattık da Boğa’nın budunu / İştar bulamadı sokakta kendisini avutacak tek kişi.” (VI. Tablet, 174-182). Bu böbürlenme kılıçların açıkça çekildiği andır artık. Çetrefilli iktidar ilişkilerinde denge esastır; Gılgamış, Enkidu ile birlikte iktidar gücünü arttırdığında diğer elitler, bunu kendi gelecekleri açısından tehlikeli görecektir kuşkusuz.
Hem Humbaba’yı hem Gök Boğası’nı öldürerek gücüne güç, ününe ün katan Gılgamış’ın en önemli yardımcısının Enkidu olduğu Tanrıların gözünden kaçmaz ve Gılgamış’ı durdurmanın yolunun Enkidu’nun ortadan kaldırılması olduğuna karar verirler. Enkidu bir rüya görür ve öldürüleceğini anlar. Ormana ihanet edip şehre geldiği için pişman olur ve kendisini kandıran avcı ve yosmaya lanetler yağdırır: “O avcı bozuntusu, kötü yürekli tuzakçı/ bırakmadı bende eski dostlarıma benzerlik,/ kendi dostlarına benzemez olsun o da / kazancından yoksun et, gücünü bitir, geliri hepten azalsın senin önünde.” (VII. Tablet 46-50). Enkidu’nun lanetlerinin ve beddualarının hep maddi kazançtan yoksunluk üzerine olması dikkat çekicidir. Enkidu’nun bedduaları, maddi zenginliği çok önemseyen birinin bilinçaltının dışavurumu gibi. Hikayede her ne kadar bir yosmanın sunduğu zevklerden etkilendiği anlatılsa da zengin Urukluların sunduğu maddi olanaklar, Enkidu’nun ihanetinde önem arz ediyordu. Köy yaşamının yoksunlukları yerine kentin zenginliğinden etkilenerek vaktiyle ormandaki eski dostlarına ihanet etmesi muhtemeldir.
Enkidu ölümden kaçamaz, Gılgamış için bu büyük bir sarsıntıdır; ona ağıtlar yakar, övücü sözlerle yas tutar. Kuyumculara gerçek boyutta altından heykelini yaptırır. Bir hafta boyunca Enkidu’nun cesedi gömülmeyince çürümeye başlar, bunun üzerine Gılgamış, korkuya kapılır. O zamana kadar ölüm aklına gelmemiştir hiç ama artık gücün doruğundayken kendi ölümünü düşünerek korkuya kapılır. Kederli haliyle gezer dolaşır bir avuntu arar, bundan sonrası bir arayışın hikayesidir artık. Ün, şan, güç ve hırs sona ermiştir. Her şeye kadir olduğunu düşünen Gılgamış’ın bu geri çekilişi, felsefi bir anlam meselesinden öte bir durum da içeriyor olmalıdır. Egemen sınıfın sınırlayıcı gücünü, en yakın dostunu kaybederek görmüş oldu.
Yolculuğu sürdüren Gılgamış, bir Akrep-Adam’a rastlar, onun tavsiyesiyle Güneş’in yolunu tutar. Bir deniz kıyısına vardığında içki yapıp satan Siduri adlı birine rastlar, ona “ölümsüz yaşam”ı aramaya çıktığını söylediğinde, gündelik yaşamın içinden biri olarak Siduri’nin ona öğüdü, “Gününü gün et!” olur: “Eline geçmeyecek aradığın yaşam / Tanrılar insanoğlunu yarattıklarında / yalnız ölüm oldu ona verdikleri / kendi ellerinde tuttular yaşamı! / Karnın dolu olsun yeter Gılgamış, sen ona bak, /gece gündüz eğlenmene bak,/ gününü gün et, keyfini sür, / çalgılarla gece gündüz oyna.” (X. Tablet, 17-24). “Ölümsüz yaşam” diye bir şey yoktur, böyle bir şey yalnızca Tufan zamanında Ut-Napiştim’e verilmiştir.
Siduri’nin önerilerine kulak asmayan Gılgamış, Ut-Napiştim’e gitmenin yolunu öğrenir ve zorlu yolculuğu aşarak onun yanına varır. Ut-Napiştim ona Tufan’ı ve Tanrıların kendisine ölümsüzlük verişini anlatır. Gılgamış’ı sınamaya tabi tutar, ama Gılgamış sınavı geçemez; yine de ona acıyarak denizin dibinde dikenli bir otu tarif eder. Gılgamış, denizin dibine inip bu otu bulur. Geri dönerken Gılgamış, serin sulu bir çukur görür, yıkanmak için içine atlar. Tam o sırada bir yılan kıyıda duran otun kokusunu alıp deliğinden çıkar ve otu alıp kaçar. Artık Gılgamış ne kadar ağlasa da kâr etmez.
Gılgamış Destanı’nda her ne kadar bir kralın yaşamı odaktaysa da birçok destanda rastlandığı gibi olağanüstü kahramanlık boyutu çok öne çıkmaz. Daha ziyade gündelik arzuların, çıkar çatışmalarının ve yakınlaşmaların hikayeleriyle karşılaşırız. Tek tanrılı birçok dine kaynaklık eden hikayelerine karşın kimi mitolojik eklentiler dışta tutulursa gayet seküler bir hikaye var karşımızda. Gılgamış, Ut-Napiştim adlı birinin ölümsüzlüğü elde ettiği söylentilerini duyduğu zaman tapınaklara koşup tanrılara yakarmaz örneğin, elle tutulur bir şey elde etmek için meşakkatli de olsa yolculuğa çıkar; duanın, yalvarmanın “sihirli” bir gücü olduğunu düşünmez, kendi işini kendi görmeyi seçer. Uruk’ta yaşamın temel motivasyonu ün ve şan, daha çok kadın ve iktidar gücü elde etmektir; öte dünya her haliyle kötüdür, bir Cennet avuntusu söz konusu değildir henüz. Sonradan eklenmiş XII. Tablet’te öte dünya ile ilgili anlatılar varsa da bu anlatılar yüce bir güçle ilgili değildir henüz.
Güç sarhoşluğu, haddini aşma, ihanet, dostluk, cinsellik, acıma duyguları gündelik hayatta insanların sıklıkla karşılaştıkları durumlardır. Hikaye bu bakımdan aradan geçen binlerce yıla karşın gayet güncel bir boyuta sahip. Sınıflı toplumun çıkar ilişkileri ve mücadeleleri, günümüzdekine benzer şekilde cereyan etmekte. Gücüne güç katmak isteyen bir tiran olan Gılgamış, sedir ormanını sömürmek için ormanın bilgisine sahip bir yerliyi ayartır ve bu işbirliği sayesinde ormanı sömürüye açar ancak gücü göze batar ve çatışma çıkar. Bu çatışmadan zararlı çıkacağını anlayınca da geri adım atmak zorunda kalır.
Hikayenin öznesi olarak Gılgamış, ilerledikçe çeşitli dönüşümlerden geçer; hikaye bu bakımdan bir etik ortaya koyar. Azgın bir hovarda olan Gılgamış, dostluğu ve aşkı yaşar, korkuyu tanır, kaygı içinde çaresiz kalır ve nihayetinde ihya Uruk’un surlarına çıkıp eserini seyretmeye koyulur. Gılgamış az çok dersini almış biri olarak ortada kalırken, Enkidu’nun yaşamı trajiktir; zevküsefanın tadına kanıp yurduna ihanet eder, acımasızlaşır ama bunun bedelini canıyla öder. Gılgamış, dostu Enkidu’nun yaşamından kendine pay çıkartır ve başlangıçta iktidar ve güç, bir ölümsüzlük gibi gelse de ona gerçekte iktidar aracılığıyla ölümsüzlüğe sahip olmanın mümkün olmadığını, iktidarın da ebedi olmadığını anlar. Enkidu da cinsel zevkin peşinden koşup gelmiş, maddi sefahate aldanmıştır ama ölümden kaçamamıştır; “her şeyi bilen” Gılgamış, o zamana kadar ölümü aklına getirmemiştir hiç. Ölüm bilgisi ise insan için öteki bilgiler gibi değildir, insana kendi gerçekliğini düşündürtür; Gılgamış ölüm bilgisine vakıf olana kadar kendi gerçekliğini hiç düşünmemişti.
Destanın arka planındaki çatışmalardan biri kır-kent karşıtlığıdır. Tanrılar, Gılgamış, avcı ve yosma kent tarafındayken başlangıçta Enkidu, sonrasında da Humbaba kırı temsil eder. Akrep-Adam ve karısını, içkici Siduri’yi kır hanesine yazabiliriz. Kent örgütlenişi bürokratik ve tiraniktir. Su kanalları, surlar, kölelik, fahişelik, tapınaklar ve rahipler, çeşitli meslekler gelişkin bir teknoloji sunarken sosyal ilişkiler daha çok yozlaşmış durumdadır. Tiran Gılgamış, ilk gece hakkı olarak yeni evlenen gelinlerle gerdeğe girer; kimileri ses çıkarıyorsa da Tanrılara şikayet etmekten başka çözüm bulamazlar. Tanrılar arası ilişkiler bile ince çıkar hesapları ve anlaşmazlıklarla doludur; Tanrıça İştar istediğini yatağına alır, kullandıktan sonra da çöp gibi atar. Buna karşılık kır, yabani yaşamın direngen özelliklerini barındırır. Enkidu başta, ormanı ve ormandaki hayvanları avcıya karşı korur, keza Humbaba sedir ormanının bekçisidir, yağmalanmasını önler. Kentin sınırlanmış topraklarına karşılık orman ve deniz sınırsızdır; kentin hırsına karşılık deniz kenarında içki yapan Siduri, yaşamın anlamını “gününü gün et!” olarak keşfetmiştir. Kentliler kırın çobanını hor görür; yosma, Enkidu’ya “Kurtul şu yabanlıktan!” der; yabanıl doğa kentliye göre “kurtulunması gereken”dir. Kentte konaklar, tapınaklar, düzülü sofralar vardır; kurbanlar kesilir, ziyafetler verilir; tanrılar bir tirana halk üzerinde egemen olma gücü vermişlerdir. Kent demirden baltaların ve silahların yapıldığı bir yerdir; bunların gücüyle yiğitler, ün ve şan peşinde koşarak iktidar elde edebilirler; kent yıkıcı ve tüketici iken kır, kendine has sırları ve düzeni olan koruyucu bir yerdir.
Destanın önemli isimlerinden biri, tek tanrılı dinlere Nuh olarak geçen Tufan efsanesindeki Ut-Napiştim’dir. Tanrılar tarafından ölümsüzlükle ödüllendirilen Ut-Napiştim, tanrılarla işbirliği yapmış bir blöfçüdür ve halka yalan söylemiştir. “Büyük Tanrıların gizini ele vermemiş”tir; yani egemenlerin kendi aralarında bir gizli “dil”i vardır; bu giz sınıflı topluma içkindir; egemenlerin halktan gizlediği işler olup bitmektedir; Ut-Napiştim de egemen sınıfla iş birliği içinde onlardan biri olarak konumlanmıştır. Tanrılar Tufan olacağı haberini ona ulaştırdığında yalnızca hayvanları almaz inşa ettiği gemiye; bulduğu bütün altın ve gümüşü de doldurur. Halka yalan söyleyerek onları ölüme terk edip kendini kurtarır; bu işbirliğinin karşılığı olarak da ölümsüzlükle ödüllendirilir ama yaşadığı yer insanlardan uzaktır. Bir anti-hümanisttir, Gılgamış geldiğinde, karısına kötülük edeceğini düşünerek karısıyla baş başa kalmasını istemez; bu tutum da egemen sınıfın bakışının bir göstergesidir.
İnsanlık tarihinin en önemli metinlerinin ilki Gılgamış Destanı’dır; bu metin aracılığıyla binlerce yıl önceki insanların günlük hayatları ve hayata katılışlarıyla ilgili bilgilere ulaşıyoruz. Sınıflı toplumun ortaya çıkışının erken dönemlerini yansıtan bu metin, insanlık tarihini dönüştürücü güçlerinden cinsellik ve iktidar hakkında önemli veriler sunarken iş konusuna pek girmemiştir. Yine de sınıflı toplumun kimi mücadelelerini bir kişinin yaşamındaki dönüşümler üzerinden görmemiz mümkün.
* Gılgamış Destanı, Çev. Sait Maden, İş Bankası Kültür Yayınları, VI. Basım, 2018