“Ve ‘senin’ ve ‘benim’
sözcüklerini keşfettik
ve toprağın bir sahibi oldu
ve kadın erkeğin malı oldu.”[2]
Son işçi eylemlerinde belirgin biçimde ortaya çıktı, ama nicedir alttan alta bir değişim yaşanıyor protestolarımızda. Kadınlar ön saftalar: afişleme yapıyor, bildiri dağıtıyor, mitinglerde ellerinde megafon, slogan attırıyor, pankart taşıyor, barikatlar kuruyorlar. Sanırım ilgi alanına Haziran 2013 protestolarında girdi, ama başlangıcı daha geri götürmek mümkün.
İKD’li kadınların kızıl çatkılarıyla meydanlara döküldüğü, Behice Boran’lı, Mine Bademci’li, Sevinç Özgüner’li, Ayşe Hülya Özzümrüt’lü, 70’li yıllar bir yana, 12 Eylül sonrasının ilk muhalif örgütlenmesi İHD kadın ağırlıklı bir örgüttü. Cumartesi Anneleri, 1980’lerde Cunta rejimine karşı duruşun ve adalet arayışının simgesi oldular. Arkası geldi: 80’lerin sonlarında dağlarda dolaşmaya başlayan Kürt kadınlar… Kadınların öncü roller üstlendiği Kürt sivil direnişinin yükselişi, Barış Anneleri… 80’li yıllarda rüştünü ispat çabasındaki feminist kıpırdanışlar… Dayağa karşı kampanya, mor iğneler… Bu hareketliliğin “İslâmcı mahalle”yi de etkisi altına alması, “başörtüsü” eylemleri…
Kadınların “özne” olarak toplumsal muhalefetin merkezine yerleşmesi süreci 2000’li yıllarda hızlanarak devam edecekti.
Sanırım bu süreçte etkili olan birkaç dönemeci seçebiliriz:
1. Önce sosyolojik “dönemeç”: Türkiye’nin 20. yüzyılın 2. yarısında içine girdiği hızlı kentleşme, 1970’li yıllardan itibaren siyasal alanda olduğu gibi kültürel alanda da kendini hissettirmeye başladı. Kentleşme, kadınlar açısından da bir dizi sosyolojik değişimi peşisıra getirecekti: Akrabalık bağlarının ve bunların bireyler üzerindeki kontrolünün gevşemesi, ev-dışı istihdam olanaklarının artması, sosyal çevrede çeşitlenme, dış dünyanın etkilerine açılma, bireyselleşme vb. vb… Kentsel kadın nüfusundaki artış bir yandan eğitim olanaklarını genişletirken bir yandan da duyuş-düşünüş-davranış biçimlerini etkileyen uyaranları çeşitlendirecek, bağımsız düşünme ve davranma yetilerini arttıracaktı.
2. Kimlik söylemlerinin yükselişi: 1970’lerin sonu, kapitalist dünyada yeni bir paradigmanın, neoliberal sistemin yürürlüğe girmesine sahne oldu. Ve de sosyalist sistemdeki çözülmeye koşut olarak “elveda proletarya” söylemlerinin yükselişine. Batılı entelijensiya, dönemin “yükselen değer”i postmodernizmin dikte ettiği üzere “sınıf söylemleri”nin sonunu, bundan böyle toplumsalın yorumunda “kimlik” paradigmasını esas alacağını ilan etti. Bu yoruma göre sınıf, bireyin tanımlayıcı aidiyetlerinden yalnızca bir tanesiydi ve geçmişte, diğer kimlik gösterenlerinin aleyhine aşırı ölçüde şişirilmişti. Oysa kişinin yaşı, etnik aidiyeti, dini, toplumsal cinsiyeti, bedensel durumu vb. vb. toplumsalın yorumunda anahtar roller oynayan özelliklerdi.
Bu postmodern dictum, kadın hareketini o güne dek içerisinde yer aldığı sınıfsal bağlam ve taleplerden soyutlanarak “kendisi için”, bir harekete dönüştürecektir. “Benim başkalarını kurtarmak gibi bir derdim yok”, “sosyalist erkekler daha fazla kadın düşmanı”, dönemin yaygın söylemleriydi. Bu ise, kadın eylemlerinin genel taleplerden (faşizm, savaş vb. karşıtlığı, emek talepleri vb.), özgül kadın taleplerine (dayağa, tacize, bekâret kontrolüne karşı durmak, kadınların kendi soyadlarını kullanması mücadelesi, boşanmanın kolaylaştırılması vb…) yönelmesinde etken oldu.
Bu yönelimin kadın mücadelesini diğer toplumsal muhalefet bağlamından kopartması açısından taşıdığı olumsuzluklar bir yanda dursun; kadınların, kadınlık durumundan kaynaklanan özgül taleplerinin gündeme taşınmasında (diğer bir deyişle bir “beden politikası”nın biçimlenmesinde) etkili olacaktı. Yanı sıra, o güne dek sol muhalefetin görmemekte ısrar ettiği LGBT’lerin uğradığı ayırımcılığın gündeme alınması da “kimlik” sorunsalının ön plana çıkması ile mümkün olmuştur.
3. Feminizm etkisi: Feminizmin ikinci dalgası 1970’li yıllarda sol hareketlerin bağrından yükseldi. Başlangıçta (bir çok eleştiri yönelttiği) solun “eşitlikçi-özgürlükçü bir dünya” tasavvurunu paylaşırken, “kimlik” söyleminin sınıfa ikame edilmesi sürecine koşut olarak, sınıf söyleminden iyiden iyiye uzaklaşacaktı. Bunun pratikteki yansıması, kadınların münhasır ve klasik örgüt mantığının dışında “farklı” bir örgütlenme anlayışının geliştirmesi oldu: öznel deneyimlerin paylaşımına dayalı bilinç-yükseltme grupları, yatay, hiyerarşik olmayan, belirli bir hedefe yönelik geçici (kampanyalar tarzında), bileşenlerinin özerkliğini tanıyan (“yeni sol”) bir örgütlenme modeli.
Mevcut iktidar ilişkilerini dönüştürmedeki etkinliği fazlasıyla su götürür olsa da, kendilerini daha rahat ifade edebilecekleri bir örgütlenme modeli, siyasal militanlıktan uzak duran kadınları topluluk önünde konuşma, bildiri yazıp dağıtma, miting örgütleme, gösteri yürüyüşü düzenleme, pankart-döviz hazırlama, devlet güçleriyle karşı karşıya gelme gibi becerilerde eğitti.
4. 1990’lardan itibaren yükselen bir başka hareket, Kürt hareketi, kadınların yığınsal katılımı ve bunun bir çeşit “Kürt feminizmi”ne evrilmesi, kadın mobilizasyonunun çapını genişleten ve taleplerini çeşitlendiren bir etken olacaktı. Bağrından çıktığı sola tepki olarak (“sınıfçı söylemlerle mesafe koymak” adına) kendi içine kapanan kadınlar böylelikle bir başka ezilen kesimin talepleriyle buluşuyordu. [Cezaevlerindeki şiddete karşı “Siyah Eylem” (1989); savaşa, milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı “Arkadaşıma Dokunma” kampanyası (1990); “Kadınlar Birbirine Doğru Yürüyor” etkinliği (2002); Barış İçin Kadın Girişimi (2009)]…
5. Bu arada 1990’ların başları yeni bir toplumsal hareketin doğuşuna tanıklık ediyordu: Tohumları 1990’larda Bergamalı köylülerin topraklarında siyanürle altın aranmasına karşı direnişleriyle atılan köylü-çevre hareketleri… Süreç içinde bu coğrafya için (kısmen Kürt bölgeleri dışında) hiç alışılmadık bir dinamiği, militan bir köylü kadın dinamiğini harekete geçirecekti. Yerel ekolojinin, geçim kaynaklarının korunması kaygısı, o güne dek toplumsal hareketlerde esamisi okunmayan köylü kadınları, çokuluslu şirketlere, polise, jandarmaya kafa tutan bir militanlığa yöneltti.
6. Ve 1990’larda yeniden yükselişe geçen işçi hareketleri, kısa sürede kadın işçileri de bünyesine katacak, 2000’li yıllarda Novamed, Tekel ve Flormar gibi grev ve direnişlerde kadın işçiler aktif roller üstlenirken direnişin “kadınca”sını bu ülke işçi sınıfı mücadelesi tarihine geçireceklerdi.
7. Tüm bu gelişmeler, bu coğrafyanın kadınlarında bir bilinç dönüşümü arka planında yaşanıyordu. Belki en iyi, Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” başlıklı kitabında ifade edilen bir bilinç dönüşümü: Erkekler dünyasında iki ayağı üzerinde durmak, okumak, kendi kararları doğrultusunda yaşamak, ilişkilerinde küçümsenmemek, işyerinde tacize uğramamak, kadın olduğu için ikincil pozisyonlara mahkûm kılınmamak isteyen bir genç kadın tipolojisinin yaygınlaştığı bir arkaplan. Roman bir yıl içinde 40 baskı yapacaktı… Ve Turgut Özal Türkiyesi’nde feminizmin popüler-liberal bir versiyonunun kentli genç kadın kitleleri arasında zemin bulduğuna tanıklık edecekti. Bugün en politize kadın gruplarının eylemlerinde bile coşkuyla, bir ağızdan söylenen Ajda Pekkan’ın “Hür doğdum hür yaşarım” nakaratı, bu coğrafyanın (özellikle genç) kadınları arasında ortak bir özlem ve başkaldırı duygularını dile getiriyor.
8. 2002 yılında iktidara gelen ve siyasal İslâmcı gündemini adım adım topluma dayatmaya koyulan AKP ile birlikte, toplumsal yaşamı dinsel buyrultular doğrultusunda yeniden örgütleme basıncı kadınları seküler taleplere ve sekülarizme sahip çıkmaya yöneltti… Yalnızca yaşam tarzına yönelik baskılar (alkol kısıtlamaları, kadınların giyimlerine, davranışlarına yönelik baskılar, “kızlı-erkekli” meselesi, okullarda din içerikli derslerin yoğunlaştırılması vb.) değil; AKP iktidarı, kadına yönelik şiddeti ve kadın cinayetlerini cesaretlendiren bir iklimi hâkim kıldı. İktidarın kadın özgürlüğüne düşman dili, kadına karşı suçların neredeyse cezasız kalması, dini cemaatler bünyesinde gerçekleşen istismarların ve iktidara yakın kişilerin adlarının karıştığı kadına karşı suçların örtbas edilmesi, koyulaşan bağnazlık ortamı, eril şiddeti, giderek kadın cinayetlerini teşvik ediyor ve “nasıl olsa yaptığım yanımda kalır” havası yaratıyordu. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, bu havayı daha da güçlendirdi. Böylesi bir iklimde, AKP iktidarı müddetince kadın cinayetlerinde yüzde 1400 oranında bir artış görülecekti. Kadın cinayetlerin gün be gün eklendiği Anıt Sayaç’ın kurulduğu 2008 yılından bu güne (4 Mart 2022) öldürülen kadın sayısı 3848’e ulaşmış, her yıl (çoğunlukla partner ya da eski partnerleri olan) bir erkek tarafından katledilen kadınların sayısı 2000’lerin sonlarındaki 200’lerden katlanarak artmış, yılda 500 kadın eşiğine dayanmıştır.
Bu konu üzerinde biraz daha durmak gerekiyor: AKP iktidarının son yıllarda kadınlara yönelik icraatı, “uysal, itaatkâr, inançlı Müslüman kadın” tipi karşısında[3] “Batı özentisi” olarak damgalanan kadınlar şahsında seküler rejimden öç alma eylemine dönüştü: “ailenin güçlendirilmesi” söylemi, kürtajın fiilen yasaklanması, boşanmaların güçleştirilmesi, kadın istihdamındaki daralma, kadın yöneticilerin sayısındaki dramatik düşüşler, 18 yaşından küçük çocukların evlenmesinin önünü açan düzenlemeler, imam nikâhı için resmi nikâh şartının kaldırılması, nafaka hakkının işlemez hâle getirilişi ve daha niceleri…
AKP iktidarı döneminde kadınların durumlarındaki gerilemenin bir göstergesi kadın cinayetlerindeki artış ve iktidarın kadına yönelik şiddeti önlemedeki aşikâr gönülsüzlüğü, “yasak savıcılığı” ise eğer, bir başka gösterge de kadın istihdamındaki gerilemedir: “Normal” (pandemi-öncesi) koşullarda geniş tanımlı işsizlik oranı erkeklerde yüzde 17.8, kadınlarda ise yüzde 27.9 iken pandemiyle birlikte (Eylül 2020 itibariyle) erkek işsizliği oranı yüzde 21.8’e, kadın işsizliği ise, katlanarak yüzde 34.8’e yükseldi. Bu, kadın emeğinin “kriz zamanlarında ilk elde kurtulunacak bir safra” olduğu yolundaki kadim bilgiyi doğrular.
İstihdamdaki kadınlarla erkek oranlarının büyük farklılık gösterdiği bir ülkede kadın işsizliğindeki oranın büyüklüğü tabloyu daha da vahimleştiriyor. Vurgulanmalı: TÜİK 2020 verilerine göre Türkiye’de 15 yaş üzeri erkek nüfusun işgücüne katılma oranı yüzde 68 iken, kadınlarda bu oran yüzde 32’ye düşüyor. İki cinsiyetin istihdam oranı ise sırasıyla yüzde 58.9 ile yüzde 26.3.[4] Bir başka deyişle, 15 yaş üzeri kadın nüfusunun neredeyse yüzde 70’i çalışmıyor. Eğitim yaşları dâhilindeki kadınların 2020 yılı itibariyle yüzde 35.7’sinin ne okulda ne de istihdamda olmadığı[5] göz önünde bulundurulursa, Türkiye’de kadın nüfusunun ana gövdesinin “ev kadını” statüsünde olduğu görülecektir. Üstelik bu oran, giderek büyüyor: Örneğin 2017 yılında ev kadınları, toplam kadın nüfusunun yüzde 28’ini oluşturmaktaydı.[6] Kadir Has Üniversitesi tarafından yürütülen bir çalışma, 2020 yılı itibariyle ev kadınlarının oranının yüzde 49’a yükseldiğini ortaya koyuyor.[7] (Kadın cinayetlerinin aynı süreçte katlandığını saptamak, ilginç olacaktır.)
Bunda şaşılacak bir şey de yok; AKP erkânı için kadın öncelikli olarak bir aile varlığıdır, ilk elde görev ve sorumlulukları, ailesine yöneliktir: kocasına, çocuklarına, ebeveynlerine. Bu “zaruretler nedeniyle” çalışıyor olsa da böyledir. Bu nedenledir ki iktidar partisinin kadın istihdamı gibi bir önceliği yoktur. Olsa olsa vasıfsız işlerde erkeklerden daha düşük ücretlere razı gelerek çalışacak, evlendikten ya da (tercihan en az üç!) çocuk doğurduktan sonra evine dönecek uysal, yedek işgücü olarak bir anlamı vardır – bir başka deyişle, ücret düzeyini düşük tutan, aşağıya doğru çeken bir vektör. Kıdem tazminatı, emeklilik gibi çalışmadan kaynaklanan haklardan feragat etmesi de cabası.
Bir başka deyişle, sorun yalnızca bir “muhafazakârlık”, giderek “İslâmcılık” sorunu değil, siyasal iktidarın ülkedeki kapitalist rejime “İslâmi” bir ton katarak temsilcisi olduğu sermaye kesimlerinin (taşra/Anadolu sermayesi) kâr payının azamîleştirilmesinde kadınları “yakıt” olarak kullanmasıdır…
Kadınların günümüzde bağımsız ve azımsanmayacak bir mücadele gücü olarak boy göstermelerinin yukarıda saydığım etkenlerin kümülatif bir sonucu olduğu kanısındayım. Özetlemeye çalıştığım, son 40 yılın gelişmeleri, bu coğrafyada kadınların kendine özgü bir dinamik hâline gelmelerinde etkili oldu.
* * *
Bilindiği üzere, “kadın sorunu” olarak kodlanan başlık, hem çok-yönlü/boyutlu, hem de bir hayli girift. Kadın hareket(ler)i, tarih sahnesine çıktı(klar)ı momentten itibaren, oldukça farklı eksenlerde, farklı taleplerle kendini ifade edegeldi. ABD’de 19. yüzyıl boyunca etkili olan “alkol-karşıtı” feminist hareketten süfrajetlere, fuhuş karşıtı “ahlâkî diriliş” hareketlerinden 20. yüzyıl sonu feminizminin cinsel özgürlük talebine, günümüz LGBTI+ haklarına, kadınların orduya katılması talebinden antimilitarist yönelimli “Barış İçin Kadınlar”a, kadınların Kilise hiyerarşisinin her basamağında yer alması için mücadele eden Hıristiyan, ya da Kur’an ve hadisleri “kadın açısından” tefsir eden İslâmî feminizmden Ana Tanrıça kültlerine ya da radikal laik talepleri dile getirenlere… Kadın hareketleri köklü biçimde farklı, hatta birbiriyle çelişen talepler doğrultusunda mobilize olagelmişlerdir.
Bunun nedeni, kadınların “kadın olma hâli”ni, farklı tarihsel dönemlerde, farklı coğrafyalarda, farklı ideolojik iklimlerde, farklı sınıfsal, etnik, dinsel, kültürel aidiyetlerin mensupları olarak yaşamalarıdır. Tarih boyunca kadınların çoğunluğunun ortak “yazgı”sı, cinsiyete dayalı işbölümünde “yeniden üretim” (domestik/ özel alan) ile damgalanmış ve bunun sonucunda eril tahakküme tabi olmak olsa da, bu, kadınların özlem ve taleplerinde, (örneğin işçi sınıfı mücadelelerinde görülen türde) bir “türdeşlik” ve “insicam”ı engelleyegelmiştir. Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi, içinde yer aldıkları toplumsal bağlamın dışına çıkamamakta, bu bağlam içerisindeki kutuplaşmalardan kaçınamamaktadır…
Üstelik bu durum hiç de “olumsuz” değildir. Kadınların talepleri ve mücadeleleri, özgül tarihsel-toplumsal bağlamlar içerisinde şekillenir ve dönemin “ruhu”nu yansıtırlar. Dahası, sınıfsal aidiyetlere göre kutuplaşma da sergileyebilirler – 19. yüzyıl İngiltere’sinde Süfrajet hareketi öncülerinden Pankhurst kadınlarından anne Emmeline ve kızı Christabel’in dönemin yükselen işçi eylemleri karşısında karşı-devrimci bir konum alırken diğer kızı Sylvia’nın sosyalist harekete yakınlaşmasında olduğu gibi…
Bu durumda sınıf hareketiyle bağlarını inkâr etmeyen bir kadın hareketi için önemli olanın, kadınların ataerki karşıtı mücadelesini tüm ezilenlerin mücadeleleriyle harmanlayabilmek olduğunu düşünüyorum. Böylesi bir hareket için ezilen sömürülen kesimlerin kadınlarının sesi olmak önemlidir.
Yukarıda çizmeye gayret ettiğim çerçeve, coğrafyamızda böylesi bir hattın mümkün olduğuna, zorlu iktisadi-siyasal iklimin kadın mücadelelerine bir yön çizdiğine işaret ediyor. Örneğin “(…) feminizmin devrimciliği ‘esas olarak’ sermayeyi ne kadar gerilettiği ile değil özel alan başta olmak üzere patriyarkayı ne kadar gerilettiği ve patriyarkanın kendini yeniden üretme koşullarını ne kadar ortadan kaldırdığıyla ile ilgilidir”[8] yollu itirazlara karşın bugün feminist gruplar grevdeki kadın işçileri ziyaret ediyor.[9] Grevci kadın işçiler sendikal bürokrasi ve sendikalardaki erkek egemenliğini tartışmaya açıyor[10]… Kendini “Müslüman ve feminist” olarak tanımlayan Başkent Kadın Platformu “eril şiddet”e karşı kampanya yürütüyor[11]… Alevî kadınlar, Alevî kültüründe egemen olan “Alevîlikte kadın-erkek eşittir” söylemini sorguluyor[12]… Sosyalist ve feminist kadınlar söylem ve eylemlerinde artan ölçüde “laiklik” vurgusu yapıyorlar[13]… Batman Eğitim-Sen şubesi Kaos GL ile birlikte “LGBT Öğrencilerin Sorunları” konulu panel düzenliyor[14]… Kendini “Ev hanımıydım, evimdeydim. Çocuklarımı yedirirdim, içirirdim, dokurdum, giydirirdim, hayatım böyle geçerdi. Bir gün oldu ki, çocuğum politik faaliyetlere katılmaya başladı ve gözaltına alındı. Benim de dünyam değişti o zaman”[15] diye tanımlayan Cumartesi Anneleri, uzun soluklu mücadelelerinin sonunda, “Biz burada aynı zamanda birer insan hakları savunucusu da olduk. Devletin şiddetine uğrayan, devletin baskısını gören herkesle bir akrabalık hissediyoruz. Hak mücadelesi, adalet mücadelesi yürütenlerle birlikte oluyoruz. Gezi döneminde öldürülen insanların dava süreçlerinde Cumartesi Anneleri olarak yanlarında olduk, destek verdik. Cumhuriyet Gazetesi yazarlarının tutukluluk süreçlerinde ailelerinin yanında olduk, gazetenin yanında olduk. Ankara Gar’ında patlatılan bombalarda ölen, Galatasaray Meydanı’nın da insanı olan sekiz arkadaşımız var. Biz, bu ülkede adaletin bir an önce gerçekleşmesini istiyoruz. Herkes için adalet istiyoruz. Biz, mezarsız ölülerimize en büyük armağanın savaşsız, silahsız ve barış içinde yaşanılacak bir ortamın olacağını düşünüyoruz”[16] diyebilen bir bilinç dönüşümünün öznesi oluyor… Termik santral inşaatı için yöredeki zeytin ağaçlarının kesilmesine karşı erkeklerle birlikte mücadele eden Yırcalı (Soma) köylü kadınlar, “baba-koca eline bakmaktan bir nebze olsun kurtulmak” için kendi aralarında örgütlenerek sabun üretip pazarlayacakları bir atölye kuruyorlar[17]…
Kadın mücadelesinin emekçilerle, Kürtlerle, köylülerle, Alevîlerle, farklı cinsel yönelimden bireylerle, özetle tüm sömürülen ve ezilenlerle bu “buluşma mekânı”, “başka bir hayat”ı mümkün kılacak verimli bir zemine işaret etmektedir. Günümüzde vardığı noktada kadın hareketi, hiçbir kompleks, ikircim duymadan, eril şiddete, dayağa, kadın cinayetlerine karşı durduğu kadar emeğin sömürüsüne, Kürtlerin ezilmesine, Alevîlerin asimilasyonuna, LGBTİ bireylere yönelik ayırımcılığa, doğanın talanına, savaşa, militarizme, yoksulluğa, baskılara da karşı konumlandırıyor kendini. Kadınların işçi-emekçi, Kürt, Alevî, köylü, devrimci, yoksul, LGBTİ… kısacası bu coğrafyanın ezilen-sömürülenleri olarak her türlü tahakkümü katmerli yaşadıklarının bilinciyle…
Pedlerin ücretsiz dağıtılması talebi ile savaş karşıtlığı, geceleri sokaklarda korkmadan yürüyebilme arzusu ile termik santrallere itiraz, İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmemek ile Kanal İstanbul’a karşı çıkmak, “Bedenimiz bizimdir” ile “İşten çıkartılan arkadaşlarımız geri alınsın”, nafaka hakkına yönelik saldırıya itiraz ile Kürt gençlere, Suriyeli sığınmacılara yönelik nefret suçlarına “dur” diyebilmek arasındaki mesafe hiç de uzun değil. Nihayetinde sınıflı sömürü sistemi olarak kapitalizm, eski-yeni tüm tahakküm biçimlerini (sınıfsal, etnik, cinsel, kültürel…) harmanlayarak temellük edebiliyorsa, eşitlikçi-özgürlükçü bir dünya kurabilme peşindeki muhalif hareketlerin de benzer bir yeti sergilemesi gerek.
O hâlde gelin söyleşimizi, bir süredir sokakları dolduran kadınların tahakküm ve sömürü biçimlerinin nasıl iç içe olduğunu çarpıcı bir yalınlıkla sergileyen, en güzel sloganlarından biriyle tamamlayalım:
Gelsin koca, gelsin hoca, gelsin patron, gelsin cop
İnadına isyan, inadına isyan, inadına özgürlük!
N O T L A R
[1] 27 Mart 2022 günü Kocaeli SKH’nin düzenlediği söyleşide yapılan konuşma… Kaldıraç, No:249, Nisan 2022…
[2] Eduardo Galeano.
[3] Hatırlayacaksınız, AKP grubu başkanvekili Özlem Zengin, “AKP gelene kadar ‘kadın’ kelimesi yoktu Türkiye’de sözleriyle büyük tepki çekmişti. Zengin, sözlerini sonradan şöyle te’vil etmekle, şecaat arz ederken sirkatin söyleyecekti: “Türkiye’de kadınların yüzde 70’i de yoktu, hiçbir mesleği olamıyordu, üniversiteye gidemiyordu, milletvekili bile olamıyordu. Önemli bazı isimlerin eşi bile olamıyordunuz. TRT’de izleyici konuk bile olamıyordunuz. Alkışlamak için bile TRT’nin dekorunda oturamıyordunuz. Peki bu gördüğümüz Türkiye tablosu muydu? Hayır değildi. Türkiye; sokağa çıktığınız zaman, başı açık, başı kapalı, başını çok farklı örten bir sürü kadından oluşan bir ülke. Türkiye’nin gerçekleri, Türkiye’nin kamu hayatına yansımıyordu. Kamusal alan için de geçerli. Bir anne evladının asker törenine gidemiyordu. Stadyumlara giremiyordu. Şimdi böyle baktığınız zaman inanılmaz bir mağduriyet vardı. Kim geçirdi bu mağduriyetleri, AKP iktidarı geçirdi. Bir kadın partisi olarak görüyorum AKP’yi…” (“Unutanlara Hatırlatma: ‘Bir Kadın Partisi’ Olarak AKP’nin İcraatları” https://haber.sol.org.tr/haber/unutanlara-hatirlatma-bir-kadin-partisi-olarak-akpnin-icraatlari-8177) Bir başka deyişle AKP için “kadın”, yalnızca tesettürlü kadınlar, “kadın özgürlüğü” ise yalnızca kadının örtünme özgürlüğüdür.
[4] Berna Büyükbayrak, “Türkiye’de Çalışma Hayatında Yaşanan Cinsiyet Eşitsizliği”, 23 Eylül 2020, https://www.dogrulukpayi.com/bulten/turkiye-de-calisma-hayatinda-yasanan-cinsiyet-esitsizligi?gclid=Cj0KCQiA3-yQBhD3ARIsAHuHT67eGmIAQM06XYqMyQZMy0EzyTGgTZHbcDPVv_4SR0IYgxyeMyEJNxIaApQsEALw_wcB
[5] TÜİK, İstatistiklerle Gençlik, 2020. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Genclik-2020-37242
[6] Pelin Ünker, “Tablo 10 Yıldır Değişmedi… 4 Kadından 1’i Evde Oturuyor”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2017, https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/tablo-10-yildir-degismedi-4-kadindan-1i-evde-oturuyor-749477
[7] “Türkiye’de İki Kadından Biri ‘Ev Hanımı’; En Ciddi Sorun Şiddet”, Diken, 10 Mart 2020, https://www.diken.com.tr/turkiyede-iki-kadindan-biri-ev-hanimi-en-ciddi-sorun-siddet/
[8] Hülya Osmanağaoğlu, “AKP’den Sonrası: Feminist çıkış”, Sendika.org, 18 Kasım 2021, https://sendika.org/2021/11/akpden-sonrasi-feminist-cikis-637099/
[9] “İşten atılan Farplas işçilerinin devam eden direnişinin 21. gününde Yoksulluğa Feminist İsyan Kampanya Grubu fabrika önüne gelerek kadın işçilerle buluştu.” (Bahar Gök, “Farplas’ta Feminist İsyan”, Kadın İşçi, 22 Şubat 2022, https://www.kadinisci.org/2022/02/22/farplasta-feminist-isyan/)
[10] Örneğin bkz. “Fiili Direnişler Kadınların Önünü Açıyor”, (Necla Akgökçe ile söyleşi), Yeni Yaşam, 28 Şubat 2022, https://yeniyasamgazetesi2.com/fiili-direnisler-kadinlarin-onunu-aciyor/
[11] Berrin Sönmez, “Eril Şiddetle Mücadele Günü”, Gazete Duvar, 25 Kasın 2017, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/11/25/eril-siddetle-mucadele-gunu. Oysa 50 yıl önce, bugün başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP’lilerin yere-göğe sığdıramadığı İslamcı yazar Şule Yüksel Şenler, bir konferansında “Erkek, katiyen yüzüne vurmadan ve hiç bir tarafını incitmeyecek şekilde karısını dövebilir. Biz buna dayak mı diyeceğiz?” diyordu… (Sol Hafıza twitter hesabı, 20 Ekim 2020, https://twitter.com/gunlukarsiv/status/1318560517120839687)
[12] “Alevîlik inancında kadın erkek ‘eşitliği’ kabul edilir. Bu en azından teorik olarak böyledir. Alevî toplumunda fikri açıdan genel kabul bu yöndedir. Bu nedenle Alevî toplumunda kadın erkek eşitsizliğini savunmak meşru değildir, kolay da değildir. Aynı zamanda kadın erkek ‘eşitliği’ kabulü de eşitsizliğin üzerini örtmeye neden olmakta, erkekler açısından eşitsizliği sürdürmekte elverişli bir araç olarak kullanılmaktadır.” (Gülfer Akkaya, “Kutsal, kahraman ama yok sayılan Alevî kadınlar”, Ayrıntı Dergisi, 8 Kasım 2014, https://ayrintidergi.com.tr/kutsal-kahraman-ama-yok-sayilan-alevi-kadinlar/)
[13] “Kadınlar bakımından laik bir yaşam ilkesi için mücadele, üstelik bu mücadelenin kaçınılmaz olarak faşizme karşı mücadele ile de birleştiği bir anda, zehirli erkek egemenliğine karşı kadınların kurtuluşu, kadın özgürlüğü mücadelesidir; kadınlar için gündelik ve siyasal feminist bir öz-savunma eylemidir.” (Mine Melek, “Yeni Bir Kurucu İlke: Feminist Laiklik”, sendika.org, 3 Şubat 2018, https://sendika.org/2018/02/yeni-bir-kurucu-ilke-feminist-laiklik-mine-melek-472410/) Ve: “Kadınların kurtuluşu, sömürüye ve gericiliğe karşı mücadele ile mümkündür. Laiklik için mücadele, kadınların özgürlük mücadelesi demektir.” (İlerici Kadınlar Derneği, “Gericiliğe Boyun Eğmiyoruz, Laiklikten vaz geçmiyoruz”, Basın Açıklaması metni, 29 Mart 2021, https://ilericikadinlardernegi.org.tr/laiklik-icin-cagrimizdir-669/)
[14] Kaos GL, “Kürdistan Vardır, Eşcinseller Vardır”, 24 Ocak 2014, https://kaosgl.org/haber/kurdistan-vardir-escinseller-vardir.
[15] Ayşem Sezer Şanlı, “Gündelik Hayatı Dönüştüren Eylem Olarak Protesto ve Protesto Aktörü Olarak Kadınlar: Cumartesi Anneleri Üzerine Bir Değerlendirme”, ” Fe Dergi 12, no. 1 (2020)
[16] Ayşem Sezer Şanlı, a.y
[17] “Kadınlar sabun evi ile birlikte gerek köyde gerekse de köy dışında daha fazla görünür oldular. Kolektif olarak kamusal alanda yer edindiler. Köyün sorunlarına müdahil olup çözümler ürettiler. Köyde sabun evi hala çalışmaya devam ediyor, sabun evinde çalışmayan kadınlarla da bir araya gelmek amacıyla bir de kadınlar kahvesi kuruldu. Tüm bunların yanı sıra bugün köy derneğinin yönetim kurulu sabuncu kadınlardan oluşuyor.” (Sare Öztürk, “Çevre Direnişinden Umut Mekânına: Yırcalı Kadınların Mücadelesi”, Feminizmin Yerelleşmesi. (Havle Kadın Derneği’nin 19-20 Aralık 2020’de düzenlediği Konferansta sunulan tebliğ.) https://catlakzemin.com/wp-content/uploads/2021/12/FEMINIZMINYERELLESMESI_TR.pdf