arama

İnsan Eylemliliğinin Teorisi: Failin Ontolojisi Üzerine

Arif ARSLAN
Failliğin Ontolojisi’nin dağarcığında farklı disiplinlerden kavramlar var. Bu, bütünlüklü bir teori için zorunlu çünkü fenomenal yaşantı, salt zihinsel ve öznel olanın sınırında değil, onu aşan bir bedenselliğe de dayanıyor. Başvurulan önemli isimlerden biri Merleau-Ponty, daha doğrusu onun fenomenolojisinin verimleri.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...

Uzun bir oturum olacağı için yazmaya başlamadan önce kahve içme isteğimi körlemeyi düşündüm ama kahve bitmişti, evden çıkıp marketten kahve almam gerekiyordu önce.  Markete gittim, alıp geldim. Birinin hangi kahveyi alacağını etkileyen çeşitli faktörler vardır elbette: damak zevki, fiyatı, paketin gramajı, kahvenin menşei, hasat mevsimi, yetiştiği yükseklik… Bunlardan çok azı benim için etki etti. Gündelik hayatımız bu tarz eylemlerle doludur, hayatımıza bir şey katmak ya da bir eksikliğimizi gidermeye yönelik girişimler ya da girişimlerden çekilmeler içindeyizdir; türlü çeşit failliklerle devinip dururuz. Vefa Saygın Öğütle, Failin Ontolojisi kitabında bu faillik durumunun bütünlüklü bir teorisini ortaya koymayı amaçlıyor. Halihazırda insan eylemlerini açıklamaya yönelen teoriler var elbette ancak her biri, belli ihmal ve ihlallerle malûl olduğundan Failin Ontolojisi’nde[1] bu teorilerin eleştirilerini de bulmak mümkün.

Sosyal bilimlerin temel sorunlarından biri failliğin açıklanması olduğundan Failliğin Ontolojisi, sorunun sosyal bilim sınırlarıyla aşılamayacağını; nöroloji, psikoloji gibi ilgili alanların verimlerine başvurma vaadiyle tartışmayı açıyor. Kuşkusuz bütünlüklü bir fail teorisi ortaya koymayı da başarıyor. Ancak hacmine göre kavram yükünün bir hayli fazla olduğunu belirtmem gerekir. Kavramları daha anlaşılır kılmanın hikaye etmekten geçtiğini kabul edersek bir “kahve alma” eylemiyle failliğimi örnekledim. Bu eylemin gerçekleşmesinde iç içe geçmiş durumlar var: (1) Kahve içme alışkanlığı edinmişliğimden dolayı kahve içme isteğimin nüksetmesi, (2) kahve almak için markete gitmemin gerekmesi ve bedensel olarak oraya gidip gelişim, (3) kahve almak için yaptığım mekansal değişikliklerin bir sürece yayılması, (4) kahve alırken farklı ilgilerimin (damak tadı, fiyat, gramaj…) devreye girmesi söz konusu oldu. Yukarıdaki durumlara yakından bakalım: Kahve almaya gidiyorum çünkü kahve içme isteğim nüksetti, yani istek var. Bundan dolayı markete gidiyorum, gitmek için bedenim bir yönelimle hareket etmiş oldu; istek bedenimin hareketlerde bulunmasını sağlamış oldu. Bu yönelim belli bir bütünlük içinde oldu, farklılaşan mekanlarda yönelimimin nedenini unutmadım. Öyle ya, evden sokağa çıktığımda ya da markete girdiğimde dikkatimi çeken başka şeyler oyaladığından,  evden çıkmamı sağlayan ilgileri unutabilirdim. Hatta her gün uyuyup uyandığımızda uyumadan önceki kişi olduğumuzu hatırlamayabilirdik, bize bunu sağlayan bir şeyler var. Bir istek/fikir olarak somutlaşan kahve alma, bedensel hareketlerime yön vererek eylemimin sebebi oldu ve bu ilgiyi kaybetmeden avımı yakalayıp inime döndüm. İn metaforunu bilerek kullanıyorum çünkü birazdan da göreceğimiz gibi, burada olan bitenler bana yalnızca dilin/kültürün kazandırdığı şeyler değil.

Bu noktada Öğütle, eleştirel realizmin sebep (raison) ile neden (cause) kavramları arasındaki ayrımı odağına alarak ilerliyor. Gündelik dilde “sebep” ile “neden”i her ne kadar eş anlamlı kullansak da terminolojik açıdan aralarında bir fark söz konusudur. Sebep, maksatlı bir içerikle kullanılıp daha ziyade anlama (Verstehen) girişiminin konusu olurken neden ise açıklama girişiminin parçası olarak bizi doğaya ve yapılara yöneltir. Sosyal olmayan fenomenler bizim onlara yüklediğimiz anlamlardan bağımsız, sosyal olanlar ise bizim yüklediğimiz anlamların etkisinde olduğundan bu farkın dikkate değer bir önemi ortaya çıkar. Özellikle de failliğe yönelik açıklayıcı bir çerçeve geliştirme girişiminde, eylemlerin sebepleri ile nedenleri arasındaki ilişki can alıcı bir sorun olarak ortaya çıkar. Öğütle tam da bu eşikte “Eylemlerimizin sebepleri, aynı zamanda nedenleri midir?” sorusuyla yönelimselliğe/maksatlılığa göndermede bulunan sebeplerden, bu göndermeleri taşımadığı görünen nedenlere ulaşmanın mümkünlüğünü tartışıyor.  Tartışmanın amacı ise faillik kapasitesinin bilgisini edinmek çünkü bu bilgiler faillik kapasitesini arttıracaktır. Bu tartışma, eleştirel-realist kavrayışın “sebeplerin nedenler olabileceği” tezine dayanarak faillerin içkin sebeplerinin eylemlerinin nedenleri olarak kavranmasının hem olanağı hem de sınırları üzerine yapılmakla birlikte “sebeplerin yönelimler şeklinde vuku bulduğu özgün fenomenolojik bağlama açıklayıcı bir çerçeve” (s. 66) de sağlama amaçlı.

Failliğin Ontolojisi’nin dağarcığında farklı disiplinlerden kavramlar var. Bu, bütünlüklü bir teori için zorunlu çünkü fenomenal yaşantı, salt zihinsel ve öznel olanın sınırında değil, onu aşan bir bedenselliğe de dayanıyor. Başvurulan önemli isimlerden biri Merleau-Ponty, daha doğrusu onun fenomenolojisinin verimleri. Böylece “sebeplerin yönelimler şeklinde vuku bulduğu” yorumuna açıklayıcı bir çerçeve bulunmuş oluyor. Faillerin içkin sebeplerinin, eylemlerin nedeni olarak kavranmasının hem olanağını hem de sınırları bu ilişkilenmede kurulmuş da oluyor. Bu düşünüş biçiminin önemli hassasiyetler taşıdığı ortada. Bunlardan biri “fenomenal bedenin nesnel bedene indirgenemezliği” meselesi. Elbette yönelimsellik temelde bedensel oluş üzerinden gerçekleştiğinden bu noktada fenomenal yaşantının nöral süreçlere indirgenmemesi gerekir. Eleştirel realizmin önemle üzerinde durduğu indirgemeciliğin “bir düzeyle ilişkili mekanizmaların daha üst düzeylerdeki mekanizmaları açıkladığı kabul edilerek daha alt düzeydeki bilim yerleştiğinde onun daha üst bir düzeyin yerini alabilmesinin mümkün” (Benton ve Craib’den aktarım) olduğunu savunan yöntem olduğunu hatırlatmakta yarar var.

Yaygın olarak fenomenal yaşantı (zihni) nöral süreçlere (beyne) indirgenebilmektedir. Eliminativizm adı verilen bu anlayış, zihni tamamen beyne indirgeyerek beyinden bağımsız herhangi bir varlık tarzının olmadığını savunur, örneğin benlik kavramını bir yanılmasa olarak kabul eder. Daha zayıf bir indirgemecilik biçimi de epifenomenalizmdir.  Bu sav zihinsel fenomenlerin varlığını kabul ediyorsa da eksik bırakır, fiziksel süreçlere eşlik etse de süreçleri etkileyemediğini savunur (s. 69). Eleştirel realist tutum bu tür indirgemeci tutumlara hem epistemolojik hem de ontolojik argümanlarla karşı görüşler ortaya koyar. İndirgemeciliğe karşı eleştirel realizmin üç argümanını hatırlamakta yarar var: (1) Daha alt düzeydeki bilim, en fazla bir üst düzeydeki mekanizmaların oluşumlarını açıklayabilir; bu mekanizmalara sahip güçlerin ne zaman ve hangi etkide bulunduğunu açıklayamayaz. (2) Daha üst düzey mekanizmalar oluştuğunda onların etkinlikleri alt düzey mekanizmalar üzerinde etkilere sahiptir. (3) Daha üst düzeydeki varlıkların daha alt düzeydeki varlıkların özellikleri temelinde gelişen öngörülmeyen özellikler ve güçlere sahip olması yani beliriverme (emergence) (s. 69) nedeniyle indirgemecilik hatalı olacaktır. Nihayetinde fenomenal yaşam gerek kültürel anlam bağlamında gerekse hayali bir öznenin içe kapalı dünyasına indirgenemeyecektir.

Bundan sonra sebeplerin nedenler olarak iş görmelerini sağlayan, belirivermiş ve nedensel etkiye sahip “güçler”in neler olduklarını anlayabilmek için dikkatleri failin eylemlerinden failin kendisine çevirmek gerekiyor. Eylemi salt bedensel hareketten ayıran temel nitelikleri sorgulamak, eylemden eylemin failine geçmeye olanak tanıyacaktır. Failliğin ontolojisinin tartışılması failliğin sosyal yapılar karşısındaki statüsü ve insan bilinçliliğinin sınırları meseleleriyle ilgilenmeyi gerektirdiğinden insanlar failler olarak kendi sürekliliklerini sergilerler ve bu sürekliliğin deneyimlendiği fenomenal yaşantı, ne kültürel anlam bağlamına (sosyal yapılara) ne de nöral süreçlere (biyolojik mekanizmalara) indirgenebilir. O halde bu yapısal düzlemlerle ne şekilde ilişkidedir, sorusunun yanıtın aramayı sürdüreceğiz.

Bir failin eylemde bulunması, maddi dünyaya nedensel müdahalelerde bulunması anlamına gelir ve sebeplerin nedensel etkisini buradan çıkarabiliriz. İç içe geçme durumuna bir örnek olarak bu müdahalenin kendisi de düşünümsel bir etkinliğe yani kendini izlemeye tâbi olduğuna dikkat edelim burada. Kişiler kendi nedensel müdahalelerini kendi düşüncelerinde izleyebilirler, dahası kendi farkındalıklarının da farkında olmaktadırlar. Bu durum, kişilere geçmişteki, şimdideki ve gelecekteki kendi olası hallerini kendi zihinlerinde tesis etme imkanı sunar. Bu da kişilerden failler olarak söz edebilmemize imkan sağlar. Kişilerin failliğinin, kendilerini kesintisiz şekilde izleyebilme kapasitesi bağlı olduğunu görüyoruz. Kişilerin kendi bilinç durumlarına ve başkalarının kendilerine dönük atıflarını içselleştirme kapasitesi olarak işleyen bu sürece daha sonra değineceğimiz gibi M. Archer benlik duyusu diyecektir. Bu bir yanıyla da yorumlama kapasitemizdir. Yorumlar yatkınlıklardan beslendikleri ve inanç biçimine büründükleri için eylemlerin sebeplerine de kaynaklık ederler (s. 81).

Failliğin sosyal dünyayla etkileşimini uygun biçimde kavramsallaştırmak teori açısından çok önemlidir. Bu bakımdan da yapılar ile failler arasında ontolojik bir ayrım zorunlu olarak devreye sokulmalıdır çünkü yapılar ile failler arasındaki bu ayrım, toplumsal koşullar üzerine yaratıcı düşünüm olasılığını ve kişilere kendini koşulları içinde kendilerini gözleme imkanı sunan düşünümsellik olanağını getirir.  Düşünümsellik insanın sahip olduğu bir güçtür; gerçektir, indirgenemezdir ve nedensel etkilere sahiptir: “Sebepleri nedenler olarak düşünebilmenin zorunlu koşulu olan nedensel etkililiğe sahip fail güçler vurgusu, düşünümsellikte karşılığını bulur.” (s. 82). Düşünümsellik nöral süreçlerin üzerinden belirivermiş ve fenomenal yaşantımızın bir bileşeni olarak ontolojik bakımdan yapıdan ayrı, faile has bir niteliktir.

Nedensel güçlere sahip olan düşünümsellik, biyolojiye ya da sosyalliğe indirgenemez karakteriyle yapı ile fail arasındaki temel dolayım sürecini tesis eder. M. Archer bu dolayımı “iç söyleşi” olarak adlandırmıştır. İç söyleşi tatminlerin, benliğin ve bağlılıkların kesintisiz bir tartışma olarak sürekli izlenmesidir (s. 82). Bu kesintisiz olanak beden-zihin sürekliliği olan bir fail oluşumuzu meydana getirir. Uyuyup uyandıktan sonra dünküyle aynı kişi olduğumuzu, yarın da aynı kişi olarak kalacağımızı bu süreklilik algısı sayesinde anlayabiliriz. Bu fail oluş böylece maksatlı müdahaleler ve rutinlerle kurumsal pratikleri icra ederek yapıların yeniden üretimini sağlayabilmektedir.

Kişinin beden-zihin sürekliliğini kavrama kapasitesini teorileştirmeye çalışanlardan eleştirel realistlerden biri Margaret Archer’dır. Archer sosyal ve kültürel olan benlik kavramıyla, yukarıda andığımız evrensel ve antropolojik olan benlik duyusunu ayırmıştır. Sosyal bilimler açısından bu ayrım büyük önem arz eder çünkü bu ayrım yapılmadığında evrensel olan duyu, kavramın içinde eritilerek kültürel bir çerçeve ile sınırlandırılmış olur. Oysa tarihsel süreçte dönüşümler geçiren benlik kavramından farklı olarak benlik duyusu, gerçekliğin içinde bedenselleşmiş pratiklerden doğar ve hiçbir şekilde sosyalliğe de indirgenemez.

İnsanın kendi varlığının ayırdında olma hali, öncelikle bedenselleşmiş pratiklerinde temellenir. Bu bedenselleşme durumu, bizi sosyal olmayan insan niteliklerine götürür. Burası kritik bir noktadır çünkü benlik duyusunun dilden/ kültürden önceye götürür, bu bize insan olmayan hayvanlarla ortak noktalarımızı hatırlatır. Günümüzde özellikle de primatoloji alanındaki bilimsel araştırmalar bu ortaklıkta doğrulayıcı bulguları çoğaltmaktadır.  Ben kendimce Frans De Waal’in, N.P.Money’in, H.S.Terrace’ın, M.Tomasello’nun çalışmalarını buraya ekleyebilirim. Archer ise bu konuda Jean Piaget’nin çalışmalarından yararlanmıştır. Onun çalışmalarında da benlik duyusunun ve mantık ilkelerinin ediniminde pratiğin önceliği ifade bulur. Piaget, çocuklarla yaptığı çalışmalarda, benlik ve ötekilik kavrayışlarını sağlayan “nesnelleştirme” sürecinin faaliyete bağlı olduğunu ortaya koyar; çocuk henüz dili edinmediği dönemde oyun oynarken temel mantığın özdeşlik ilkesine ulaşır. Bu aynı zamanda çelişmezlik ilkesine de ulaşmış olduğu anlamına gelir. Tersi durumda, konuşmaya başladığı halde özdeşlik ve çelişmezlik ilkesine ulaşamayan çocukların olması pratiğin dile önceliğini kanıtlar. Pratiğin dile önceliği meselesi kritiktir çünkü insanın “fail olma kapasitesinin toplumun armağanı olmadığını, belirli bir varlık türü olmaktan türediğini” ortaya koyacaktır.

Sosyal bilimlerde ana akım faillik modelleri çeşitli sınırlılıklarla malûldür; Öğütle bu aşmada, insanı gerçeklik deneyimine kapatan insanmerkezci ve toplummerkezci anlayışların eleştirisini yapıyor. İnsanmerkezci anlayış (Modernite İnsanı), tutkuları ve tercihlerinin hizmetinde bir araçsal aklı verili olarak almaktadır; dünya tercihlerin ve planların gerçekleşmesinde köstek veya destek sağlayan bir şey, insan da kendini dönüştürebilecek gerçeklik deneyimine kapalı bir varlık olarak kavranır burada. Toplummerkezci model ise insanın tüm kavrayışlarını, sadece içinde bulunduğu toplumdan edindiğini savunur. Burada da toplumsal söylemin insanı, kendisini dönüştürebilecek gerçeklik deneyimine kapalı hâle getirilmiştir. Oysa bizzat dilin kendisinin de ancak gerçekliğe atıfla öğrenilebildiğini, sözcüklerin anlamını bağlamsal pratiklerin belirlediğini ve bu bağlamların belirli pratiklerle öğrenilebildiğini vurgulamak gerekiyor. Hem insanmerkezci hem de toplummerkezci modelde, araçsal akıl yahut toplumsal söylemin etkisi, dünyanın gerçekte olduğu şeyin yerine ikame edilmiş olur.

Öğütle’nin, failliğin sebeplerini araştırırken değindiği durumlardan biri de hatıralar. Failin beden-zihin sürekliliğini kendisine telkin eden benlik duyusu, gündelik meşguliyetler yanında zaman zaman hatıralara da yöneltir. Geçmişin bir parçası olarak hatıralar, kendini izleme yeteneği ve inançlar kadar failin eylemlerinin sebebi olabilir (s. 87). İnsanların hafızalarında boşluklar olması, bundan dolayı da hiç kimsenin tam bir sürekliliğe sahip olamayacağı eleştirisine karşılık Öğütle, Merleau-Ponty’nun yönelimsel yay kavramına başvuruyor. Yönelimsel yay, fenomenal alanın teşkil ettiği arka planın üzerinde farklı zamanlarda farklı nesneleri öne çekmeyi sağlayan,  bilinç yaşamının altına, bedene gömülü bir mekanizmadır. Fenomenal yaşantıyı; bilinci, kavramı ve teoriyi önceleyecek biçimde sürekli kılan yönelimsel yaydır (s. 58). Yönelimsel yay, görünüşte birbiriyle bağlantısı olmayan yaşantı anlarını ilişkilendirerek benlik için anlamlı bütünlükler oluşturur (s. 100). Biz yönelimsel yay sayesinde sürece yayılmış belli amaçların peşinde koşabilir, yönelimlerimizi bütünlüğü içinde sürdürebiliriz. Yukarıdaki örnekte evden çıkışım, markete gidişim ve kahve alabilmem bu sayede mümkün olabilmiştir.

Kendimizi ayrıksı varlıklar olarak görmektense toplumun dar sınırlarının ötesinde doğanın engin dünyasının içerisine yerleştirmek faillik kapasitemizin kavranmasında bizi daha doğru bir yere götürür. Nasıl ki pratikler, dil/kültür karşısında öncelikliyse doğa da toplum karşısında öncelikli olacaktır (s. 92), pratiklerin ilkselliği aynı zamanda türler arası sürekliliği de gündeme getirir. Bu nokta, realist ontolojiyle Merleau-Ponty’in fenomenolojisi ilişkilendirilir; bu ilişkilenmede “doğanın önceliği ve doğanın içerisinde pratiğin önceliği” (s. 89) ortak noktadır. Merleau-Ponty’e göre doğal ilişkilerimiz sosyal ilişkilerimizin karşısında daima önceliklidir ve onlara kesintisiz bir temel teşkil eder. Biz de doğaya, bedenlerimizin duyusal kavrayış gücü ve buna karşılık gelen yeteneklerimiz ile katılırız çünkü bedenimiz şekli ve boyutu kaçınılmaz olarak bize doğayı ölçeklendirir. Öğütle’nin Archer’dan yaptığı alıntı bu bakımdan açıklayıcı sayılmalı: “Görünür ve hareket halindeki bedenim, şeyler arasında bir şeydir; dünyanın kumaşıyla sarmalanmıştır, kaynaşması bir şeyin kaynaşmasıdır. Fakat kendini hareket ettirdiğinden ve gördüğünden dolayı, şeyleri kendi etrafındaki bir dairenin içinde tutar.” (s. 91).

Failliğin kavranmasında pratiğe verilen öncelik, türler arası sürekliliği öne çıkardığından diğer yüksek nitelikteki hayvanlarla benlik duyusunu paylaştığımız açıktır. Yönelimsellik, bilişsel olmayan bedensel becerilerden ve yatkınlıklardan müteşekkil (s. 51) olduğuna göre belli bir türle sınırlandırılamaz: “Bedenselleşmiş kendilik bilincinin ve sebeplere dayalı eylemin, tüm diğer yüksek nitelikli hayvan türleriyle paylaştığımız hasletler olarak, sosyal armağan olmaları mümkün değildir.” (s. 93). Şu halde yönelimselliğin sosyal temelli olmayışı, bizi yine kritik noktalardan birine götürür çünkü insan yönelimselliğini dil-merkezli bir teorik çerçeve içerisinden kavrayan fenomenolojik sosyoloji, boşa kürek sallamış olur. Ayrıca bu anlayış, insanların benliklerini ancak kavram olarak edinebilecekleri iddiasıyla dil-merkezci ve türcüdür.

Böylece sebeplerin nedenler olarak işlediği ontolojik bağlam şekillenmiş oldu: Sebepler fenomenal yaşantının indirgenemezliği bağlamında yönelimler olarak belirirler. Faillik eylemlerle nedensel etkilerde bulunabilme güçleridir. Kendi eylemlerimizi izleme kabiliyetimiz olarak kesintisiz iç söyleşi, bizim yorumlama kapasitemiz olarak sebeplere kaynaklık edebilirler çünkü yorumlarımız, yatkınlıklarımızı besleyerek inanç biçimlerine bürünürler. Şu halde failin inancı onun sahip olduğu yatkınlık olduğuna göre istek de harekete geçmiş bir yatkınlıktır; eylem de isteğin fiziksel durumda tezahürüdür (s. 94). İnançları isteklere, onları da eylemlere dönüştüren şeyin arzular ya da ihtiyaçlar olduğunu Roy Bhaskar da söylemişti. Öğütle bu noktada ilginç bir duruma dikkat çekiyor: Arzu, bir şeyi yapma arzusu olmadığı müddetçe saptanamaz, arzu daima bir şeye yöneliktir. Oysa bir inanç, arzudan yalıtılmış biçimde tespit edilebilir. İnancı arzudan ayrı düşünebiliyor olmamız ise eylemlerimizin karar anlarından oluştuğu ve kesintili ilerlediği izlenimini uyandırmaktadır. Böyle bir izlenim söz konusu olsa da insan faillerinin eyleme geçmek için illa dürtülmeleri gerekmediğini biliyoruz. İnsanlar daima bir şeyler yaparlar, hem de kendiliğinden yaparlar; engellenmeye çalışılsalar bile sürekli hareket halindedirler.

İnançların isteklere ve eylemlere dönüşmesi çoğunlukla bilincinde olunmaksızın, hayatın pratik akışında gerçekleşmektedir. İnançlar böylelikle sebepler olarak eylemlere neden olurlar. Şu halde faillik, inançları baştan varsaymaktadır. Failliğe neden olacak durumlardan biri de hatıralardır. Sebeplerimiz en temelde yönelimselliğimizden kaynaklandığına göre hatıralımız da bizim failliğimizin nedeni olabilir. Özellikle de yaşın ilerlemesiyle birlikte hatıraların zamansal ve mekansal bağlamlarından koparak genelleşmesi, onlarda bir dönüşmeye neden olabiliyor. Öğütle’nin “hatıraların hikayeleşmesi” (s. 96) adını verdiği, bağlamdan kopma, hatıraları bilinç düzeyinde estetize ederek kıssadan hisselere dönüştürerek kalıplaşıp eylemlerin sebepleri kılabilir.

Peki bilinçdışı bir düzeyde işleyen rüyalar faillik sebebi olabilir mi? Elbette. Ancak rüyalar, bir gerçeklik olarak ele alınmadığından ancak yorumun inanca dönüştüğü durumlarda eylemlerin nedeni olabilirler. Geleneksel kabullerde rüya, daha çok bilinçdışına başvurularak açıklanıyordu ancak günümüzde rüyanın, fenomenal bir deneyim olduğu kabulü öne çıkmaya başlamıştır. Rüyanın benim rüyam olduğunu bilebilmem bu deneyimin fenomenal düzeyde cereyan ettiğinin bir göstergesi olabilir. Normalde rüyanın sebepsizliği, beden-zihin kesintisizliğini zedelediğinden faili bir sebep bulmaya iter; bu anlamda görülen rüyanın yorumlanma çabası, zedelenen failliğin bir tür bir onarımına yöneliktir. Rüyalar, uyarlayıcı etkilere sahip kalıtsal davranışlardır ki bu yönüyle de oyunla benzeştirilebilir. Hatta Harriet Bulkeley’in rüyanın zihnin uyurken oynadığı bir oyun olduğunu, rüyanın evrimsel tarihinin oyunun evrimsel tarihiyle ayrılmaz biçimde içi içe geçtiği (s. 105)  iddiasına yer veriyor Öğütle. Görünüşte birbiriyle bağlantısı olmayan yaşantıları birbirine iliştirmeye yarayan yönelimsel yay, hayali olan rüya alanında işleri yoluna koymaya çalışmayı sürdürüyor (s.102). Bu arada oyunun ve rüyanın kültürün ürünü olmadıklarını da anmak yerinde olur.

Marx, 1844 El Yazmaları’nda, toplumsal değişmenin nihai amacını tamamlanmış natüralizm olarak hümanizm ve tamamlanmış hümanizm olarak natüralizm biçiminde bir vizyon ortaya koyarken insanın faillik kapasitesini, toplumun ve dilin/kültürün sınırının ötesinde doğanın ve pratiğin ürünü olarak kavramıştı, Öğütle Marx’ın bu vizyonunu ta o zamandan bir muştu olarak görüyor. Natüralist-hümanizm ile hümanist-natüralizmi kurma yolundaki faillik kapasitemizi insan olmayan hayvanlarla da paylaşmamız, doğanın ve pratiğin güçlerine işaret ederken insanın toplumsal özgürleşme yönünde de etkin bir rol alabileceğinin teorisini sunuyor.  İnsan failliğinin sosyal bilimler çerçevesinde kavranamayacağı kabulüyle faillik tartışmasını nörobilim ve psikolojiyle ilişki içinde ele alan Vefa Saygın Öğütle’nin ortaya koyduğu bütünlüklü teoride yönelimi, bedensel ve kültür öncesine bağlayarak natüralistleştirmesi, failliğin ontolojisini kurma yolunda bizi heyecan verici bir yere getirmiş durumda.  Bu heyecanın Failin Ontolojisi kitabına gösterilecek ilgiyle yaygınlaşacağını düşünüyorum.

[1] Vefa Saygın Öğütle (2022), Failin Ontolojisi Sosyal Bilimlerde Nedensellik ve Yönelimsellik, Fol Yayınları, Ankara.