Bir yerde P. Bourdieu şöyle der: “Benim çözümlemelerimin çok soyut kalıpların çok somut şeylere, pijama, külot veya pantolon tüketimi istatistiklerine uygulanmasının ürünü oldukları doğrudur. Pijama istatistiklerini Kant’ı düşünerek okumak, pek de kolay olmasa gerek… Okulda öğrenilen her şey pijamalar konusunda Kant’ı düşünmeyi veya Marx’ı okurken pijamaları düşünmeyi engelleme eğilimindedir.”
Eğitime dair bu eleştirel bakışın son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer okuduklarımız ile gündelik hayat arasında veya gündelik hayatla okuduklarımız arasında bağlantılar kuramıyorsak eğitim neye yarar ki?
***
Bir bira içerken Kapital 2’nin soyutlamalarını düşünmek çoğumuzun belki de hiç yapmadığı bir şey. Öte taraftan biraya dair, bu içeceğin tarihine dair bilgi eksikliğimiz hiç de biradan keyif almamızı engellemiyor.
Gündelik hayattaki her şeye dair ansiklopedik bir bilgiye sahip olmak gerekli mi, pek emin değilim. Yine de bira içerken Marx’ı düşünmek ya da Marx okurken birayı düşünmek sosyal gerçekliğe dair eleştirel bir bakışla mümkün olabilir, diye düşünüyorum.
Dürüst olmak gerekirse, bira ve Kapital 2 arasındaki “ilginç” ilişkiye dikkat çeken D. Harvey’in Marx’ın Kapital’i üzerine yazdığı Kılavuz’unu (2. Cilt üzerine) okumasaydım bu konu benim için belirsizliğini korumaya devam edecekti.
İlgili kitabının sekizinci bölümünde Harvey “sermayenin zamanı ve mekânı” konusunu ele alırken bira imalatından örnek veriyor. 18. yüzyılda Britanya’da bira imalatı yerel bir faaliyetti, hatta çoğunlukla evlerde yapılan bir faaliyetti.
Biranın küresel bir içecek olmasının önünde “biyolojik” bir engel vardı; bira çabuk bozulan bir içkiydi. Bozulmayı önleyecek şekilde birtakım koruyucu maddeler, özellikle de şerbetçiotunun katılmasıyla biranın biyolojik ömrü uzatıldı ve böylece piyasada kaldığı süre de uzadı. “Biranın bir meta olarak piyasada kalabileceği süre,” diyor Harvey, “şerbetçiotu lezzetinin katılmasıyla uzamış oluyordu.” (Bkz. Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz II; s. 307-8).
Birada şerbetçiotunun kullanılması sermayenin zamanı ve mekânı ile ilgili bir konu. Biyolojik ömrü uzatılan bira bu şekilde küresel ölçekte bir tüketim malına (meta) dönüştü. Bununla beraber 19. yüzyıl boyunca şerbetçiotu üretimi ayrı bir tarımsal faaliyet olarak yükselmeye başladı. Harvey, 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, içinde şerbetçiotu bulunan biraların Hindistan’daki Britanya vatandaşlarına ihraç edildiği bilgisini aktarıyor (Bkz. Kılavuz II; s. 308).
Biranın dünya piyasasında dolaşımı önündeki bir diğer engel dolaşım (taşıma) masraflarının yüksek oluşu idi. Zamanla ulaşım maliyetlerinin düşmesi ile dünyanın farklı yerlerinden gelen biraya erişim kolaylaştı. Harvey, New York’taki bir barda dünyanın her yerinden yerel olarak imal edilmiş biraların satıldığı bilgisini aktarıyor.
Metaların, bu örnekte biranın, dünya piyasasında “sürtünmesiz” bir şekilde dolaşması için biyolojik ve sosyal kısıtların zamanla aşılması gerekiyordu. Şerbetçiotu gibi koruyucu maddelerin birada kullanılması bunu sağlamış oldu.
Şüphesiz, dünya pazarına yönelik bir üretim yapmak için P-M-P’ döngüsünün düzenli olarak işlemesi gerekiyor; para sermaye olmalı, değişir ve değişmez sermaye olmalı, bunlar bir araya getirilmeli, üretim süreci, meta üretimi ve metanın dolaşımı… Ardından süreç tekrardan ve genişleyerek devam etmeli. “Genişleme”, karşılığı ödenmeyen emekten geliyor. Kapitalist üretimi basit yeniden üretimden ayıran da budur: üretim sömürü temelinde genişleyerek devam eder.
Ezcümle, bira sadece bira değildir; içinde bir “dünya” barındıran hücresel ya da monadik bir biçimdir. Leibniz, her monad evrenin yaşayan aynasıdır, der.
David Harvey, kendi doktora tezinde, bira imalatı ile bağlantılı olarak, memleketi Kent’teki şerbetçiotu üretimini konu edindiği zaman, böyle önemsiz, “incir çekirdeğini bile doldurmayan” bir konuya vaktini uzunca bir süre ayırdığı iddiasıyla yakın çevresindeki kişilerin şaşkın ve hayret dolu bakışlarına maruz kaldığını anlatıyor.
Belki de gerçeklik herkesin önemsiz gördüğü bir “incir çekirdeği”nde saklıdır.
Küçük olanı küçümsememek; “küçük” olan şeydeki “büyük” gerçekliği görebilmek, eleştirel sosyal bilimin belki de en keyif verici yanlarından biri.
***
Biyolojik ve sosyal kısıtların aşılması konusunda bir örnek daha vermek istiyorum: konserve gıda.
Gıdanın uzun süre, bozulmaya uğramadan bir kutu ya da şişe içinde muhafaza edilmesi temelde askerî amaçlar içindi. Örneğin 1795 yılında Fransız hükümeti askerî harekâtlara katılan asker ve denizcilerin beslenmesine yönelik olarak gıdanın uzun süre bozulmadan muhafaza edilmesini sağlamada yeni bir yol geliştirebilen kişileri ödüllendireceği ilanıyla bir proje başlatmıştı. (Bkz. Tom Standage; İnsanlığın Yeme Tarihi; s. 201).
Tarih boyunca, gıdanın biyolojik zamanını kontrol etmede tuzlama, kurutma, tütsüleme gibi farklı yöntemler kullanılmıştı. Ancak bu yöntemler gıdanın tadını bozmakta ve besleyici özelliklerin korunmasında da yetersiz kalmaktaydı. 17. yüzyıldan başlamak kaydıyla gıdayı istenilen şekilde muhafaza etmede çok daha etkili yöntemler üzerine çalışmalar yürütüldü.
Askerî amaçlar için gıdanın tuzlama ve kurutma ile muhafaza edilmesi yönteminden daha iyi bir yöntem henüz geliştirilmemişti. Savaşlarda başarı elde edilmesinin askerin iyi ve sağlıklı beslenmesine bağlı olduğunu düşünen Fransız hükümeti bu sorunu çözüme kavuşturmak istiyordu.
Projede başarı sağlayıp ödülü almaya hak kazanan kişi Nicolas Appert isimli Fransız bir aşçı oldu. Appert gıdayı şişe ya da kavanoza koyup, kapağını sıkıca kapatıp gıdayı ısıl işleme tâbi tutarak bozulmayı önleyebilmişti. Elbette farklı gıdalar için ısıl işlemin farklı sürelerde uygulanması gerekiyordu. Gıdanın bozulmasına yol açan etken mikroplardı ve mikroplar da ancak sıcak bir ortamda öldürülebilirdi. Ancak o tarihlerde bu gerçek henüz bilinmiyordu. Louis Pasteur 1860’larda bozulmaya yol açan etkenin mikroplar olduğunu açıklayana kadar bu konu cevapsız kaldı. Yine de Appert gıdaya ısıl işlem uygulamanın bozulmayı önlediğini deneme-yanılma yöntemiyle bulmuş oldu.
Konserve gıdaların Paris’te lüks mallar olarak satışa çıkarılmasından hemen sonra Appert’in imalathanesinde kırk kadar kadın işçi çalışmaya başladı (Bkz. İnsanlığın Yeme Tarihi; s. 204).
Konserve gıdanın askerî avantajlar sağladığı açıktı; harekâta kalkışmadan önce sayısız asker azığının hazırlanıp depolanmasını sağlıyordu. Konserve gıda ayrıca, tüm mevsimsel farklılıkları ortadan kaldırarak gıdaya erişimin zorlaştığı kış koşullarında askerî harekâtların aksamadan sürmesini de mümkün kılıyordu.
Sermayenin zamansallığı açısından “tüm mevsimsel farklılıkların ortadan kaldırılması” kilit bir önem taşımakta. Birada olduğu gibi konserve gıdada da biyolojik zamansallık engeli aşılmış, sermayenin sosyal zamansallığı belirleyici hale gelmiştir.
Biyolojik zamansallık ile sosyal zamansallık arasında her zaman bir “açıklık” vardır ve insan toplumu doğanın zamansallığını kendi sosyal zamansallığı içinde “eriterek” bu açıklığı kapatmaya çalışmakta. Ve maalesef son zamanlarda yapılan genetik çalışmalar bu konuda bir hayli yol kat etti. Maalesef diyorum, çünkü sosyal dünyanın biyolojik dünya üzerinde bu kadar kontrol gücü kazanması pek hayra alamet değil. Bu şeye “ilerleme”, “kalkınma” adına iyi bakmak çok tehlikeli bir görüş.
Konuyu çok fazla uzatmadan, kapitalizm ve zamansallık sorunu üzerine kısa bir not ile bu yazıyı noktalamak istiyorum.
Geçen gece stres dolu bir rüya gördüm. Kalkmak üzere olan bir otobüse yetişmeye çalışıyorum. Hızlıca ilerleyip biletimi aldığım gibi otobüse binme telaşı içindeyim. Kolumdaki saate bakıyorum, zaman azalıyor ve önümde de hiç bitmeyen bir yol var. Acaba yetişebilecek miyim? Biraz daha hızlı. Hadi. Hiç bu kadar stresli bir koşuşturma içinde olduğumu hatırlamıyorum; gerçek hayatta bile! Rüya bu kadardı. Bence üzerine konuşmaya değer bir şeyler anlatıyor yine de.
Zamansallık hayatlarımıza giderek daha fazla egemen oluyor. İnsan eylemlerini senkronize etme yönündeki güçlü eğilim tarihte “yeni” bir şey ve hiç şüphe yok bu konu kapitalist toplumun zamana dayalı örgütlenmesiyle ilgili.
Zamanın saniye, dakika, saat, gün ve haftalara hatta aylara bölünmesi toplumsal belirlenime tâbi yeni bir olgu. Şüphesiz evrenin kendi doğal zamansallığı var. Güneşin dönüşü gibi doğal ve kozmik süreçleri yok sayıyor değilim, ama sözgelimi 5000 yıl önce kimse sanırım kol saati takmıyordu ya da bir işi belli bir tarihe yetiştirme stresi taşımıyordu; en azından “deadline” denilen şey yoktu! Bugün deadline olgusu neredeyse bütün işlerimiz için hiç olmadığı kadar belirleyici hale gelmiş durumda; banka borçları, kira ödemeleri, fatura ödemeleri vs.
Bu zamansallık meselesi sermayenin yeniden üretimine içkin mantıkla çok ilgili ve bu açıdan sermaye çağına özgü yeni bir şey.
İnsan davranışlarını ve eylemlerini senkronize etmek toplumsal işleyiş açısından belli bir istikrar sağlıyor olabilir; işe başlama saatleri, işten çıkış saatleri, otobüs, tren, vapur, uçak varış ve kalkış saatleri… hepsi belli bir düzenlilik gösteriyor. Dahası bu sosyal evren içinde yaşaya yaşaya bu zamansallığın son derece “doğal” olduğunu da düşünüyor olabiliriz; çünkü içinde yaşadığımız sosyal evrenin bir parçasıyız ve bu evrende işler gölge boyunun uzunluğu ya da kısalığına göre değil saniyeler hatta saliseler temelinde işliyor.
Simmel “Metropol ve Zihinsel Hayat” adlı çığır açıcı makalesinde zamansallık ve metropol hayatının örgütlenişi arasında zorunlu bir ilişkiden bahseder: “Tipik metropol sakininin ilişkileri ve işleri öyle karmaşıktır ve öyle bir çeşitlilik arz eder ki verilen sözler ve hizmetlerde çok katı bir dakiklik olmasa bütün yapı çöküp içinden çıkılmaz bir kaosa dönüşürdü.”
Simmel’e göre bu zorunluluk metropolün tekniği ile ilgilidir: “Demek ki, metropolün tekniği, bütün faaliyetlerin ve karşılıklı ilişkilerin istikrarlı ve gayrişahsi bir zaman çizelgesi içinde gayet dakik bir biçimde bütünleştirilmesi olmaksızın düşünülemez.”
Metropol hayatının tekniği ve örgütleniş tarzı hayatın olağan işleyişine kendi zamansallığını dayatıyor. Simmel’den bir alıntı daha: “Dakiklik, hesaplanabilirlik, kesinlik metropole özgü varoluş tarzının karmaşıklık ve kapsayıcılığı tarafından hayata dayatılır.” (Bkz. Georg Simmel; Bireysellik ve Kültür; s. 320).
***
Zamansallık ve para hayatımıza egemen olan bir güç; şüphesiz yabancılaştırıcı bir güç.
Sermayenin sosyal zamansallığının doğayı olduğu kadar insan davranışlarını da senkronize edecek şekilde toplumsal yaşama derinlemesine nüfuz etmesi, yaşamın kaotik işleyişine belli bir “düzen ve istikrar” getirmesi kuru, tekdüze, tatsız, tuzsuz bir yaşama neden oluyor. Sanatsal ve şiirsel olan ne varsa hepsi siliniyor.
Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat adlı eserinde, kapitalizmin yayılması ile bağlantılı olarak, “dünyada şiirsel olmayan” ne varsa her şey üzerinde üstünlüğünü sağladı; ekonomik, araçsal ve teknik olan öne geçti; edebiyat, sanat, nesneler, varlığın tüm şiirselliği dışlandı, tespitini yaparken tam da bu gerçekliğe değiniyordu. (Bkz. Anthony Giddens; Sosyoloji: Kısa Fakat Eleştirel Bir Giriş; s. 107).