İnsan, anlatan varlıktır; hatta başka bir şey değildir desek yeri. Çünkü başka türlü bütün oluşlar bu anlatmaya bağlı olarak gelişiyor ya da sürüyor. Başka bütün işlerimizi, yapıp etmelerimizi bir hikaye altında toplamıyorsak buharlaşıp kayboluyor. Şöyle bir genel bakışla yaptığımız her şeyin bir hikayesi olduğunu da görürüz; kendimiz de bir hikayeyiz diğer yandan. Eğer kendimizi bir hikaye olarak kurmasaydık, dün uyuduğumuz kişinin bu sabah uyandığımız kişi olduğunu anlayamazdık. Bu anlatma süreçli varoluş sadece anlık olarak “şimdi”yi ve olmakta olan “geleceği” anlatarak sürdürmüyor kendini, aslında “geçmişi” de sürekli yeniden yaratarak hikaye kuruyor. Benlik dediğimiz varoluş ve algılama bir hikaye, insanlık dediğimiz uzun ve geniş varoluş da bir hikaye. Hikaye olarak yaşamaya ve bunu anlatmaya zorunluyuz çünkü zihin dediğimiz şey, başka türlü yaşayamaz. Zihin dediğimiz akışın yansıması değil elbet ama akışın her daim yeniden kurulması demek. Bu yüzden de bütün öğrenmeler, yenilenmeler hep hikaye formundadır. Nedir hikaye formu; olaylar, kişiler, yer ve mekan bütünlüğünün etkileşimli işleyişi.
Ne zaman insanlardan bahseden bir konuya başlanıyorsa, bahsedilen çerçeveden bir insan tanımı yapılarak başlanır konuya. “İnsan politik bir hayvandır.”, “İnsan sembol üreten varlıktır.”, “İnsan yasa yapan varlıktır.”… sürer gider. Bunların hiçbiri yanlış tanım değildir ama hepsi eksiktir. Ben de “insanın anlatımcı bir varlık” oluşuna dair yazayım dedim. “İnsanlar anlatımcı (narrative) yaratıklardır. Anlatımcılık göreceğimiz üzere, bizim kimliğimizin yüreğindedir.” diyor Robert Bellah. Onun ifadesinin asıl önemi, anlatımı “kimliğimizin yüreği” olarak görmesi. Çünkü bu ifade, insanın sosyal tarafını dikkate alır. Bellah, İnsan Evriminde Din[1] adlı muhteşem çalışmasında insanın söz konusu anlatımcı niteliği üzerinde hem antropolojik hem de psikolojik ve linguistik verilerini derleyip toparlayarak etraflıca durur.
Bellah, köken olarak insanın anlatı yetisini, onun şiirsel sembolleştirme yetisinin bir parçası olarak görüyor. Anlatım, bir şekilde dilsel olanla ilgili olduğundan, dilin özelliğiyle bağlantılı olmalıdır. Dilin işleyişi esas itibariyle çıkarsamalı (discursive) olduğundan, daha geniş anlam birimleriyle birleşebilen çoğu kalıplaşmış anlam birimleri vardır. Sürekliliği olan bu anlam birimleri, genel imalarda bulunur, başka dillere çevrilmeyi olanaklı kılar, özel anlamları işaret eder, düşünülebilir özelliktedir.[2] Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu, dediğimde “bardaktan boşanırcasına” ifadesi kalıplamış genel bir anlamı işaret eder. “Kapıdan giren misafirlerine … dedi.” biçimindeki bir cümlede bir işitemediğimiz bölümde muhtemelen “hoş geldiniz” dediğini düşünürüz çünkü geniş cümlenin dile getirdiği bağlam, bize bu cümleyle birleşmesi gereken dil yapısının “hoş geldiniz” biçiminde olduğunu hatırlatır. Dil, bizim çeşitli etkinliklerimiz ve düşüncelerimizle ilişkili olarak kullanılan bir eylemdir. Dilin kullanım tutarlılığı ile yaşamın işleyişinin tutarlılığı benzeştir. Bu sayede bir öykü insanlar tarafından canlandırılabilir, oynanabilir. Dilsel birimler, cümleler birleşerek bir öykünün bütününü anlamlar. Bu, “Ne yaşanıyorsa o anlatılır.” demek değil elbette. Bir anlatının doğruluğu, o öykünün bütünüyle tutarlılığıyla ilişkili olduğunu gösterir. Anlatı tamamen uydurma/kurmaca olsa bile anlatıdaki her bir cümlenin anlamı, bütündeki tutarlılık tarafından sağlanmış olur. Bu durum müzikte de farklı değildir, bir müzik parçasının bir akoru, melodisi bütünün bir parçası olarak anlamlanır. Nasıl ki öyküler oynanabiliyorsa müzik de dinleyicisini oturduğu yerde bedensel bir ritmik harekete dahil edebilir. Bir filmde anlatılanlar bizi gerilime sokabilir, bize göz yaşı döktürebilir.
Demek ki anlatının, anlattığıyla izleyenini özdeşleştirebilme gibi bir yetisi var. Estetik anlatıların cazibesi tam da bu niteliği ilgili sayılabilir. Çocukluğundan itibaren anlatılar evrenine giren insanın benliğinin oluşumuyla anlatılar ilişkilidir. Elbette hayat öykü gibi yaşanmaz ama anlatıma dönüşmeden de anlaşılamaz; insan için bir şeyin üzerine düşünmek demek onun anlatılaşması anlamına gelir. Bruner bu ilgiyi “öykü anlatıcısı olarak Benlik” kavramıyla açıklamıştır. Demek ki zihnin doğal işleyiş biçiminin ifadesi anlatı. İnsan sürekli öykülemeler içinde, dünya ona öyküler halinde sunuluyor. İnsan hep öyküler anlatıyor ama sadece başkalarına da değil, kendine bile öykü anlatıyor. Bir insana bir akşam, gününün nasıl geçtiğini sorduğumuzda, bize iç içe geçmiş birçok öykü anlatacaktır. “Ödevini neden yapmadın Ayten? Dün akşam misafir geldi hocam, çocukları da çok yaramazdı, ödev yapmamı engelledi. Onlar gidince yapacaktım ki elektrikler gitti.” Anlattığımız öyküler, gerçekliğe dayanmakla kurgular da içerebilir. Hafıza geriye doğru gittikçe yaşanmışlıklar kabalaştırılarak anlatısal tamamlayıcılığı da artacaktır.
Robert Bellah, nasıl ki kişisel kimlik anlatıyla kendini oluşturuyorsa toplumsal kimliğin de kuruculuğuna dikkat çeker. Aileler, uluslar, dinler hep öykülemelerle kendilerinin kim olduklarını tanımlarlar. Hatta günümüzde şirketler, üniversiteler, okullar bu kurucu anlatımcılığa başvurarak kendileri için bir “ideal kimlik” imgesi ortaya koyar.
Ağır yaşam koşulları fiziksel ve zihinsel olarak sürekli bir gerilim içinde bizi yıpratıyor; en önemli kayıplarımızdan biri insani diyaloglardan, söyleşilerden, yüz yüze yaratılan neşeli etkinliklere fırsat kalmayışı. Bu gerilim içinden sağ çıkışın tek yolu insani ilişkilere sarılmak. İnsan sazdan, sözden kesildiği zaman hayattan da bezgin olur; gönül ille de dost meclisi arar.
Hiçbir şeyi mükemmel biçimde tam anlayamıyoruz, bir parça bulutlu bölgeler kalıyor hep. Evrimsel gelişimin bir şeyleri anlamayla ilgili derdi de olmaz zaten, mesele hayatta kalmaktır çünkü. Meselenin “hayatta kalmak” olması, küçümsenecek bir şey değil, aslında tür olarak kadim beynimiz hâlâ aynı ilkelerle çalışıyor: Her gün haberlere göz atmamız, sosyal medyayı takip etmemiz, yeni bilgilere hemen kulak kabartmamız yani bilgi peşinde koşmamız (farkında olup olmamak önemli değil) hayatta kalma ilkelerinin bizdeki kalıntıları.
İnsanın kendine gelebilmesinin en kolay yolu, kendisini inanılır bir hikayenin içinde görmesi gerekiyor; psikolojik motivasyon için kolay ama işler bir yöntem. Kişisel gelişim teknikleri diye hafife aldığımız yöntemler, onların etkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Bugünün temel sorunlarından biri, insanların kendilerine anlamlı ve inanabilir hikayeler yazamamaları. İster siyasal, ister dini, ister maddi… örgütlenmeler olsun bu “hikaye yazamama”ya dahil. Çalışanların sendikal örgütlenememesinden, partilerin beceriksizliğine ve bilcümle “olanaklının olamayışı”nda payı var. İktidar yüzünden “deistlerin/ateistlerin çok arttığı” söyleniyor, doğruysa ben AKP ile bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum; toplumun hiçbir kesiminde, hiçbir alanında kişilerin kendilerini ait hissedeceği hikayeler yok.
Geçtiğimiz şehir başkanlığı seçiminde işlerin iyi olacağına dair hikayelerin nasıl politik bir heyecan yarattığını gördük: “Her şey güzel olacak!” Biliyoruz ki sloganın ötesinde bir hikayesi vardı, otobüsün peşinden koşan bir çocuğun ağzından çıktı bu sözler ve bu hikayenin azımsanmayacak bir etkisi oldu. “İşlerin iyi olacağına dair” boş hikayeler savurmaktan söz etmiyorum ama hayata dair sevinçleri arttıracak diyaloglar üretmek, etkinliklerde bulunmak mutlaka kasvetten iyidir. Eski bir İngiliz düsturu varmış: “Fake it until you make it!” (Başarıncaya kadar –mış gibi yap!). Pascal’ın meşhur bir örneği vardır. Pascal bir ateisti inandırmak için bir sürü argüman sıraladıktan sonra, “Yine de inanmıyor musun? Diz çök, avuçlarını aç, dudaklarını kıpırdatarak dua et, zamanla inanacaksın!” demiş. Duygu sonradan gelir. William James, “Vücuttaki değişimler heyecan verici bir durumun algılanmasını izler ve bu değişimler olurken hissedişimiz duygunun KENDİSİDİR” diyor. Günümüz beyin görüntüleme teknikleri sayesinde doğrulanmış bir görüş bu.
[1] Robert N. Bellah (2017), İnsan Evriminde Din Eski Taş Çağından Eksen Çağına, Çev. Mete Tunçay, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
[2] R.Bellah, s. 38.