arama

Yağmuru Bile Faturalandırmak

Arif ARSLAN
Dünyanın insanlar için daha yaşanası bir yer olması ve korunması için insanların daha insansıl hayallerinin olması ve gayrı insani olan her şeye de itiraz etmesi gerekiyor.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

Haftada bir gün gençlerle kısa film izleyip film üzerine konuşuyoruz. Bu kez Bolivya’da köylülerin yaşam imkanlarının kısıtlanarak sömürüye maruz kalmalarını konu edinen Abuela Grillo (2010) adlı yapımı kısa filmin  (aşağıda linki var) üzerine konuştuk.

Yaz tatilinde memlekete gitmiştim, köylerde ve kasabalarda kahve sohbetleri ünlüdür. Sosyal etkileşimin gerçekleştiği en bilinen mekanlar olduğu için ilgi de yüksektir. Toplumun siyasal nabzı da bir anlamada bu kahvelerde atar. Konu vergilerin çokluğu ve yüksekliğine gelmişti bir keresinde.  Her şeyden yüksek oranda vergi alınmasına itiraz eden bir tanıdığa,  “Bolivya’da bulutlar özelleştirilmiş durumda, yağmurun bile vergisi var; senin bahçen, tarlan ne kadar büyükse ona göre yağmur faturası ödüyorsun!” dedim. Bu konuda ciddi bir bilgilendirici metin okumadım ama izlediğim bir film, daha çarpıcı şekilde aklımda kalmıştı. Iciar Bollain’in yönettiği Yağmuru Bile (2010) filmi bu. Filmde doğanın gasp edilmesiyle insan yaşamının gasp edilmesinin tarihi paralel hikayeler olarak iç içe anlatılıyordu. Film içinde bir film söz konusuydu, Bolivya’ya beş asır önce giden Avrupalıların yerlilere nasıl zulmettiklerini anlatmaya çalışan bir yönetmen, zulmün bitmediğini, yeni biçimlerde hâlâ sürdüğünü gözler önüne seriyordu.

Aynı filmi bu kez Abuela Grillo‘yu izleyince de andım. Şu “bulutların özelleştirilmesi” mevzunu da gündeme getirdim. İnsanların doğal yaşam ortamlarının yerel hükümetlerin de aracılığıyla uluslararası kapitalizmin kâr alanları olarak gasp edilmesini konuşuyorduk. Kapitalizm kadınların ve erkeklerin emeklerini sömürdüğü gibi, doğayı da her geçen gün biraz daha genişleyerek sömürüye tabî kılıyordu: Metalaşmanın gerçek yüzü insanın ve doğanın tahribatıdır.

Gençliğin getirdiği merakı, siyasal ilgiye yönelten gençlerden biri olan Cem Kurdur, bahçelere yağan yağmurun bile faturalandırıldığını söylediğimde bu kadarının da “fazla” olduğunu düşünerek “Aaa, çok saçma! Bulut nasıl özelleşir, öyle şey mi olur? Bulut bir doğa olayıdır neticede.” diye muhalif tavrını ortaya koydu.  “İnsanlar bunu nasıl kabul ediyorlar ki?” diye de ekledi. Ben de “Elbette, böylesi bir durum pek de kabul edilebilir gözükmüyor bize ama her yeni doğan nesil, doğduğunda böyle bir uygulama olduğunu görüyor ve yaşamın doğal bir olgusu olduğunu sanıyor ve kabulleniyor.” dedim. Böyle bir “doğallaşma”yı başka örneklerle de destekleyerek bir kuşak için olağandışı ve kabullenilmez olan birçok şeyin zamanla ve sonraki kuşaklarda nasıl  “doğal bir olgu”ya dönüştüğünü de ekledim.  “Dedelerimize ‘İçme suyunu şişeleyip satalım!’ deseydik, güler ve bunu çok aptalca olduğunu söylerdi kesin! Ama bizim için bu tamamen doğal bir olgu artık, suyun tamamen parayla satılması gerektiğini düşünüyoruz.” dedim. Bu konuda başka bir ortamda yaptığımız bir tartışmayı da aktardım. Bazı öğrenciler göllerin ve denizlerin özelleştirilmesinden yana fikir belirtmişlerdi, ben de şaşırmış ve “Bu düşüncenizin gerekçesini açıklayabilir misiniz?” diye sormuştum, öğrenciler de: “Eğer paralı olursa insanlar daha az su tüketir, kullanımına para verdiklerinde gölü ve denizi daha iyi koruyacaklardır. Bedava olursa herkes fazla tüketim yapar ve doğayı kirletir!” demişlerdi. Kapitalist kültürün nasıl bir çarpık düşünce oluşturduğunu ve mülkiyeti meşrulaştırma söylemlerinin girdiği dolaşımla zihinleri nasıl işgal ettiğini örneklemişti bu olay.

Cem Kurdur’un, “İnsanlar bunu nasıl kabul ediyorlar ki?” itirazının abartılı olduğunu düşünen Verda Haver kendi fikrince bir yanıt verdi: “Olabilir, niye olmasın ki?” Yanı başındaki bir arkadaşının böyle düşünmesi Cem’i biraz daha ateşledi ve fevri bir şekilde düşüncesini genelden özele çekerek Varda’ya çıkıştı: “Bunu nasıl düşünebiliyorsun ya!” Ben tartışmanın uzamasını istiyordum ama kişiselleşmesini de istemiyordum çünkü bu tür dar ortamlarda kişiselleşen tartışmalar, düşüncenin verimliliğini kısar hatta engeller. Öte yandan yaygın zihinsel koşullanmaları, ideolojik söylemlerin kitleye nüfuz edişini açığa çıkarma konusunda verimli olduğuna da kuşku yok.

Düşünce deneyini sürdürmenin geliştirici olduğunu düşünerek gerilimi ilerletmeyi tercih ettim:  “Şu halde bulutlardan sonra güneşin de özelleşmesi yakındır.” diyerek ortaya koyduğumuz düşünceyi başka bir örnekle sınamaya çalışacaktım. Bu kez önce Varda Haver konuştu, “Ama güneş bulut gibi değil, bulutun yağmuru var, bulut için değil, yağmur için yani kullandığın bir şey için fatura ödüyorsun.” dedi. “Yoo, güneşin de enerjisini kullanıyoruz. Yakın bir gelecekte evlerimizin çatısı panellerle dolacak, güneş enerjisini kullanacağız hep. O zaman da devlet CLK Boğaziçi şirketine güneşin kullanım hakkını satacak yani güneşi özelleştirecek, biz de güneş kullanma faturası ödeyeceğiz!” dedim. Verda Haver bu kez, “Burada belki devlet, biz güneş enerjisi kullandığımız için diğer tür elektrik tüketimi azaldığı için maliyetler artacağından onu desteklemek için böyle yapıyor olabilir.” diyerek düşüncesini açtı. Bu söyledikleriyle Varda, “şirketlerin doğal olarak kâr etmesi gerektiği” düşüncesini içselleştirmiş olduğunu göstermişti; şirketin kârı azalıyorsa onu telafi edecek bir çözümü devlet bulmalıydı. Politik ekonomiyle ilgili düşüncelerde en yanılsatıcı kabullerden biri “devletin herkesin ortak iyiliği yönünde eylediği” kabulüdür maalesef. İnsanların kendi iradelerini “ortak iyi” için bir yetkeye devrettiklerini iddia eden “toplum sözleşmesi” anlayışına dayalı bu kabul, siyasal gerçekliği kavramanın önündeki uyuşturuculardan biridir.

Ben devletin oluşumunu bir hikaye üzerinde imgeleştirirsem bunu en iyi anlatan metin olarak Dede Korkut Oğuznameleri’ndeki Deli Domrul hikayesinde bulurum hep. Deli Domrul’un tam bir haraç düzeni kurduğunu görürüz: “Bir kuru çayun üzerine bir köpri yapdurmuşıdı. Geçeninden otuz üç akça alurudı, geçmeyeninden döge döge kırk akça alurıdı.” (s. 115). Deli Domrul’un bu zorbalığı, bugün daha üst düzeyde bir sömürü olarak önümüzde değil mi? Sözde kamu-özel ortaklıklarıyla kamunun imkanları ve paraları şirketlere aktarılmıyor mu? Yolcu garantili köprüler, havaalanları; hasta garantili şehir hastaneleri bu gaspın bir biçimi değil mi?

Gençlerden birkaç kişi daha yağmurun ve güneşin faturalandırılmasının saçma olduğuna dair görüş bildirmesi günümüz kamusunun sosyal duyarlılığını gösteriyordu. Verda başlangıçta savunmaya yöneldiyse de detaylıca düşününce güneşin faturalandırılmasının uygunsuz olduğunu kabul etti. Bunun üzerine, “Peki yağmurun faturalandırılmasını neden kabul edilebilir buluyorsun ki?” diye sordum. Verda, “Bu bana daha normalmiş gibi gelmişti ama güneşi düşününce yağmurun da satılması pek uygun gibi görünmüyor.” dedi. “Bir de yağmurun kullanımı keyfi de değil ki, param yok, bu hafta ödeme yapamayacağım ama ben istemediğim halde yağmur yağdı tarlama ve bunun faturası gelecek!” dedim, Verda, “Evet, böyle de bir sorun var.” diye de ekledi.

Gençlerle yaptığımız bu münazara ve düşünce deneyi şunu gösteriyor bize: Kültürel hegemonya insanlarda doğal bir bilinç yaratıyor ve bu doğal bilinç, karşılaştığı olguları kendince açıklamaya yöneliyor. Cem Kurdur daha insani ve toplumsal açıdan bakmaya alışmış ve insanların doğanın imkanlarını ortak kullanması gerektiğini düşünüyor. Verda’nın babası finans alanında çalışıyor, onun yetişme ortamının doğal düşüncesi “Her şeyin paralı olması gerektiğini” yönünde. O ancak paralı olursa savurganlığın, çarçur etmenin önüne geçileceğini düşünüyor. Bu düşünce, insanların kendi hallerinde bencil, çıkarcı ve sınırsızca tüketim arzusunda oldukları kabulüne dayanıyor. Yanılsamalı bir insan doğası kavrayışı söz konusu olduğu açık ve bu yanılsamayı yaratan bir kültürel ortam mevcut. Bu insan doğası anlayışının kökenlerini Marshall Sahlins ta Antik Yunan’a, Thukydides’e kadar dayandırıyor. Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması[1] adlı kitabında 2500 yıllık Batı kültür tarihinin “insanın güç peşinde, bencil bir varlık olduğu” tezinden hareket ettiğini ancak bunun bir yanılsama olduğunu dile getiriyor.

Dünyanın insanlar için daha yaşanası bir yer olması ve korunması için insanların daha insansıl hayallerinin olması ve gayrı insani olan her şeye de itiraz etmesi gerekiyor. Geçmişte tüm insanların ortak yararlandıkları birçok imkan bugün özelleşmiş ve mülklenmiş durumda. Artık deniz bile fiyatlandırılmış durumda. Tüm kıyılar küçük büyük işletme yahut otellerce kapatılmış vaziyette. Denize girmek isteyenler plaj parası ödemek zorunda. Kendi deneyimlerini gözden geçiren Derya Bancı acı bir gerçekliği de ortaya koydu itirazında: “Şile’de deniz var, köyümün denizi. Bütün yaz orada yaşıyorum ama kendi köyümde evimden çıkıp denize giremiyorum para ödemeden!” Anayasal olarak ortaya konulmuş bir hak olmasına karşın yaşamın gündelik gerçekliğinde durum bu. Doğanın metalaşmasının her türü, yasal kılıfı ne olursa olsun bir gasp biçimidir.

[1] Marshall Sahlins (2012), Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması, Batı’da Hiyerarşinin, Eşitliğin ve Anarşinin Yüceltilmesinin Uzun Tarihi Üzerine Düşünceler ve İnsanlık Durumuna İlişkin Başka Kavrayışlar Üzerine Karşılaştırmalı Notlar, Türkçesi: Emine Ayhan, Zeynep Demirsü, bgst Yayınları, İstanbul.