Dünya Bankası verilerine göre eğer bir insan günlük olarak 5,5 doların altında yaşamak zorundaysa mutlak yoksulluk içindedir. Türkiye’de Dünya Bankası’nın bu verisini baz aldığımızda 2021 yılı için 30 milyon kişinin açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşadığını görüyoruz. Türkiye İstatistik Kurumunun artık son derece güvenilmez hale gelen verilerinden Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Dairesi (DİSK-Ar)’ın çıkardığı verilere göre ise geniş tanımlı işsizlik oranı toplam işgücünün yüzde 21,8’i. Yani, Türkiye nüfusuna baktığımızda her beş çalışma yaşına gelen insandan biri işsiz; her üç kişiden biri yoksul.
İstatistik sadece rakam değil, gündelik yaşamımızın zorluklarının nasıl da ortak olduğunu gösteriyor. Marketlerin birer kaygı ve öfke alanı haline geldiği bir ortamdan evlerdeki cehenneme pek çok şeyi anlatıyor. Kadın işçi haber internet sayfasının yazarlarından biri olan ve kadınların işçilik deneyimi ve mücadelesini arşivleyen Bahar Gök, bir podcastte tek cümlede özetliyor çalışma hayatımızı: “bizim yaşamımız onlarla yaşanacak en ufak gerginliğe bağlı”. Öyle haklı ki…
Ücret sermayedarın işçiden aldığı borçtur. İşçi çalışma günleri içinde belirli zamanlarını sermayedara 1 aylık zaman dilimi için borç verir ve 1 ay tamamlanınca çalıştığı zamanın karşılığını alacağını varsayar. İşçinin tüm hayatı bunun üzerine kurulmuştur, ancak kimse işçiye böyle bir borç vermez. İşçi ev kiraladığında, evin kirasını evde oturmaya başlamadan önce öder, hatta ev sahibi işçiden (kiracısından) birkaç kira önceden teminat alır ki değerli evinin tahribatını karşımayı garanti etsin. Günlük olarak yaşamak için gerekli gıda ve malzemelerin de kullanılmaya başlanması için önce satın alınması gereklidir. Dolayısıyla artık topraktan kendini sürdüren bir düzende elde edilemeyecek gıda için çalışmaya ve ücret kazanmaya mecbur kalır işçi. Yaşamak için gerekir ücret, işe gitmek için gerekir ücret, işten eve dönmek için gerekir ücret, başının üstünde bir çatı olması için gerekir ücret. Ücret ise bir aylık/haftalık çalışma sonucunda ancak elde edilebilir veya elde edilemez.
Evet bazen elde edilemez, zira bir aylık emek harcayarak önceden borç olarak verdiğiniz zamanın karşılığı işverenin (patronun yerine tüm bu borç sürecini tersine çevirmek üzere kullanılan burjuva iktisat terimini kullanırsak) elinde paraya çevrilebilir meta veya çoktan çevrilmiş hizmet şeklinde bulunduğu halde, işveren ödeme yapmaz. İşverenlerin krize girdiği dönemlerde yine devletten beklenen kriz ödenekleri veya iflaslar devreye girer. İşveren, çoktan aldığı iş karşısında vermediği (verse de yaşamaya yetmeyecek) ücrete rağmen çalıştığınız için minnetinizi ister genelde. Bu yüzsüzlüğün temelinde yukarıdaki yüzde 21 yatar. Dahası, ödenmeyen ücreti istediğinizde, kadınsanız tacizle göçmenseniz sınır dışı edilmeyle tehdit edilebileceğinizi bilmeniz gerekir. Zira bu ülkenin sahipleri vardır, mülk sahipleri aslen ülkenin de sahipleridir. Yoksullar, ev kiralamak zorunda olanlar, işe gidip gelmek için yol parasını hesap ederek öğün atlayanlar, çocuğuna sadece ucuz fastfood yedirerek doymasını sağlayanlar, cinsel kimliği nedeniyle belirli sektörlere ve işlere hapsedilen ve evinde cehennem hayatı yaşatılanlar; hatta sayıca az olmadıkları için iktidarla aynı din, dil, ırk, yaşamsal pratiği olmadığı için azınlıkmış gibi görünenler olacak değil ya bu ülkenin sahibi.
Başka istatistiklere bakalım: Dün 23 Nisan’dı. Halbuki Türkiye’de geçtiğimiz üç ay içinde bilebildiğimiz kadarıyla altı çocuk çalışırken öldü. Biri 14 yaş altı olmak üzere. Bir çocuk işçi de maaşı ödenmediği için işvereninin işyerini yaktı. Elleri dert görmesin! Dahası emeklilik yaşı olan 65 yaş üstü işçilerden 23’ünü de bu kara tabloya ekleyebiliriz. Çocukların geleceğini, yaşlıların ise huzurlu ölüm hakkını çalıyor bu sistem. 2022 yılının ilk üç ayında en az 347 işçi hayatını, zamanını borç verdiği patronların elinde yitirdi. Ülkenin sahiplerinden olanların bugünlerde bolca dillendirdiği, kendisinden başka kadrosu veya göçmen karşıtlığından başka politikası olmayan malum partinin saçmalıklarının aksine çalışırken ölen on sekiz göçmen, yoksulluğu da eziyeti de nasıl paylaştığımızın sembolleri değil mi?
Öfkelenmek için çok nedenimiz var. Öfkemizi, doğru düzgün yaşam hakkımızı elimizden alanlara değil de yan yana yaşamaya ve çalışmaya mecbur olduklarımızdan çıkardığımız sürece, ne yazık ki insanlığımızı da kaybedeceğiz. Soykırım, cinskırım gibi suçların ürettiği şiddetin devlet eliyle kurumsallaşmasına ses çıkarmadığımız sürece, bu öfke, hepimizi içinden asla çıkamayacağımız bu sınıf savaşının örtüsü olarak tanıktan ziyade suç ortağı yapacak! Daha önce Ermeniler, daha sonra Kürtlere, şimdi göçmene, her daim kadınlara ve LGBTİ+lara yönelen nefret ve ırkçılık, mülk sahipliğini sürdürmek için kırbaç gibi üstümüzde şaklattıkları yoksulluğun da sürebilmesinin tek koşulu.