Fransız sosyolog Gabriel Tarde “biyolojik bulaşma” fikrine dayalı bir sosyoloji inşa etmişti. Ona göre, nasıl ki mikroplar organizmalar arasında yayılıyorsa benzer şekilde inançlar ve arzular da bir zihinden diğerine geçerek “yayılır”dı. Körkütük filmini izlerken aklıma ilk elden Tarde’ın bu fikri geldi. Hatırlayalım: Bir doğum günü kutlaması için öğretmenlerin bir araya geldikleri bir akşam yemeğinde Norveçli psikiyatrist Finn Skårderud’un teorisi tartışmaya açılır. Bu teoriye göre insanlar kanlarında 0.05% oranında alkol eksikliği ile dünyaya gelirler. Alkol alımı ile bu eksiklik giderilirse kişiler daha yaratıcı ve rahat olabilmektedir. Bu fikir zihinler arasında hızlıca “yayılır”, sonra da teoriyi kanıtlamak için bir deneye girişirler. Sadece kendilerinin riayet edeceği bazı kurallar koyarlar: kandaki alkol miktarı istenen seviyenin altına düşmemelidir; ayrıca hafta sonu ya da akşam sekizden sonra alkol alınmamalıdır. Grup kurallara riayet eder; ayrıca okulda kimse kimseyi ele vermez.
Sosyolog Simmel, birkaç bireyin etkileşime girdiği yerde toplum vardır, der. Yine Simmel’e göre, bu etkileşim daima belli saiklerle ya da belli amaçlar gözetilerek gerçekleşir. Filmde dört öğretmen belli bir amaç için bir araya gelir; mikro bir “toplum” belirir; bu “toplum” dışarıya kapalıdır; kendi kuralları vardır; gizlilik vardır; amaç birliği vardır vs. Film ilerledikçe, koşulların değişmesine bağlı olarak “patolojik” durumlar ortaya çıkar. Alkol alımındaki aşırılık “toplumu” çatırdatmaya başlar. Filmde bunu, diğer başka şeylerin yanı sıra, öğretmenlerden birinin sarhoş olarak teknesiyle denize açılması ve sonrasında da ölümü ile görüyoruz.
Filmi anlatmak gibi bir amacım yok. Dahası yönetmenin niyeti üzerinden filmi analiz etmek gibi bir derdim de yok. Bir film, yönetmeninden bağımsız olarak, farklı bir okuma ve yoruma şüphesiz imkân sunabilir; sunmalıdır da. Yönetmen ya da sanatçı eserini tasarlarken bunu şüphesiz “boşluklar” bırakarak yapar; farkında olmadan yapar hem de. Unutmayalım sanatçı da sınırlı/sonlu bir varlıktır; eseri üzerinde tam bir kontrol sahibi değildir; bu yüzden de okuma ve yorum çeşitliliği kaçınılmazdır.
Filmin önermesi üzerine odaklanmak yerine, eserden hareketle bilinç, beden ve toplum odaklı çok kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum.
***
Kandaki alkol eksikliği: insanın verili doğasına ait bir eksiklik değiştirilemez değildir. Bu eksikliği giderecek şekilde bedene dışarıdan müdahale edilebilir. Bilinç bedeni etkileyebilir.
İstenen düzeyde alkol alımıyla birlikte kişilerin sosyal yaşamı da değişmekte. Artık daha neşeli bir duygu durumu ortaya çıkmakta: madde/beden (bu örnekte “alkol”) bilinç ve duygular üzerinde dolaysız bir etkiye sahip.
Her iki durumu karşılaştırınca etkilemenin karşılıklı olduğu görülecek: bilinç bedeni, madde/beden ise bilinci etkilemekte. “Üstünlük” ya da “hâkimiyet” yerine “karşılıklı etkileme” demeyi tercih ediyorum.
Kandaki alkol eksikliği oranı veri iken, bu eksikliği giderecek kadar alkol alındığında “normallik” durumu oluşuyorken, bu miktarı aşan her durum “patolojik” sonuçlar doğurmakta. Burada ilginç bir konuya gelmiş bulunuyoruz: “normal” bir toplumsal ilişkiler evreninin oluşması için bedenin belli bir “normallik” seviyesinde bulunması gerekiyor sanırım.
Alkol alımındaki “aşırıya kaçma” ister istemez “patolojik” durumların ortaya çıkmasına neden oluyor; filmde kişilerin aileleri ile yaşadıkları ya da okulda ve süpermarkette yaşadıkları durumları düşünelim.
Sarhoşluk halleri bilincin beden üzerinde etkili olamadığı haller olarak ele alınsın. Alkol miktarındaki aşırılık bilincin ötesine taşar: madde/beden bilinci etkiler.
Alkol oranının bir aletle ölçülmesi bir başka metafor bence: hayatın sayısal bir değere indirgenmesi ve “normalliğin” belli bir sayısal değer (“0.05%”) ile ifade edilmesi.
Peki, maddenin yasaları toplumsal dışsallık ile karşılaştığında neler olur? “Toplumsal dışsallık”, görünmez ama yine de var olan bir “duvar” olarak kişilerin ailelerinde, işyerlerinde ya da alışveriş yaptıkları yerlerde karşımıza çıkıyor. Sonunda toplumsal dışsallık galebe çalıyor. Ve deney son buluyor. Eşi ile ayrılık yaşayan öğretmenin ilişkisi düzelme sürecine giriyor vs.
Toplumsal dışsallık bedenin “aşırıya kaçmasına” engel oluyor.
Bu filmi böyle okumak mümkün diye düşünüyorum. En nihayetinde kökeni organizmada yer alan “bencil” eğilimler ancak toplumsal bir dışsallık ile “dizginlenmiş” oluyor. Ama yine de bu eğilimler yok olmuyor. Hep devam eden bir “huzursuzluk hali” var.
Körkütük filmi bana bunları düşündürdü.
15.04.2022