arama

Köle Sevdasından Araba Sevdasına

Arif ARSLAN
Miras devretme hakkı yoktu ama birikimini kamusal yarar adına harcamak mümkündü. Bu yüzden cami, medrese, imaret, çeşme gibi hayratlar yahut kurumlar yaptırarak toplumsal mevkisini "konuşturuyordu" vüzera takımı. Gündelik hayatları da yine "konuşulmak" arzusuna dayalı olarak o dönemin lüksünü içeriyordu. Yönetim hiyerarşisindeki mevkiye göre köle sayısı fazlalaşabiliyordu.
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • paylaş
  • Arif ARSLAN Arif ARSLAN
  • 1 Star
    Loading...
“Osmanlı İmparatorluğu” demeyi, “Osmanlı Devleti” demeye tercih ediyorum, ilk yüzyılları için “devlet” demek daha uygun da düşebilir pekala. “Emperyal” kelimesinden türetilen “imparatorluk”, çok geniş coğrafya da farklı etnik ve dini toplulukların sömürüsünü anlatmak bakımından daha yerindedir. Tarihteki çoğu imparatorluğun adı, elbette ki daha sonradan verilmiş adlardır. Osmanlı kendine farklı adlar vermekle birlikte en yaygın kullanılanı Devlet-i Âliye’dir. Her neyse, odaklandığımız mesele bu değil.
Nasıl ki düşüncelerimizi dış dünyaya uyguladığımız eylemlerden ya da dış dünyanın bize uyguladığı basınçlardan ediniyorsak “araba sevdası” da Geç Osmanlı dönemi edebiyatçılarından Recaizade Mahmut Ekrem’in ölüm günü anmasıyla paylaşılan Araba Sevdası postu nedeniyle bu düşünceler dile geldi. Araba Sevdası, Ekrem’in 1896 tarihli romanı olup en tanınmış eseridir aynı zamanda. Recaizade Ekrem her ne kadar Servet-i Fünûn dergisinin yayın yönetmeni olmuşsa da edebiyat tarihi açısından Servetifünûn dönemi yerine Tanzimat dönemi dediğimiz daha erkenlere sarkan bir dönemleştirmenin içinde adı anılır. Bunun bir nedeni de kendisinin o dönemde daha ziyade şiirleriyle tanınması, şiirlerinin de bir anlamda “suya sabuna dokunmayan” içeriklere sahip olmasıdır. Niyetim Recaizade Ekrem’in edebiyatçılığını analiz etmek değil ama onun Araba Sevdası romanı üzerinden Osmanlı-Türkiye elitlerinin yaşam tarzı ve gösterişçi tüketim kültürü üzerine birkaç kelam etmek.
Ekrem’in Araba Sevdası, dönemin elitlerinin gösterişçi tüketimine bir eleştiri olarak okunmalı. Bu gösterişçilik çoğu zaman bulunduğu gerçekliği kavramaktan uzak, aklı havada insanlar üzerinde cisimleşir. Hem Osmanlı’da hem de Türkiye’de (günümüzde bile) padişah ya da padişahımsı yöneticilerin etrafına kümelenmiş elitler, o dönemin nasırlı ellerinin kara topraktan yarattığı ürünler üzerinden alınan vergilerden besleniyordu (Bugün de aynı eller madenlerde, atölye ve fabrikalardan aynı sınıfı beslemeye devam ediyor.) Uzun yüzyıllardır sürmekte olan sömürüde pek de değişen bir şey yok yani. Osmanlı, emperyal olduğu kadar köleci bir imparatorluktu. Tarih kitaplarında bazı dönemlerde İstanbul nüfusunun beşte birinin yani yüzde 20’sinin kölelerden oluştuğu yazıyor. Benim bu konudaki referansım Madeline C. Zilfi’nin Osmanlı İmparatorluğunda Kölelik ve Kadın adlı kitabı. Bu kitap 17. ve 18. yüzyıla özel olarak odaklansa da Osmanlı’nın bütün tarihini kat ettiğini de söylenebilir. En azından “gösterişçi köle sahibi olma”nın yaygın olduğu erken 19. yüzyıl, incelemeye dahil. Kitabın Osmanlı’da kölelik biçimleri, kaynakları, sonuçları, gündelik hayattaki etkileri üzerine uzun uzun bilgi vermek isterdim ancak geniş hacmi, bu yazının sınırlarını bir hayli taşıracağından birkaç örnek dışında değinemeyeceğim.
Uzun yüzyıllardır sürmekte olan sömürüde pek de değişen bir şey yok yani.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, diğer imparatorluklara benzer birçok yeni olmakla birlikte bir yönüyle tamamen ayrıksıdır. Zorla devşirdiği köleleri, yönetim kademesinde en tepelere kadar çıkarabiliyordu. İmparatorlukta herkes gibi bu devşirme köleler de kuldu ve kullar, başarısına göre, hizmetine göre vezirliğe, sadrazamlığa, orduda paşalığa çıkabiliyordu. Bütün bu hiyerarşik yükselmelere karşın her şey birdenbire elinden alınıp yine en başa dönmeleri de söz konusu olabiliyordu. Bu tür bir risk, saraya en âlâsından hizmeti hep en yüksek düzeyde sunmayı gerektiriyordu. En küçük bir başarısızlık azledilme sebebi olabilir, azledilme söz konusu olduğunda da edinilen bütün zenginlik elden alınırdı. Sarayın tüm nimetlerinden yararlanmak mutlak bir itaate boyun eğmeyi de gerektiriyordu. Bu köle bürokratlar genellikle erken çocukluğunda ailelerinden koparıldığı için bir “aile bağı” bile bulunmayan insanlardı. Bu yüzden tüm varlığı ve zenginliği, yaşarken yararlandığı kadarıyla mümkün oluyordu çünkü Osmanlı’da uzun yüzyıllar boyunca “miras devretme” hakkı yoktu. Miras devretme hakkı yoktu ama birikimini kamusal yarar adına harcamak mümkündü. Bu yüzden cami, medrese, imaret, çeşme gibi hayratlar yahut kurumlar yaptırarak toplumsal mevkisini “konuşturuyordu” vüzera takımı. Gündelik hayatları da yine “konuşulmak” arzusuna dayalı olarak o dönemin lüksünü içeriyordu. Yönetim hiyerarşisindeki mevkiye göre köle sayısı fazlalaşabiliyordu. Zilfi, 19. yüzyılda Gürcü bir paşanın 400’den fazla kölesi olduğunu yazıyor; kölelerinin çoğunun da hemşerisi olan Gürcülerden olduğunu ekliyor. Bu bize pekala, hemşerilerini bir tür kendi koruması altına almak anlamına bile gelebilir. Her neyse, zenginliğin o günün koşullarında sınırlı bir gösterişçi tüketim imkanı olduğundan “köle sayısının çokluğu” bir gösterişçi tüketim örneği olarak değerlendirilmeli.
Gündelik hayatları da yine “konuşulmak” arzusuna dayalı olarak o dönemin lüksünü içeriyordu.
Tanzimat adı verilen yenileşme yönelimleri, imparatorluğun dünya çapındaki büyük dönüşümün etkisinde kalınan zorunlulukların yasal düzeyde ifade bulmasından başka bir şey değildi. Hem yenileşme amaçlarına bir yön vermek hem “kaçınılmaz” olan yenilikleri topluma uydurmanın sınırını çizmek gibi işlevlere sahiptir bu tanzimlerin. İmparatorluğun maddi alt yapısı, topraktan üretimden alınan vergilere dayanıyordu ve tanzimler süreci yönelinen Batı’dan etkileniyorsa da maddi alt yapının dönüşümünde doğru hamlelerin yapılamayışı neticesinde amaçlanan sanayileşme Osmanlı’da gerçekleşememiştir. Toprağa dayalı sömürü sistemi, türlü çeşit vergi adlandırılmalarıyla sürmüştür. Önceki dönemlerde çeşitli biçimlerde edinilmiş servetlerin, padişahın isteğine bağlı olarak müsadere edilmesinin önüne geçmek içinse şeriat kaideleriyle Batı hukuk sistemi uzlaştırılmaya çalışılarak “can ve mal güvenliği” maddeleriyle güvenceye alınmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla Tanzimat dönemi aydın-bürokratları daha ziyade, üzerinde oturdukları servetleri ve köylü üzerindeki devlet aracılığıyla sürdürdükleri sömürüyü garantiye alma mücadelesi ile geçmiştir diyebiliriz.
Tanzimat dönemi aydın-bürokratları daha ziyade, üzerinde oturdukları servetleri ve köylü üzerindeki devlet aracılığıyla sürdürdükleri sömürüyü garantiye alma mücadelesi ile geçmiştir diyebiliriz.
Batılılaşma denilen bu yönelimde, yavaş değişen ahlaki ilgi, gösterişçi tüketime pek de sıcak bakmamıştır aslında. Osmanlı toplumu geleneksel alışkanlıklarıyla yaşamayı sürdürüyordu aslında. Kölelik bile yasal olarak kaldırılmasına rağmen 20. yüzyıla kadar fiili olarak sürmüştür. Evlerde, konaklarda hizmetçi ya da dadı olarak kadın ve erkekler kölelik yapıyordu. Gençliğin yerinde duramazlığı dönemin elit sınıflarının yeni nesillerinde de aynıydı. Gösterişçi tüketim çoğunlukla bu kesimlerde ve kadınların tüketim yöneliminde daha çok ortaya saçılıyordu. Kadınların henüz sosyal yaşamda açılıp saçılma, katılma imkanı oluşmamıştı ancak toplumsal hiyerarşide kendi seviyesindeki kadınlara nispet yapma, gösterme arzusu, o dönemin teşekkül etmekte olan orta sınıfında da depreşikti.
Zâdelik biraz da kibarlık ve ölçülülük gerektirir diye düşünen dönemin okumuş zâdeganları, öyle züppe ve ölçüsüzlüğü, kadim bir yöntem olarak alaya alarak toplumun yürüyüşüne ayak uydurmaya çağırmaya çalışıyordu. Edebiyatla yapılan da buydu o zamanlar; “edebiyat” kelimesini seçerken bile Şinasi; olmayana akıl vermek, şaşanı da hizaya getirmek beyanında seçmişti. İşte bu sayede, gösterişçi tüketimin iktisadını Ahmet Mithat Efendi, Veblen’den daha erken yazabilmiştir. Batı’da burjuva uzun bir süre gösterişçi tüketime yönelmedi, hatta çileci bir yaşamı tercih etti; Moliere’in cimrisi, Balzac’ın Grandet’si… en yoldan çıkanlarının gösterişçi bir ufku da olmadığından eski aristokratlara özenmişlerdir. Oysa Osmanlı elitleri, devletin zorbalığı sayesinde sadece ekonomik zenginliğe sahip değiller aynı zamanda “devletlü” aristokratik bir gösterişçiliğe zaten sahipti; en zengin olan en çok köleye sahip olandı (Osmanlı tarih yazıcılığı bugüne kadar köleliği ele almamıştır nedense[!])
Recaizade Ekrem’den sonra bir başka “araba sevdası” yazan Adalet Ağaoğlu oldu. Onun “Fikrimin İnce Gülü” (İlyas Salman’ın başrolü oynadığı Sarı Mercedes filminin kaynağı olan roman) romanı, türlü dalaverelerle Almanyalara giden bir köylünün, bir zamanlarki ezikliğini aşmanın nesnesine dönüşmüş araba sevdasını anlatır. Ağaoğlu, Ekrem gibi, gösterişçi tüketimi değil de bir varoluş boşluğunun doldurulması işlevini gören nesne olarak “lüks” arabayı odağa alır. Metafor olmanın dışında “araba sevdası” Türkiye toplumsallığında aklımıza gelmeyecek kadar önemlidir aslında. Ekonomik bir yatırım aracı olmanın dışında bir “varoluş tarzı”, prestij unsuru, “aşağı gelmeme”, “desinler”… tarzı bir meta olarak bir “araba sosyolojisi” pekala var.
Peki kurmaca dışında “araba sevdası” olanlar yok mu, var. Mesela Rahmi Koç’un klasik arabalar koleksiyonu olduğunu biliyorum (daha kimlerin vardır da benim ilgi alanım değil, bilmiyorum). Hadi o daha geleneksel burjuvazi diyelim, bir de Ali Ağaoğlu gibi türedi zenginlerin araba sevdaları bir ara gözümüze sokuluyordu. Eskisi gibi köle alamadıkları için araba almak zorundalar onlar da. Onlar Bihruz (Araba Sevdası) ve Bayram (“Fikrimin İnce Gülü”/ Sarı Mercedes) gibi alaya alınarak ayarsız bulunmadığı gibi “paraları var, haklarıdır” şeklinde gözümüze sokuluyor. Ama her iki durumda da “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye sorulmuyor.