Manda yuva yapmış söğüt dalına
Yavrusunu sinek kapmış gördün mü?
(Halk Türküsü)
Hangi mantık buna izin verir de dil bunu söyler: Manda yuva yapmış söğüt dalına! Nasıl oluyor da zihnimiz bu tuhaf sözleri dizebiliyor ve duyanlar bunu anlayabiliyor? İnsan zihninin şekillenişi her halükârda doğayla girdiği ilişkilerde şekillenmiş, bu şekillenme sürecinde eylemlerine yön tayin edecek düzeyde kendini de yontmuştur. Etkilenmeler içinde etkileyebilme “oluş”un diyalektiği gereğidir. Doğanın akışının bir yasası olduğuna göre, onun yansıması olan aklın da belli yasaları olduğu kanaati 17. yüzyıl sonrasında felsefede özel bir ilgi konusu olmuştu. Hobbes’tan, Spinoza’ya, Locke’dan Hume’a, Condillac’tan Condorcet’e ve Kant’a… Bu sürecin verimi akılların da ayrılması oldu, gündelik hayatta “Bu nasıl bir akıl?” diye şaşkın sorumuz çok da haksız değilmiş yani! Saf akıl, pratik akıl gibi türlü türlü akıllar olduğuna göre bir “estetik akıl” da olmalıydı pekala. İnsanlık tarihine onun eylemleri ve üretimleri açısından baktığımızda estetik üretimin geçimlik pratik akıl kadar eskiye dayandığına kuşku yok. Resim çizme, heykel yapma, şiir söyleme, müzik… dirlik düzenlikten geri kalmış değildi.
Gel zaman git zaman bu estetik akıl, kendine yeni yollar açtı, çeşitlendi. Gördüğünü, duyduğunu söyleyen estetik uydurduğunu da söylemeye başladı. Uydurmalar katmanlaştı, oyunlaştı; metaforlaştı. Artık anlattığımız şey, söylediğimiz şeyden farklılaşmış oldu. Şiir sanatının aslı astarı budur, şiir hep seslendirdiğinin ötesinde anlamlar kurar. İşte bu şiir türlerinden biri de Orta Çağ’da İslam’ın etkilediği coğrafyalarda şekillenmiş olan şathiye türüdür.
Şathiye Arapça bir kelimedir, anlamı; sarsılma, yürüme, titreme ve gevezelik etmedir. Kelimenin etimolojisinin bugün bize vereceği bir şey yok aslında çünkü gündelik dilde de şathiye pek kullanılmaz. Yine de hiç değilse lise edebiyat eğitiminden geçmiş herkes bir şekilde duymuş, en azından sınava hazırlanırken ne olduğunu öğrenmiş yahut ezberlemiş, birkaç şathiye örneğiyle de tanışmıştır. Şathiye kelimesinin edebiyatta bir şiir türünün adı olarak kullanılmasıyla anlamının “latife, şaka, eğlence, maskaralık etme”ye genişlemesiyle ilgisi vardır. Eskiden bu tür mizahi ve ironik edebiyata “hezliyat” deniliyordu. Şathiye de hezliyatın önemli bir örneğidir.
Popüler edebiyatta şathiyelere pek rağbet edilmemesi bana şaşırtıcı geliyor. Hem şaşırtmacalı oluşu, hem geleneksel, dinsel katı kabullerin ince alay ve sembollerle de olsa tersinmesi, düşünüş açısından renkli ve şaşırtıcıdır. Zaman zaman bir “başkaldırı” olduğunu düşünmek bile mümkündür. Şöyle diyor:
“Daha Allah ile cihan yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hakk’a hiçbir layık mekan yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik.”
Yüce yaratıcı olarak kabul edilen Allah’ı “yaratılmış” bir varlığa indirgemek eğer sembolik dille yorumlanmasaydı, ciddi bir saldırıyla karşı karşıya kalırdı kuşkusuz katı İslam şeriatı olan bir ülkede. Başka bir şathiyede de:
“Ya Rab senin mekanın yok
Yatağın yok yorganın yok
Hem dinin hem imanın yok
Her bir şeyden münezzehsin” diyerek biçimsel bir düşünüşle de olsa “her şeye kudreti yeten yaratıcının niteliklerini tersten ortaya koyarak yüzeysel bir kafa tutma ortaya konmaktadır. Daha aşina olduğumuz Harabi’nin şu şiiri ise İslam inancındaki yasak ve kabulleri tersyüz etmektedir:
“Ey zahit şaraba eyle ihtiram
İnsan ol cihanda bu dünya fani
Ehline helâldir na-ehle haram
Biz içeriz bize yoktur vebali
Sevap almak için içeriz şarap
İçmesek oluruz duçar-ı azap
Senin aklın ermez bu başka hesap
Meyhanede bulduk biz bu kemâli
Kandil geceleri kandil oluruz
Kandilin içinde fitil oluruz
Hâkkı göstermeye delil oluruz
Fakat kör olanlar görmez bu hali
Sen münkirsin sana haramdır bade
Bekle ki içesin öbür dünyada
Bahs açma Harabi bundan ziyade
Çünkü bilmez haram ile helâli”
Görüldüğü gibi zahitle kendi konumunu karşıtlaştırarak günah olan şarap içmeyi övmekte, bu işin de bir ehillik gerektirdiğinden bahsetmektedir. Geleneksel anlatıda zahid ile rind karşı karşıya getirilir ve rindin daha makbul olduğu yorumu öne çıkar. Çünkü zahid, biçimsel bir ibadet anlayışına bağlı olarak katılaşmış ve insani değerler ve hoşgörü kültürünü kaybetmiştir. Onun zaafı, imanın özündeki ince huyları edinememişliktir. Bu iman, derin bir tefekkürle mümkün olmakta, kabuğu aşıp içteki tada vakıf olmakla mümkündür. Dolayısıyla zühd hali yerine rind hali tercih edilir. Rind görünüşte başıboş ve serseridir, ne yaptığı belli olmaz, bir bağlılığı yoktur ama insani derinlik bakımından olgunlaşmış, zahid gibi ham kalmamıştır. Fuzûlî gibi büyük bir şairin Rind ile Zahid adlı anlatısı kendi dönemine göre bir romandır. Oğluna dünya yaşamını öğretmeye kalkan zahid baba, onu erken yaşta kötülüklerle uzaktan tanıştırmak istemiş ve meyhanenin önünden geçirmiştir. Hiç de meyhanenin içine girmeye niyetli değildir ama önünden geçen oğul, içeriden duyduğu cümbüş ve eğlenceyi merak eder ve babasına ısrar ederek içeri girer. Babasının gezdirdiği önceki koyu karanlık ve sofuca dünya ilgisini çekmediği halde, meyhane ilgisini çekmiştir genç adamın. Baba ve oğul, zahid ile rind tipini temsil eder bu hikayede. “Ey zahid şaraba” şiiri, dindarca yoruma göre, tasavvufidir ve dinin biçimsel yorumunda olduğu gibi yüzeysel değildir. Oradaki maksat daha derin olarak anlatılır, tersinden bir varoluş tasavvuru ortaya konarak dinin biçimselleştirilmesi eleştirilmiş olur.
Şathiyenin en bilinen ve en çok anılan örneği ise Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü / Bostan ıssı geldi eydür uğruladun kozumu” (Erik dalına çıktım orda üzüm yemekteyim, Bostan sahibi cevizi neden çaldın diye çağırır.) diye başlayan şiiridir. Yunus Emre bu şiirinde yine görünüşteki davranışlar ile derindeki yönelimin farkına değinmiştir. Şiirin tamamı şöyledir:
“Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan issi kakıyıp der ne yersin kozumu
Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım
Nedir deyü sorana bandım verdim özünü
İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş
Becid becid ısmarlar gelsin alsın bezini
Bir serçenin kanadın kırk katıra yükledim
Çift dahi çekemedi şöyle kaldı kazanı
Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu
Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım köyündürdü özümü
Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
Öğlelik yola düştü bozayazdı yüzümü
Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş bak a şunun sözünü
Gözsüze fısıldadım sağır sözüm işitmiş
Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü
Bir öküz boğazladım kakıldım sere kodum
Öküz issi geldi eydür boğazladın kazımı
Bundan da kurtulmadım n’idesini bilmedim
Bir çerçi geldi eydür kanı aldın gözgümü
Tosbağaya sataştım gözsüz sepek yoldaşı
Sordum sefer kancaru Kayseri’ye azimi
Yunus bir söz söyledin hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden örter ma’nî yüzünü”
Tasavvuf edebiyatının belki de en çok üzerinde durulan ve şerh edilen şiirlerinden biridir bu şiir. Anlaşılması ve yorumlanması öylesine zordur ki Yunus Emre sonrasında tasavvuf ehli birçok mutasavvıf bu şiiri şerh etmek zorunda kalmıştır.
Hiç kuşkusuz şathiye türünün en ünlü şairi ve en çok şathiye yazanı Kaygusuz Abdal’dır. Onun şathiyeleri öylesine ünlüdür ki bazı dizeleri halk arasında yüzlerce yıldır dillendirilen tekerleme haline dönüşmüştür. “Balık kavağa çıktı” gibi gündelik yaşamda en olmaz işlerin olurluğunu dile getiren deyimler bile Kaygusuz’un şiirlerinden yayılmıştır. Kazak Abdal’ın şathiyeleri yer yer hicviyeye uzanmaktadır. En bilinen şathiyesini paylaşalım:
“Kaplu kaplu bağalar kanatlanmış uçmağa
Kertenkele derilmiş, diler Kırım geçmeğe
Kelebek ok yay almış, ava şikâra çıkmış
Donuzları korkudur, ayuları kaçmağa
Ergene’nin köprüsü, susuzluktan bunalmış
Edirne minaresi, eğilmiş su içmeğe
Kazaza balta koydum, çevirişin deremezim
Çuval çayırda gezer, segirdüben kaçmağa
Allah’ımın dağında üç bin balık kışlamış
Susuzluktan bunalmış, kanlı ister göçmeğe
Leylek koduk doğurmuş, ovada zurna çalar
Balık kavağa çıkmış, söğüt dalın biçmeğe
Kelebek buğday ekmiş, Manisa ovasına
Sivrisinek derilmiş, ırgat olup biçmeğe
Bir sinek bir devenin, çekmiş budun koparmış
Salinuban seğirdür, bir yâr ister koçmağa
Bir aksacık karınca, kırk batman tuz yüklenmiş
Gâh yorgalar gâh seker, şehre gider satmağa
Donuz dügün eylemiş, ayuya kızın vermiş
Maymun sındı getirmiş, kaftan gömlek biçmeğe
Deve hamama girmiş, dana dellallık eder
Su sığırı natır olmuş, nöbet ister çıkmağa
Kaygusuz’un sözleri Hindistan’ın kozları
Bunca yalan söyledin, girer misin uçmağa”
Kaygusuz Abdal da elbette din içinden konuşur ancak onun din “içinden”liği sıradan bir dille dile gelmez, yıkıcı gibi görünse de derin bir savunmadır:
“Allah Tanrı Yaradan
Gel içegör cur’adan
Yâr ile yâr olagör
Çıksın ağyar aradan
Bekle gönül bostanın
Su sığırı girmesin
Key sakın uçurursun
Kandili minareden
Fil yükün karıncaya
Yükletme çekebilmez
La’l ü gevher kıymetin
Umma seng-i hareden
Hacca vardım der isen
Kanda vardın hacca sen
Kılavuzsuz kuş uçmaz
Bunca dağ ü dereden
Hacca varan kişinin
Gönül yapmak işidir
Gönül Hakk’ın beytidir
Sakın sen emmareden
Sen özünü bil nesin
Hak sende sen kandesin
Hakk’ı bilmek dilersen
Geç ağ ile hareden
Dünya ahret demegil
Biliş ü yad demegil
Uzak savaşa düşme
Geç kuru sehhareden
Tıfıllayın dembedem
Dambu dumbu söyleme
Mansur’layın olursun
Bilmezsen müdareden
İnsan nur-ı kadimdir
Hasta değil hekimdir
Sen dahi insan isen
Anla bu esrareden
Âşık olan bu yolda
Can ile baş oynadır
Sen dahi âşık isen
Bakma gel kenareden
Sen insanı sorarsan
Hak’tan ayrı değildir
Sıfatı zat-ı mutlak
Hırkası çar pareden
Aklına akıl deme
Sözüne delil deme
Çünkü kurtaramazsın
Nefsini emmareden
Kaygusuz’un hüneri
Helva vü biryan yemek
Andan özge hüneri
Umma bu biçareden”
Şathiye yazmak çok yaygın bir iş değildi çünkü bir hayli güçtür. Edebiyat araştırmalarında da hem tasavvufi yorumun zorluğu hem şathiyelerin “sınırda”lığı araştırmacının gözünü korkuttuğundan belki de şathiye üzerine inceleme pek fazla yok. Cemal Kurnaz ve Mustafa Tatçı’nın Türk Edebiyatında Şathiye adlı incelemesi dışında bir inceleme bulmak zor. Bu incelemenin de klasik yorumun dışına çıkmadığı ortada. Derinliğinin kavranması bir yana şathiye okumanın keyif verici ve gülümsetici olduğuna da kuşku yok.