“Kendiliğindenlik” kavramı Kubbealtı Lügatı’nda şöyle tanımlanıyor: “Zihnî, ahlâkî ve fizikî zorlamalar olmaksızın, hareketinin sebebini doğrudan doğruya ve birdenbire kendi içinde bularak gerçekleştirme yeteneği.”
Nietzsche, Sokrates’ten sonra Yunan düşüncesinin inişe geçtiğini söyler; şu sebeple: İyonya doğa filozofları “dışarıdan planlanan âlem” yorumunu terk edip materyalist bir doğa görüşünün temellerini atarken Sokrates ve/veya Platon “gaye” fikrini geri getirip âdeta bir karşı devrim başlatıyordu. “Kendi kendine hareket eden madde” fikrini reddedip ruhun maddeye hükmettiği görüşünü yerleştirmeye çalışan Platon açıkça bir teoloji kurma niyetindeydi.
Gaye fikrinin belki de en görünür olduğu metin Platon’un Timaios diyalogudur. Birkaç alıntı yapmak istiyorum: “Bizleri yaratanlar türümüzün yeme içme konusunda çok hassas olacağını ve ihtiyacımız olandan daha fazlasını yemek isteyeceğimizi biliyorlardı. … [B]u nedenle gereğinden fazla yediğimiz şeyleri depolamak için karnı yarattılar” (Timaios, s. 91-92). “Bizleri yaratanlar erkeklerden sonra kadınların ve diğer tüm hayvanların doğacağını biliyorlardı. Hayvanların çeşitli nedenlerden dolayı pençelere gereksinim duyacaklarının da farkındaydılar. Bu nedenle insanlara doğumları sırasında tırnak verildi” (Age, s. 96).
Burada Platon kuşkusuz belli bir sınıfsal konum içinden konuşmaktadır. Nedir o? Karatani İzonomi adlı eserinde konuyu şöyle özetliyor: İyonya doğa filozofları kişileştirilmiş tanrıları ve teleolojik dünya görüşünü reddetti. Platon ise “kendi kendine hareket eden madde” fikrine saldırarak teleolojik dünya görüşünü savunan bir tarafta yer aldı. Platon’a göre, en başta maddenin hareketini sağlayan bir fail, yani Tanrı vardı. Dünya maddenin hareketiyle ortaya çıkmaz, yaratıcı güç olarak Tanrı’nın bir yaratımıdır dünya (İzonomi, s. 167).
Platoncu “parantez”den sonra doğada kendiliğinden hareket olduğunun felsefi temellendirilmesini belki de en iyi yapan filozof Spinoza oldu; onun felsefi sisteminde dünyayı yaratan dışsal bir güç (tanrı) fikri yer almaz, doğa kendi kendisinin nedenidir: causa sui.
İdealdeki gerçek acaba hakiki gerçek ile ne kadar uyum içindeydi?
Ardından Darwin doğada önden belirlenmemiş, önden tasarımlanmamış, tamamen rastlantısal olan materyalist bir doğa fikrini ortaya attı. Darwin bir liberaldi; doğal seçilim teorisi de Smithçi rekabet fikrinin doğadaki bir karşılığı idi: herhangi bir dışsal müdahale olmaksızın türler arasındaki rekabeti temel alan bir doğa görüşü. Türler kendi çıkarlarını gözetir, genlerinin gelecek kuşaklarda temsil edilmesi için mücadele derler ve böylece rastlantısal bir ahenk ve düzen oluşur (bkz. Gould, Darwin ve Sonrası).
Toplumda da bir kendiliğindenlik vardı ve bu fikri de politik iktisatçılar temellendirmişti. İktisadi aktörlerin herhangi bir dışsal müdahale olmaksızın birbirleriyle, kendi çıkarlarını gözetecek şekilde, etkileşime girmeleri kendiliğinden bir toplumsal uyum yaratmalıydı. Eğer herkesin kazandığı karşılıklı bir piyasa evreninde bazı aktörler diğerlerini domine edecek şekilde aşırı güçleniyorsa ve kendiliğinden işleyişi sekteye uğratıyorsa bir dışsal güç olarak devlet devreye girmelidir; eşitsiz güç dağılımına ve tekelleşmeye engel olmalı ve herkesin kazandığı bir rekabet ortamını yeniden tesis edecek şekilde müdahalelerde bulunmalıdır. Adam Smith bu sebeple tekelleşmeye karşıydı; çünkü tekeller toplumsal çıkara aykırı hareket etmekteydi.
Liberal iktisat anlayışı devlete sadece “hakemlik” rolü vermesi sebebiyle, teoride de olsa, “devletin sönümlenmesi” teorisini ortaya atan belki de ilk felsefi yaklaşımdı. “Sönümlenmek” tam da böyle bir şeydir; devlet olmayan devlet, “hakem devlet”. Bunun arkasında yatan felsefi yaklaşım ise az önce söylediğimiz kendiliğindenlik fikri.
İdealdeki gerçek acaba hakiki gerçek ile ne kadar uyum içindeydi? Sınırsız serbest ticareti savunan Adam Smith uygulamada ne kadar tutarlı bir tavır sergilemekteydi örneğin? İskoçya’da gümrük sorumlusu olarak çalışırken, İngiltere’den gelen ucuz dokumalar, dokuma işçilerini işsiz bırakıp sanayileri yıkınca, gümrük vergilerini sıkıca uygulayan bir Smith hakkında ne düşünürdünüz?
Belki de buraya bir not düşülmesi gerekiyor, hem de önemli bir not: Smith’in göremediğini belli ki Marx görmüştü: “işbölümü” dedi Marx “içten doğumlu bir iktidar salgılar”.
Smith’in ahlaki bir bakışla karşı çıktığı tekeller, sermayenin işleyişine içkin bir gerçeklik idi; karalamak, kötülemek neye yarardı! İşbölümü tahakküme dayalı köle-efendi tipi ilişkilerin ürediği bir evrendi. Ve yine Marx’ın Kapital’de dediği gibi, “eşit güçler arasında son sözü kuvvet söylemekte”ydi.
Burada eleştiri konusu kanımca “piyasa” olmamalı; piyasa evrenindeki “aktörler”, aslında sınıflar arasında eşit olmayan güç dağılımının hesaba katılması gerekiyor. Mübadelenin ve insanlar arası ilişki ve etkileşimlerin sosyal evreni olarak piyasa tarihin her döneminde vardı; ama “piyasa düşüncesi” son derece yeni bir olgudur ve insanlık tarihinin geneline kesinlikle teşmil edilemez.
Hobbes’a ve Marx’a dayanarak parlak bir kapitalizm eleştirisi sunan Tönnies’in göstermeye çalıştığı gerçeklik buydu; Tönnies’e göre toplum “rekabetin acımasızca kullanılmasını bireyin hayatta kalabilmesinin önkoşulu haline getirir. … Bu şekilde davranmak, yok olmak pahasına şart olmuştur artık” (bkz. Cemaat ve Cemiyet).
Piyasadaki “doğal durum” herkesin herkese karşı savaştığı kaotik bir durumdur; serbest piyasada düzen değil kaos vardır. Tönnies topluluk yaşamının çözülerek toplumsal yaşamın (“cemiyet” yaşamının) inşasını “canavar gelişim süreci” şeklinde ifade eder (Age, s. 301).
Kendiliğindenlik sadece düşüncede kalmış gibi görünüyor; çitlemelerle, mülksüzleştirmelerle ve gaspla kurulan bir piyasa nasıl kendiliğinden bir işleyişe sahip olabilir? Marx’ı bir daha analım: “Gasp kapitalist üretim tarzının başlangıç noktasıdır” (Kapital, C. III).
Polanyi’nin göstermeye çalıştığı da buydu: kendi kurallarına göre işleyen piyasa düzeni, oluşturulmasında bizzat devletin aktif olarak işbaşında olduğu bir düzendir. Hiçbir dışsal müdahale olmaksızın kendiliğinden gelişen bir süreç söz konusu değildir. Bu açıdan bireyin tarihin her döneminde rasyonel olduğu ve iktisadi çıkarını gözetecek şekilde doğal bir mübadele eğilimi taşıdığı görüşü olsa olsa bugünkü piyasa ideolojisinin tarihe teşmil edilmiş hali olabilir.
Tam bu noktada Mauss’u anmadan geçmek olmaz. Mauss’a göre insandan Homo economicus yaratanlar “bizim Batı toplumlarımızdır” ama diye ekliyor Mauss, insan her zaman böyle değildi: “İnsan, çok uzun bir süre boyunca başka bir şeydi; hesap makinesinden daha karmaşık bir makine haline gelmesi ise henüz yeni bir şeydir” (bkz. Mauss, Armağan Üzerine Deneme).
Tanrının öyküsü?
Robert Winston’ın Tanrının Öyküsü adlı kitabına dair kısa bir değerlendirme ile bu yazıyı noktalamak istiyorum. Kitabın alt başlığında çarpıcı bir soru var: “Tanrı mı İnsanı, İnsan mı Tanrıyı Yarattı?” Kanımca soru yanlış sorulmuş; soru yanlış olunca cevap da yanlış oluyor.
Eleştiriye girişmeden önce arka kapakta yer alan cümleyi de aktarmak istiyorum; orada şöyle yazıyor: “Hayatı ve evreni anlama gereksinimi, insan beyninin çevremizdeki dünyayı yorumlama biçiminin ayrılmaz bir parçasıdır.”
Hiç katılmadığım bir tez. Kolektif bir gerçeklik olarak Din üzerine konuşurken bu tarz “beyinsel” analizleri sorunlu buluyorum. Şunu vurgulamak önemli: bireysel bilinçte yer alan her şey toplumdan kaynaklanır. Ve yine Durkheim’a dayanarak şunu da söyleyelim: bilinç halleri insanın psikolojik doğasından değil, tersine insanların birbirlerini karşılıklı olarak etkiledikleri bir tavırdan kaynaklanır.
Din bu kolektif niteliğiyle elbette bireysel beyin ve bilinç düzeyinde ele alınamaz. Dolayısıyla bu bir “bilinç problemi” değildir. Bireysel bilinçlerin ötesinde ve üstünde ancak “kolektif bilinç” (Durkheim) olarak, bütün bir toplumsal ilişkileri düzenleyen ve ahlâkî sınırları çizen bir gerçeklik olarak ele alınabilir. Kişinin dindarlığı esasında onun toplumla bütünleşme derecesine bağlı olarak gelişir. Durkheim, Quatrefages adlı biyologdan şunu aktarıyor: “insanın dindarlığı onun üstün sosyalliğinin bir sonucudur.” Quatrefages, Darwin’in teorisine eleştirel bakan ama anti-evrimci de olmayan, 19. yüzyılda yaşamış bir Fransız biyolog idi. Kanımca, din ve sosyalleşme arasında kurduğu ilişki çok önemli.
Toplumun olmadığı bir yerde din de yoktur ahlâk da; toplum her zaman bir ahlâkî birliktir.
Winston’ın kitabının alt başlığında yer alan ilk soruya cevabımız şu: Tanrıyı yaratan toplumdur.
Diğer soru ise eşit derecede önemli. Tanrısallık toplumun kolektif bilincini oluşturduğu andan itibaren bireye dindarlığını ve tanrı fikrini veren tam da bu kolektif bilinç oluyor. Bu yönüyle tanrı da (yani toplum da) insanı yaratmış oluyor.
Eğitim bu yönüyle önemli bir işleve sahip, çünkü din gibi toplumsal bir gerçeklik ancak öğrenerek içselleştirilir. Eğitimin işlevi esasında kolektif bilinci bireysel bilinç düzeyinde yeniden üretmektir. Buna “dindar öznelliğin üretimi” de denebilir. Kolektif olarak yapılan bütün ayinler, ritüeller vs. bu öznellik üretiminin bir parçasıdır.
Kitap kapağında yer alan diğer soru için cevap şu olabilir: insanı ve insanla birlikte toplumu yaratan tanrıdır.
Burada Giddens’ın kavramıyla bir “çifte etkileşim” söz konusu: Toplum tanrıyı yaratır tanrı da toplumu. Spinoza kanımca tam da burada önem kazanıyor: Toplumu dışarıdan yaratan bir tanrıdan ziyade, topluma içkin olan bir tanrı anlayışı. Belki de Spinoza’dan çıkarmamız gereken sosyoloji bu olmalı.